Blade Runner (1982) – Android’leri insandan ayıran nedir?

blade_runner

Üçüncü Dünya Savaşı’nın ardından dünyanın gün geçtikçe eskidiği bir gelecekte, diğer gezegenlerde kolonileşmede kullanılan nerdeyse tamamen insanımsı androidler Dünya’ya kaçak olarak geri dönmekte ve insanların yerini almaktadır. Burada da polis adına çalıştırılan düşük maaşlı ikramiye avcıları (Blade Runner’lar) androidleri emekli etmek için kullanılmaktadır. İnsansı oldukları ve onlarla içsel bir bağlantı kurulmaması için de öldürmek yerine emekli etmek deyimi kullanılmaktadır.

Blade Runner, birçok ünlü bilimkurgu kitabının yazarı Philip K. Dick tarafından 1968′de yazılmış “Bıçak Sırtı – Android’ler elektrikli koyun düşler mi?” adlı kitabın oldukça gevşekçe sinemaya uyarlanmış hali. Şimdiden söylemem gerek daha önce izlemiş olduğum Blade Runner’ı sonunda kitabın bir kopyasını bulup okuyabilmemin şerefine bir kez daha izlemeye karar verdim. Filme yapacağım eleştiriler kitap ile bağlantılı olabilir, uyarayım. Zaten bir kitap uyarlaması olan filmlerin çok da kitaptan bağımsız değerlendirilmesi taraftarı değilim. Hele de kitabın yazarı sevdiğim bir yazar olunca. İşte Philip K. Dick de o yazarların başında gelenlerden.

Açıkcası Blade Runner’ın ilk eksikliği kanımca Vangelis tarafından gerçekleştirilmiş müzikleri, Vangelis’i Chariots of Fire’ı ile bilirim ve bana bu kadarı yeterli gelir. New age türü zaten sakinleştirici ve durağan bir müzik türüdür, Blade Runner’ın da sakin sahnelerine uygun olduğu söylenebilir belki fakat yarattığı tek etki sahnelerin uzun anlamsızlıklarını pekiştirmekten öteye gidemiyor.

Filmin görselliği ise sanırım en öte noktası, o kadar güzel betimlenmiş ki geleceğin dünyası, sonraki bilimkurgu filmler için referansın ötesinde tam bir başlangıç elkitabı gibi. Paslı ve tozun altında kalan dünya gerçekten çok başarılı verilmiş. Tek anlamsızlık tozu görünür kılabilmek için her bina içi sahnede dışarıdan rastgele aralıklarla eve giren ışık hüzmeleri. Oldukça anlamsız olduklarını söylemeye gerek yok sanırım. Ayrıca ABD’nin gözünde gelecek Japonya ile sembolize edildiği için filmde yüzlerce Japon figüran kullanılmış. Abuk bir tercih kanımca, kitabın mantığında düşünürseniz bu durum tüm Japonların ya hastalıklı ya da tavukkafalı olduğunu belirtmiş oluyor. Şansa ki bu bilgiler filmde iletilmiyor.

blade-runner

Tyrell Şirketi

Senaryo literatürden uzak birine hitap edebilir belki fakat Philip K. Dick’in eserinin budanması tüm heyecanı ve sürükleyiciliğinin yokedilmesi olarak görebiliyorum ancak. Romanda her Philip K. Dick romanında olduğu gibi gerçeklik konusunda şüpheye düşmeler bolken, gerçekliği sorgular buluyorken kendimizi bu sahnelerin filmde basitçe harcandığını görüyoruz. Öyle bir uyarlanmış ki kitap, filmin kitaba bağlı olduğunu Philip K. Dick’i özümsediğini söylemek pek kolay değil.

Öncelikle şunun söylenmesi gerek Rick Deckard emekli ve efsanevi bir ikramiye avcısı değildir, aktif çalışmayan kendini kanıtlayamamış ve Dave Holden’ın gölgesinde kalmış bir ikramiye avcısıdır. Dave Holden polisin gözdesiyken, istemsizce bu iş Deckard’a kalmıştır. Deckard hem kendi idolü Holden’ı bu kadar hırpalamalarından hem de kendine güvensizliğinden Nexus 6′lara, yeni seri androidlere, karşı 1-0 geride başlamıştır savaşa. Ama Hollywood illa ki elini atacak ve kahramanı kahraman yapacak, filmde Deckard şüphelere sahip olsa da bunlar onu en iyi ikramiye avcısı yapmaktan alıkoymamaktadır. En basitinden diğer bir heba edilmiş sahne Rachael’ın ilk kez Voight Kampff testine sokulduğu andır. Bu sahnede seyirci ne baykuşun orda bulunma sebebine ne de Eldon Tyrell’in sinsi planlarına dahil ediliyor. Bence bu sahneler yüzünden filmde Philip K. Dick’in etkisi oldukça azaltılmış durumda.

blade-runner-2

Altı, beş, dört!

