Gomorra şatafatlı mafya filmlerinin aksine güncel İtalyan mafyasını perdeye en sade dille gerçekçi bir şekilde aktarmaya çalışan bir film. Gerçeklere dayanıyor olması da en büyük iddiası. Uyarlandığı kitap 1 milyon 200 bin adet satmış ve 33 ayrı dile çevrilmiş. Yazarı Roberto Savione kitabı mafyanın içine girerek gözlemlerinden oluşturduğu için kendisi şu an mafyanın kara listesinde ve kitabın yayınlandığı tarihten beri polis korumasında yaşamak zorunda kalmış. Peki tüm bu yapılmışlıklara ve temeline rağmen film başarılı olabiliyor mu?
Aslında ödüller açısından bakınca filmin çok başarılı olduğu söylenebilir ne de olsa Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi kaçırmasına rağmen Jüri Büyük Ödülü’nü almış. Gişede de bütçesini hayli hayli katlayan geniş bir kitleye ulaşmış. Tabi ki bunda kitabın tanınırlığının katkısını yadsımamak gerek. Gene de filmin abartıldığı kadar başarılı olmadığı görüşündeyim. Sebepleri aşağıda…
Filmimiz mafyayı özenilirlikten zenginliğinden bağımsız ele alıp yeni mafya babası idolleri yaratmak için çaba sarfetmiyor. Daha çok mafyanın sosyokültürel etkileri üzerine değinmeyi amaç ediniyor. Mafyanın bölgesinde doğmuş insanların içine düştükleri bataklığı, kurtulamamazlık hissini iletmeye çalışıyor. Bunu yapmak için de tek bir konudansa bir kaç bağımsız karakter üzerinden ilerlemeyi tercih ediyor. Bunlar, mafya özentisi iki genç kabadayı, bakkalda annesinin yanında çalışırken kendini mafya içinde bulan Toto, mafyanın beslediği ailelere para dağıtımı yapma işini üstlenen sürekli iki tarafında arasında sıkışan Don Ciro, yasadışı atık boşaltımı işinde çalışan işadamının yanına işe giren genç ve okumuş çocuk ve mafyaya bağlı bir tekstil atölyesinde çalışan Pasquale… Konuların anlatımı sırasında mafyanın insanları sömürürken nasıl acımasızlaştığı ajitasyon yapmaksızın anlatılıyor. Birbirinden bağımsız gözükseler de konuların temel aldığı motivasyon aynı olduğu için çok bölünmüş hissetmiyorsunuz. Tabi sonuçta tüm hikayelerin birbirine bağlanmıyor olması biraz sürpriz olabiliyor.
Film gerçek olaylara dayandığı için kendini sorumluluğuna fazlasıyla kaptırıyor, belgeselvari bir tat yakalamaya çalışıyor. Maalesef gördüğümüz olaylar gerçek olduklarını bilmeden izlendiğinde insana çok uzak gelmeyen olaylar, çünkü mafyanın işletmeleri olması da, kendi mahalleleri olması da zaten bilindik bir durum. Daha önce de bu durum filmlerde incelendi, Cidade de Deus (City of God, Tanrıkent) özellikle bunu çok büyük bir başarıyla gerçekleştirmişti. Fakat Gomorra, aynı büyüyü yakalamakta zorlanıyor, özellikle beş farklı hikaye anlatmaya çalışması sebebiyle karakterlerini tanıtmak için çok fazla vakit kaybediyor. Filmin neredeyse ilk yarısının tamamı hala yarım yamalak fikirlerinizin olduğu karakterler ile geçiyor. Burada kaybedilen vakit seyircinin de sabrını zorluyor, seyirci eğer kitabı okumamışsa parçaları birleştirene kadar canından bezmiş oluyor. Bu sebeple bu kadar farklı hikayeye bölünmüş olmasını beğendiğimi söyleyemem. Çünkü sürekli bir düğüm noktası için beklediğiniz film bunlar için sizi bekletmeye ve karakterlere odaklanmaya zorluyor. Ama dediğim gibi karakterler ve olaylar o kadar tanıdık ki özgünlük bulamayan seyirci odağını ve dikkatini kaybediyor.
Gomorra’nın yurtdışında aldığı tepkilere nazaran ülkemizde adını duyuramamasını, ülkemizde kitabın henüz belli bir patlamaya ulaşamamış olmasına ve yaşanan olayların artık her gün televizyonlarda izlediğimiz ve normalleştirdiğimiz anormalliklere benzerliğine bağlıyorum. Türkiye’de Ergenekon Operasyonu ile her gün sapla saman birbirine daha da karışırken, derin devletin varlığını hep hissetmiş faili meçhulleri ile ünlü bir ülkeye İtalya’da yaşananların garip gelmemesi normal olabilir. Ama Avrupa bakış açısından değerlendirildiğinde filmin kitaptan ödünç aldığı belgesel değeri ve korkusuzca yaklaşımı, bir de Avrupalıların kafalarına dank eden “Neler oluyor haberimiz yok? Biz bunlar sadece 3. Dünya ülkelerinde olur sanırdık.” düşüncesi filmin değerinin kat kat artmasına sebep oldu.
Sanıyorum ki bu önermelere sahip olmayan Türklerin, filmin eksiklerine de göz yummayacağı için Türkiye’de bu filmin değerinin aslından da düşük olduğu. Benim tavsiye edebileceğim izleyici kitlesi gerçekçi sinemadan hoşlanan, Avrupa filmlerini seven seyirciler olacaktır. Ama hala Tanrıkent’i izlememiş olanlar varsa bu filme vakit kaybetmenin gerekli olmadığını düşündüğümü de eklemem gerekir.
Son zamanlarda izlemeye çalıştığım!! en kötü filmlerden biriydi.Nerede o 80lerin 90ların gerçekçiliği sıkmadan anlatan İtalyan filmleri?Sonuna kadar izleyemediğim için yorumum ne kadar bilgilendirici olur bilmiyorum, fakat izleyiciyi bir küsür saat süresince filme sokamıyorsa ve bir gelişme vaad etmiyorsa filmin sonuna kadar izlemek, vakit öldürmekten çok sinir tırtlattırır.
Kitaptan uyarlanılarak çekilen filmlerin, en olmayacak türü bu tarz filmler.Seyirciyi tuvalette kitap okuyormuşcasına izlettiriyor kendini ve hiç bir şey katmıyor.Sin City ile tavan yapan “farklı kişilerin farklı hikayeleri bir filmde” akımı gittikçe çoğalıyor.Kişisel görüşüm bu jön akımı, “kestir at” modeliyle kendine yeni bir seyirci kitlesi kazandırırken, bağnaz sinema seyircisini çileden çıkarıyor.Ben de o bağnaz kesimde kalmaya devam edeceğim.(istisna:Paha Maa)