Hele bir de androidlerin Dünya’ya hayatlarını uzatmak ve yaratıcılarını öldürmek için gelmiş olmaları fikri tam bir zıtlık, androidlerin dünyaya aslen gelme sebepleri insan olabilmek ve kölelikten kaçmaktır. Hatta kitapta bir android ne kadar göz önünde bulunursa bulunsun opera sanatçısı olma isteğinden vazgeçmemiştir. Tek amaçları yaşıyor hissetmektir kendinlerini, insan hissetmektir. Fakat film androidleri, ölüm korkusuna sıkıştırıyor sadece, oysa ki görünenin ardında androidlerde çok daha fazlası var.

Sanırım en iyi dönüşüm Isidore karakterinin J.F. Sebastian’a dönüştürülmesinde, J.F. Sebastian’ın Dünya’da kalma sebebi ve androidlere neden yakın olduğu mantıklı şekilde kotarılabilmiş.

Kitap ile kafa kafaya bir yazı olacağını başta da belirtmiştim. Kitabının sürükleyiciliğini ve sorgulayıcılığını kenara bırakıp onun yerine boşluklar koyarak harcadığı vakitlerin ardından zamanı sıkışmış gibi koşarak biten Blade Runner, kitabın şanına yaraşır cinsten değil. Gene de 1982′de kitabın görsel yapısına sadık kaldığı ve hikaye anlatımını bir miktarda kotardığı için izlenebilir bir film. Fakat benden alabileceğiniz tek cevap kitabını okumanız olacaktır, bunu da söylemeden bitirmeyim.

Dipnot: Elektrikli hayvan ve Mercerizm gibi konuların filmde incelenmemesini mantıklı bulsam da, kitabı zenginleştiren bu unsurların filmde olmamasına üzülmüyor da değilim.

Blindness (2008) – Görmezsen dünya değişir mi?

Unknown

Herkesin delirdiği, ete acıktığı, zombilere dönüştüğü salgın filmlerinden bıktınız mı? İşte karşınızda Blindness! Adından da anlaşılacağı üzere Blindness, hızlıca yayılan bir salgınla tüm insan ırkının kör olmasını konu alıyor. Konusu sebebiyle, diğer salgın filmlerinden ayrılıp yabancı bir saldırganlıktansa insanın içindeki kötücüllüğü ve muhtaçlığı konu alıyor.

Film trafik ışıklarında duran bir araçta bir anda bir adamın kör olmasıyla başlıyor. Karısının eve gelmesiyle doktora giden adamın hastalığının ne olduğu tam da anlaşılamıyor. Bir sonraki gün geliyor göz doktoru da kör olduğunu farkediyor ve birdenbire göz doktorunun bekleme salonundaki ve kör olan ilk adamla aynı ortamda bulunan herkes birer birer kör olmaya başlıyor. Ülkenin her yerinden gelen yüzlerce şikayet sonucunda hükümet karantina ilan edip tüm hastaları izole edebilecekleri bir merkeze götürüyor. Doktorumuzun karısı da zor bir karar verip henüz kör olmamış olmasına rağmen onunla birlikte gitmeye karar veriyor. İlginç bir şekilde de sadece ona hastalık bulaşmıyor.

Blindness herkesin kör olduğu kimsenin birbirine bakamayacağı bir dünyada olayların nasıl gelişebileceğine dair fikrini küçük bir kitle üzerinden bir karantina binasının içinde yaşananlardan feyz alarak sunuyor. Şimdiye kadar gördüğünüz salgın filmlerindeki gibi saldırganlık ve aksiyonun Blindness’ta olduğunu söylemek mümkün değil. Blindness daha çok bizim içimizdeki hayvana odaklanıyor. Elbette şiddet vücut buluyor, ezen ve ezilenler oluyor ama bunlar bir aksiyon şemasında değil de gerçeklik içinde veriliyor. Filmin gerçekliği ve olaylara inandırıcılığında büyük pay sahibi olan kişinin Cidade de Deus’tan tanıdığımız Fernando Meirelles olduğunu söylemek hata olmaz. Ayrıca Blindness’taki körlük sadece bembeyaz bir görüşe sahip olmasına sebebiyet veriyor hastaların, film de aynı hissi size parlaklığı açılmış bembeyaz sahnelerle yansıtıyor.

blindness-3

Filmde renk kullanımı tema ile mükemmel bir uyumda

Filmin bazı sahneleri kimileri için rahatsız edici olabilir, bunu saf şiddet olarak algılamayın psikolojik olarak etkileyebilen insanların muhtaçlığının ahlak kurallarının yeniden yazılmasına sebebiyet verdiği sahneler rahatsız edici olanlar. Film bunları istismar etmese de gerçekten bunları olabildiğince doğrudan ve vurucu veriyor. Öyle ki ellerimin titremesine sebebiyet veren ve geren sahneler oldu.

blindness-2

Gael García Bernal, kör ama hala cingöz

Blindness oyuncu tercihleri açısından bağımsız sinemayı ya da Avrupa/Latin Amerika filmlerini takip edenleri mest edecek cinsten. Başrolde Julianne Moore, Mark Ruffalo ile mükemmel bir performans sergiliyor. Filmin kötü adamı ise Pedro Almodovar filmlerinden ve Motorsiklet Günlükleri’nden tanıdığımız Gael García Bernal. Cidade de Deus’ta oynamış olan Alice Braga ve Danny Glover ise yine derinlikli karakterlerden. Körlük başlı başına oynanması zor bir durum, bir de bunu tüm oyuncularınız kör olduğunda becerebilmek sırıtmamasını sağlamak gerçekten büyük bir başarı. Bu oyuncu kadrosuyla filmin inandırıcılığı tam olarak sağlanabilmiş. Özellikle Julianne Moore inanılmaz bir rol üstleniyor, sadece onun için bile izlenebilir.

Filmi, distopyalardan ya da salgın filmlerinden hoşlananlara tavsiye ederim. Listelediğim oyunculardan herhangi birinin hayranıysanız kesinlikle izlemeniz gereklidir diye düşünüyorum, çünkü bu film o oyuncuların her birinin daha önce oynadıkları ve büyük ihtimalle beğendiğiniz filmlerin ayarında. Şaşırtıcı bir film Blindness, kesinlikle kaçırılmaması gerek.

Spoiler olabilecek kısa notlar:

* Filmin sonunun yeterli vuruculukta olmadığını söylemek hatalı olmaz. Fakat filmin gelişiminden de daha fazlasını bekleyemiyorsunuz. Yani bu hikayenin gidişhatı zaten bu sona zorluyor. Çok zorlanmadan bulmanız mümkün, gene de filmden çok şey götürmüyor.
* Özellikle 3.ncü koğuşun kadınları istediği sahne ve ardından gelişim idi filmde en rahatsız edici sahneler. Böyle bir durumun bu kadar doğrudan ve olduğu gibi çekilmiş olması, olaylardan önce gerçekleşen sorgulama filmi izlemek için başlı başına bir sebep.
* Filmin renklerine taptım, beyazlık mükemmel bir şekilde sizi de körleştiriyor.

Happy-Go-Lucky (2008) – Gerzekcesine mutlu!

happy-go-lucky-poster

Düzenli diş fırçalamanın faydaları!

Happy-Go-Lucky, İngiltere’de mutlu olmaktan mutlu olan, çevresine enerji saçmayı kendine görev edinmiş bir ilkokul öğretmeni Poppy’nin hayatına bakış atıyor. Çok uzak değil, benzer örnekler hele de Amelie göz önüne alındığında filme neden İngiliz Amelie’si dendiğini anlamak zor değil. Ama ikisinin nasıl aynı kefeye konulabildiğini anlamak oldukça zor.

Film Poppy üzerinden gittiği için öncelikle bu rolü üstlenen Sally Hawkins’in performansını konuşmak mantıklı olur. Karakter mi böyle yaratılmış yoksa kendi suçu mu bilemiyorum fakat Poppy’nin abartılı jestleri ve anlamsız davranışları ilk saniyeden filmin sonuna kadar çantasından antidepresan hapları çıkarması için beklemenize sebep oluyor. Fakat filmin sonunda şüpheleri yoketmek için Poppy’nin davranışlarının sadece herkesi mutlu etmek için olduğunun söylenmesi belki de çok daha derinlikli psikolojik saptamaların önünü kapatıyor. Poppy hasta olduğun farkında bile olmayan tam anlamıyla bir çatlakmış.

Senarist ve yönetmen Mike Leigh’in nasıl böyle bir karakterin katlanılabilir olduğunu düşündüğüne akıl sır erdirmek güç. Çevresini mutlu etmeye çalışan insanların deliliklerine mi gönderme yapılmış? Çevreni mutlu etmenin hata olduğu mu söylenmeye çalışılmış acaba. Bunlar sadece iyimser fikirler olurdu, senaristimiz karakterin gerçekliğinin olmadığını bildiğinden abartarak masalcı Polyanna vari bir his katmaya çalışmış. Tabi ki Polyanna’ya baktığınızda saflık görebilirsiniz ama rahatsız edici şekilde insanların üstüne gelen bir tavrı mevcut değildir.

happygolucky2008limiteddvdripxvid-amiable-cd203118223-59-38

Bu aptal ifadenin ardında ne derinlik(!) var oysa ki!

İnsanları mutlu etmenin yolu birkaç küçük hareketten ya da jestten geçer, gerzekçesine mutlu olmaktan ya da insanların rahatsız edercesine üstlerine gitmekten değil. Sanırım senarist kendi sosyal kopukluğuna hayat buldurmuş, herkesin mutsuz olduğu bir dünyada mutlu olan ve mutlu eden bir karakterin nasıl olabileceğine dair fikirleri olmadığını ortaya dökmüş. Karaktere verdiği hızlı konuşma, kafasını arabanın arkasına konan köpek biblolar gibi sürekli sallama ve içe çekip verdiği nefes gibi jestler de sayesinde de rahatsız ediciliğe vucüt buldurmuş.

happy-go-lucky

Filmde her ne kadar mutlu olmasına rağmen çevresini bir türlü mutlu edemeyen Poppy’ye değiniliyor, fakat daha izleyici bu karaktere tahammül edemezken hayatta karşılaşan karakterlerin bu tepkilerine şaşmamak gerek. Bence Poppy’nin sorunu başkalarında değil de kendisinde araması gerek. Ama karakterinin sorunlarını anlayamamış, ne diye yarattığını kavrayamamış bir senaristten bunu beklemek çok fazlasını istemek olur. Özetle Poppy, filmin ana karakteri bir filmde görebileceğiniz en içi boş empati kurulmamış karakter. Hakkında bir hıciv videosu çeksem sanırım daha gerçekçi temellere dayandırabilmem zor olmaz.

Neyse, karakterin filmi çökertmesini geçebilirsek filmde incelenen diğer konuların ana karakterin anlamsızlığı yüzünden boğulduğunu görmek zor değil. Sürücü kursu öğretmeni, hamile kız kardeşinin evlilik ve hayat konusundaki çelişkileri, sokakta yaşayan adamla kurulan diyalog oldukça gerçekçi ve tespit içeriyor fakat bunların hepsinin güme gittiğini söylemek hata olmaz.

Filmin temellerinde sakatlığa müzik seçimindeki saçmalığı da eklerseniz izlerken bir eziyete dönüşmesi olası. Yüzünüze bir gülücük koyacağını iddia eden filmin o gülücüğün senariste sempati içeren bir gülücüğe dönüşmesi çok daha olası. Aklınız varsa, ne diye Altın Küreler’de gerçekdışı (sözlük anlamında) performansıyla Sally Hawkins’e ödül verildiğini bile anlayamayacağınız, Happy-Go-Lucky’den uzak durun.

Religulous (2008) – Dinler evrenine tersten bakış

405px-religulous_poster

Borat'ı yönetmek iyi bir referans mıdır ki?

Religulous, İngilizce religion (din) ve ridiculous (saçma) kelimelerinin zekice birleşimininden oluşturulmuş bir laf oyunu. Adını seçmekteki cesareti filmin geneline de yayılmış, Bill Maher yıllardır dinleri de kendine konu edinmiş bir komedyen. Filminde de hedefine dinleri alıyor ve dinlere karşı eleştirilere hoşgörünün ya da eleştirilerin sonuçsuz kalmasını sorguluyor.

Film büyük bir kısmını Hıristiyanlığa ayırıyor, ABD’den çıkmış bir film olarak bunun olmaması beklenemez elbette. Bu konuda da yeterli donanımları olduğu için tarikat lideri, yaratılış müzesi müdürü ya da senatör gibi farklı ünvanlara sahip pek çok kişiyi gerçekten alaşağı edebiliyorlar. Akıllıca sorulara mantıksızca cevaplar ala ala kimi mantıksızlıkları kabul ettirmeye çalışıyor. Elbette kabul ettirmesi mümkün olmuyor. Filmde sadece Hıristiyan fanatikler değil; eskiden bir mezhebe mensup(Mormonlar), eski rahip ve hatta Vatikan Rasathanesi’nin başındaki rahip gibi Hıristiyanların güncel görüşlerine muhalif kişilere de yer veriliyor. Tüm bu kişiler aslında tüm Hıristiyanların aynı fikirleri paylaşmadığını, kimilerinin uçlarda yaşadığını ve politikanın süreklice dini sömürdüğünü dile getirmeye olanak veriyor. Bu açıdan radikal Hıristiyanların gereksiz bir üstünlüğü olduğuna vurgu yapıyor. İsa’nın söyledikleri ile İncil’in farklılıklarından dem vuruyor.

Burada aslen insanların konu inançlara geldiğinde ne kadar cahilce davranabileceği gösterilmeye çalışılıyor. Bir senatörün zekasını sorgulayan soruya “Senatoya girmek için IQ testi istemiyorlar ki” cevabı vermesi ile Maher’in tez cevaplılığının başarısı görülebiliyor.

religulousdvdripxvid-saphire08100820-41-16

Kameranı kap, İsa'yı pazarlıyorlar...

Fakat film diğer dinlere vakit ayırmakta o kadar cömert davranmıyor ve bunu yaparken hedefine dini seçmiş olmasına rağmen aynen bir dine mensupmuş gibi dinler arası çatışmayı ve ötekileştirmeyi körüklüyor. Özellikle tek bir hahamla yapılan ropörtaj, tüm yahudilerin görüşlerini yansıtmaktan uzak kalıyor. Ardından Müslümanlara daha fazla vakit ayıran film burada da önyargılarına engel olamıyor. Konuyu tümden ele almak yerine kurguyu körükleyip tribünlere oynuyor.

Özellikle Batı’da Müslümanlara karşı bir önyargı olduğu malum, bunun sebeplerinin de beslenmesine göz yumdukları radikal islamcılardan kaynaklandığı ortada. Yıllarca ha kendi saflarında ha karşı saflarında Müslüman çoğunluklu ülkelerin kullanılmasına ve geri kalmasına izin verdikten sonra şimdi yaptıkları şikayetler oldukça absürd. Filmde de İsa’nın söyledikleri ile İncil’lerin uyuşmadığı tezi öne sürülerek Hıristiyanlığın kötü olmasına rağmen bazı bağlamlardan da hedefinden saptığı belirtilerek bir dayanak noktası oluşturuluyor. Yani hep İsa ama şöyle demiş, İncil’de var ama İsa dememiş şeklinde yorumlar olabiliyor. Fakat İslam ya da diğer dinler için böyle bir alternatif sunulmuyor. Empati yapılmadan infaz yapılıyor. Bu yapılırken de kullanılan görsellerle tüm Müslümanların şiddet yanlısı olduğu görüşü pekiştiriliyor. Her müslümanın şiddetin politika yüzünden olduğunu söylemesi biraz da olsa dikkate alınabilirdi diye düşünüyorum.

religulousdvdripxvid-saphire05707420-40-09

Yaratılışcılık savlarının, yaratıcılığına canlı(tamam tamam, robotik) örnek.

Ayrıca ABD’deki ropörtajlarda gene de o insanın görüşlerine karşı görüşlerle ve çürütmelerle ilerlenmiş olsa da, Hollanda’da görüşülen din görevlisinin mesaj geldiği anda bile o kişinin görüşlerine karşıt birisi olduğu için sunucuyu öldüreceği üzerine espri yapılması gerçekten önyargıları ortaya döker cinsten. Nedense bir de başı açık müslüman olamazmış gibi Türkiye’den ya da eskiden Müslüman olan ve kültürü tanıyıp yorum yapabilecek birine söz hakkı tanınmamış. Oysaki Hıristiyanlıkta bu imkan sağlanmış. Onun dışında hiçbir din hakkında başka bir dinden biri yorum yapmazken, Danimarka’da bir görevli Müslümanlığın saldırganlığın dini olduğunu söylemeyi kendine görev biliyor. Sunucumuzun da aklına “Peki Hıristiyanlık ya da Yahudilik bu konuda ne durumda?” diye bir soru sormak hiç mi hiç gelmiyor. Bu çok yanlı ve önyargılı bir davranış, maalesef onaylanması da pek mümkün değil.

Neyse, filmi onaylarsınız ya da onaylamazsınız; film güzel noktalara parmak bastığı anlar oluyor. Özellikle Yaratılış Müzesi, ABD’ye gidersem kaç para ise kıyacağım bir turistik ironi harikası olarak hafızama kazındı. Gene de bilinmeli ki, Müslümanların kendilerini anlatmaları başkalarının gözleri ile asla olmayacak. Kendi kültürlerini anlatmaları ve kendi içlerindeki sorunları kendi içlerinde çözmesi gerekecek. Çünkü Batı kültürünün anlaşıldığı kadarıyla çoğunluğu hala dine inansın veyahut inanmasın Müslümanlığı diğeri ve tehdit olarak görmeye odaklanmış durumda. Kolay gelsin demekten kendimi alamıyorum…

Choke (2008) – Palahniuk’un mucizeye dönüşemediği an

choke

Chuck Palahniuk, Dövüş Kulübü filminin popülerleşmesiyle alt kültürden girip kendine kimlik arayanlar deva manasında bir kült ikona dönüşmüştü. Bunun sebebinin 2000′lerde üniversiteli gençlik içinde alt kültürün şan ve karizma getirdiği sanrıları olduğu oldukça açık. Sanılmasın ki Palahniuk kötü veya özgünlüğü olmayan bir yazar, sadece koşullar kendisinin anlamlılığını bazı şahıslar nedeniyle kaybetmesine sebep olmuştu o kadar. Fakat Palahniuk, Dövüş Kulübü’yle kalmadı, Gösteri Peygamberi(Survivor), Görünmez Canavarlar(Invisible Monsters), Tıkanma(Choke) gibi her biri olay yaratan başarılı kitaplarla kendi şanını korudu. 2000′lere damgasını vuran bu kişilik, Fight Club’ın keşfedilmesinin ardından geç kalınmış olsa da diğer kitaplarının da filme çekilmeye değer olduğuna karar verildi. Seçilen iki kitaptan Choke ilk görücüye çıkan oldu, Invisible Monsters ise 2010′da karşımızda olacak. Ama Palahniuk yazımda gösterdiği parıltılar ile tek başına bir filmi de kurtarmaya yetebiliyor mu? Choke bunun sınaması niteliği taşıyor.

Edebiyat uyarlaması filmlerin ne kadar zor bir süreç olduğu malum. Kitaptaki ruhun resmedilmesi kimi zaman zor olabiliyor. Açıkcası ilk yönetmenlik denemesi için Clark Gregg biraz fazla cesur davranmış. Kitabın altından kalkamadığını, Palahniuk okurları için şimdiden söylemek gerek. Palahniuk’un kitaplarını karanlık bir atmosferde hayal etmemek mümkün değil ama filmde sirkvari canlandırılmış bazı sahneler. Ayrıca söyleyecek bu kadar lafı olan bir kitabın neden 90 dakikaya sıkıştırıldığını anlamak oldukça zor, zaten sahneleriyle 17 yaş altı için ebeveyn gözetimi gerektiren R reytingi almış bir film için fazlasıyla iyimser olmaktan başka bir şey değil. Amaç ve sebepler, anlatılmak istenilenler üzerine yoğunlaşılmamış filmde, daha çok konu akışına bağlı kalınarak hikaye anlatımı güdülmüş. Bu da 90 dakikalık süreyle birleşerek kitabın özgün yanlarının anlatılmasını kısıtlamış.

choke2008limiteddvdripxvid-imbt04020100-51-25

Victor kim?

Palahniuk’un en sevdiği olaylardan biri ana karakterinin ağzından bir anlatıcı rolü üstlenmek ve manifestolarını sıralamaktır, fakat film o kadar hızlı ilerliyor ki anlatıcı birkaç sahneye sıkışmış filmin genelini etkilemeyen bir faktör oluyor. Vincent’ın hissettiklerine harcanan vakit az, küçük Vincent’ın annesi ile yaşadıklarını anlamlandırmak film süresinde mümkün değil. Sanki Ida(Vincent’ın annesi) sadece uyuşturucu bağımlısı bir karaktermiş gibi gösteriliyor. Motivasyonlarına birkaç sahnede değinilmeye çalışılsa da filmin sıkışmışlığı sebebiyle bu sahneler de anlamsızlaşıyor. Filmin tek yapabildiği üsluptan bağımsız olarak en azından hikayeyi başından sonuna anlatabilme başarısı gösterebilmesi. Bunun dışında her özelliği ile romanın özgünlüğünü baltalar davranışlarda bulunuyor.

choke2008limiteddvdripxvid-imbt11033801-32-59

Her ne kadar uyarlamada sorunlar olduğunu düşünsem de Choke oyuncu tercihlerinde son derece başarılı. Şahsen Choke’u merakla beklememin en büyük sebebi Sam Rockwell’in Victor Mancini’yi oynayacak olmasıydı. Kendini karakteriyle bütünleştiren biraz da umarsız karakterleri çok iyi canlandıran birisi, özellikle Otostopçunun Galaksi Rehberi’ndeki Zaphod’u ile role uygunluğunu kanıtlar nitelikte. Kelly Macdonald’ın da Paige Marshall rolüne uyduğunu söylemek gerek.

Filme son yorumum, iyi bir romanın her zaman iyi bir sinema filmi çıkacağına yeterli temel olmadığı olabilir. Çünkü hikaye anlatımında sorunlar olmasa da Choke film olarak romanın içeriğini ve ruhunu yansıtmaktan uzak sade bir film gibi duruyor. Palahniuk’un dokunuşunu hissetmeniz bile oldukça zor. Sıkı Palahniuk hayranlarına ne olmuş romana diye bakmaları için tavsiye edebilir sadece, onun haricinde Choke sınıfta kalıyor her açıdan…

Cruel Intentions (1999) – Gençlik filminde feodal ihtiraslar estetiği

cruel_intentions_ver1

Cruel Intentions, 80′lerde pembe dizi tadında gazete yanında verilen erotik pembe dizi romanları ve İngiltere’nin feodal derebeylerinin asil ailelerindeki ihtiras zincirlemelerini temel alan bir klişeler silsilesi. Bu iki özelliği bir de gençlik filmi potasında erittiklerinde de tüm bu saçmalıkları yüz kez ısıtmışlar gibi sunmadan pazarlamanın bir yolu da bulunmuş oluyor.

Kathryn ile üvey kardeşi Sebastian hayatlarını uçlarda yaşayan zengin bir ailenin iki çocuğudur. Ailelerinden uzak olan ikili aralarında bir iddiaya girerler. İddiayı eğer Kathryn kazanırsa Sebastian’ın güzeller güzeli klasik arabasına sahip olacak, eğer Sebastian kazanırsa ise içten içe arzuladığı Kathryn ile birlikte olma şansı olacaktır. İddianın odağında ise kendini evleneceği erkeğe saklayan ve muhitlerine yeni taşımak gafletinde bulunmuş Annette vardır. İddia ise Sebastian’ın Annette’yi yatağa atıp atamayacağıdır.

Filmimiz daha özetinden sonunun sinyallerini vermiyor değil. Sebastian çok fazla kadınla birlikte olan bir playboy’dur. Onun için kadınların değeri onlara ne kadar acı çektirebildiği ile orantılıdır. Zaten aynı psikolojik sakatlığa sahip üvey kardeşi ile birlikte ikisi ihtiraslarını hayatlarının amaçları haline getirmişlerdir. Ta ki çetin cevize çatana dek… Sebastian’ın Annette’ye aşık olacağını tahmin etmemek oldukça zor. Çünkü Sebastian ve Kathryn gibi iki uç kötücüllükte karakterin bir filme çok geldiği bariz ortada. Film de isteneni yapıp birini insancıllaştırırken diğerini daha da uca taşıyor. Ne de olsa ihtiraslarda bahsediyoruz, seyirci de kendini kaptırıp düzelene acımayla, gittikçe kötüleşene ise nefretle doluyor. cruelintentions1999hdripxvid-tlf-cd203064223-26-38

Böylece seyirci rolünü kabul ederek filme yorum getirmeksizin onayladığı yolda sonu buluyor. Tabi biz bu ikilinin neden böyle kötücül olduklarına dair düşünmeye pek de sevk edilmiyoruz. Düşünürsek ailelerinin ilgisizliği ve paranın her şeyi yapma gücünü serbest bırakmasının kontrol edilememesi ikisini bu duruma getirmiş olarak kabullenebiliriz. Sebastian’ın da Kathryn’e karşı hissettiği gizli duygulardan ötürü onun yolunu kendisi de kabul ederek bu hale geldiğini düşünmek mümkün. Ama tabi ki film, sorgulama yapmaktansa hayatımızda olmayan ihtirasları gözümüzün önüne sererek aşk ve seksin dayanılmaz izlenebilirliği ile seyircisini tavlıyor.

Film sonunda edindiğimiz fikirler de, “kötü eninde sonunda cezasını bulur”, “gerçek aşk diye bir şey vardır” ve “insanlar değişebilir” oluyor. Fakat duruma ve anlattığı senaryosunun doğasına getiremediği açıklamalar, yazımın da ilk cümlesinde belirttiğim gibi filmin, erotik pembe dizi romanlarından ayırt edilebilirliğini kaybetmesine sebep oluyor.

cruelintentions1999hdripxvid-tlf-cd201532823-26-04

Filmin senaryosundaki istismar edilebilir unsurlara bel bağlaması elbette hızlı bir kurguyu da yanında getiriyor. Güzel bir kurguyla kotarılmış film, her seyirciye hitap etme amacına hizmet ediyor. Zaten daha sofistike bir şey olsaydı da absürd kaçması kaçınılmaz olurdu. Ayrıca filmin müziklerine değinmeden de olmaz. Zamanının tüm hit’lerini tek bir albüm de toplamışlar. Film Placebo’dan Every Me Every You ile açılıyor, ortalarda bir yerde Fatboy Slim’den Praise You duyuluyor. Filmin bitişine yakınlaşınca ise The Verve’ün Bittersweet Symphony’sini duyuyoruz. Aradan on yıl geçince bir nostalji aşısı gibi geldi film bu açıdan, o yılların ruh haline dönmek için güzel bir imkan. Yıllarca da o dönemi içinde barındıracağı için doğru bir tercih olduğunu söylemek mümkün.

Filmde en beğendiğim oyunculuğun da Selma Blair’a ait olduğunu belirtmek isterim, film çekildiğinde 27 yaşında olan birinin 16-18 yaşları arasında bir kızı bu kadar becerikli canlandırması oldukça zor. Filmi pembe dizi seven desem hakaret olarak alınabilir onun yerine 17. yüzyıl İngiliz asilleri entrikaları filmlerini sevenlere tavsiye ederim. Bir de 90′lara özleminiz varsa iyi gelebilir, ama beklentiniz pembe dizi entrikaları ile donatılmış bir gençlik filminden öteye geçmesin. İyi seyirler…

Network (1976) – Modern televizyon yayıncılığına yergi

tt0074958_largecover

Network, televizyonun tam anlamıyla bir eğlence makinesi olarak yeniden tanımlanması sırasında hayali bir televizyon kanalında yaşananları ele alıyor. Televizyon tekellerinin ne kadar acımasızca kar güdümlü olduklarından televizyona bakış açımıza, kapitalizmin insanı ve dünyayı şekillendirişinden insan ilişkilerine yansıyışını anlatıyor. Tüm bunları da müneccim isabetliliğinde tutarlılıkla 30  sene öncesinden öngörüyor. Filmde izlediğiniz antiütopya ya da kabus, günümüzde gerçeğin ta kendisi.

Howard Beale yıllanmış bir haber spikeridir, fakat gün geçtikçe izlenme oranları düştüğü için, yönetimi değişmeye başlayan, UBS Yayın Grubu tarafından 2 hafta sonra işten kovulacağı haberini alır. Hayatı boyunca tek bildiği iş bu olduğu için kendini boşlukta hisseden Beale, canlı yayında intihar edeceğini duyurur. Bunun üzerini bir TV yıldızı haline gelen Beale’nin izlenme oranları önceki halinin kat be kat üstüne çıkar. Haliyle UBS’in yeni sahibi CCA de spikerin Amerikan halkına yakarışları ile deliliğin sınırlarında dolaşan vaazlerini yayına koyup sömürmekten oldukça mutlu olur.

Network, basın ve haberciliğin bilgilendirme görevinden kaymaya başladığı bir dönemde geçiyor. Radyo, insan hayatını yönlendiren iletişimi arttıran bir icatken tam olarak hiçbir zaman salt ve vazgeçilmez bir eğlence unsuruna dönüşememişti. Fakat televizyon doğası gereği şaşırtıcı ve ilgi çekici olmaya kendini zorunlu hissetti. Ne de olsa radyo dinlerken insanlar hem hayal gücünü çalıştırıp hem de başka işleri ile uğraşabiliyordu, televizyonda ise konsantrasyonunu vermiş bir kişinin başka bir iş yapması ya da hayalgücünü çalıştırması mümkün değil. İlk icadının ardından sadece bir iletişim cihazı olarak düşünülen televizyonun özelliklerinin istismar edilmesi çok uzun zaman almadı. Şimdi de elimizde düşünmenize bir saniye izin vermeyen bir görüntü bombardımanı var.

network1976dvdripxvidcd1-waf07935610-20-42

"I'm as mad as hell and I'm not gonna take this anymore!"

Bunun miladını da Network yazıyor, televizyonun haber bölümünün zarar etmesinden dolayı daha çok seyirciyi çekmeye yönelik şekilde içeriksiz ve manasız bir hale şekillendirilmesi ile başlıyor. Günümüzde reklamın iyisi kötüsü olmaz çok yerleşmiş bir laf, UBS de bunu düstur edinip gazete manşetlerine kötü de olsa çıkmaktan mutluluk duyuyor. Film sadece televizyonun içinin boşaltılmasına değil, televizyona çıkan hedefleri ve gayeleri olan insanların da içinin boşaltılmasını para için birbirine düşürülmesini ele alıyor. En geniş anlamda Network kapitalizmin ve televizyon kuşağının hayata bakış açısını da odağından çıkarmıyor. Televizyonda gördüğüne inanan, gerçekliği sorgulamayan nesli ve nesli bu şekilde yönlendirirken paraya para demeyen kapitalistleri gözler önüne koyuyor.

network1976dvdripxvidcd2-waf04450910-22-46

Filmin en başarılı yanı didaktiklikten uzak ve gerçekçi olması. Absürdlük büyük bir kısım kaplıyorsa da film içinde film kendi gerçekliğine sadık kalıyor. Karakterlerine sizi inandırıyor ve onları anlamanızı sağlıyor. Bu konuda oyuncuların başarılı performanslarının da etkisi çok büyük. Özellikle Howard Beale rolünde Peter Finch, peygamberliğine inandırıyor. Aynı zamanda kendisine söylettirilenler de bir o kadar vurucu oluyor. Faye Dunaway, televizyon kuşağını temsil etmekte çok başarılı. William Holden ise tam anlamıyla bir beyfendi.

Network zamanında 4 Oscar heykelciğine kavuşmuş gözden kaçmamış bir cevher. Fakat günümüzde adını duymak pek de kolay değil. Televizyon hakkında vakti zamanında yapılmış bu dengeli yergi günümüz insanından başka birine hitap etmiyor. Eski olduğu için güncelliğinin azaldığını düşünmek mantıksız olur. Hem özgün senaryosu hem de oyuncuların performansları açısından kaçırılmaması gereken bir film Network. İyi seyirler…

The Reader (2008) – Kurbanlaştırılmak…

readerposter

The Reader, 2. Dünya Savaşı’nı arkaplanda işlerken kendinden yaşça büyük bir kadınla ilişkiye giren Michael(David Kross)’ın hikayesini anlatıyor. İlk cinsel ilişkisini Hanna ile yaşayan Michael, Hanna(Kate Winslet)’nın ortadan kaybolmasından ardından hayatına devam eder. Ta ki savaş suçları mahkemesinde sanık koltuğunda otururmuş Hanna’ya denk gelene dek.

Film temel olarak, genç çocuk yaşlı kadın ilişkisini anlatıyor gibi dursa da sadece bundan ibaret değil. Aslen Hanna’nın Naziler tarafından kurbanlaştırılması ile, Micheal’ın Hanna tarafından kurbanlaştırılması incelenmiş. Micheal için Hanna ilk başta sadece bir heyecanken bir yerde annesi gibi her an ihtiyaç duyduğu bir şahsa dönüşüyor. Micheal bu ilişkiyi yaşarken çocukluğunu, normallikle bağlantısını kaybediyor. Bunun sonucunda da hayatında başta hoş gibi duran bu durum silinmesi zor izler bırakıyor. Film ikinci kısmında Hanna’ya yoğunlaşırken, aslen 2. Dünya Savaşı’nın savaş suçlularının ya da Naziler kullandığı alt seviye işçilerin suçlulukları ve kurbanlaştırılması üzerine eğiliyor. Bakış açısı tercih etmeksizin; Alman vatandaşı, yahudi, hukuk öğrencisi ve suçlu açısından olayı yorumluyor. Tüm bu yorumların ardında düşüncelerimizi zorlamaksızın sabitlemeyi başarıyor.

The Reader’ın en başarılı yönü hikayesini ne aşka ne de 2.Dünya Savaşı’na bel bağlamadan sunması ve her iki konuda da söyleyeceği sözleri sonuna kadar söyleyebilmesi. Hiçbir duygu sömürüsü olmaksızın iki olayın da sebep sonuçları film sonunda iletilmiş oluyor.the-reader-4

Oyunculuklara gelirsek, Kate Winslet’in bu seneki iki ödül avcısı filminden biri The Reader. Winslet şimdiden hem BAFTA hem de Altın Küreler’de En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü aldı buradaki performansıyla. Revolutionary Road’daki performansı da gerçekten başarılıydı ama onu bir tekrarlama olarak görmüştüm oysaki burada oldukça farklı bir Winslet çıkmış ortaya, film kesinlikle Kate Winslet’in performansı için bile izlenmeli. Aslen tüm oyuncular durumları hakkında konuşmamalarına rağmen film boyunca hisleri o kadar güzel yansıtıyor ki ne olup bittiğini çok güzel anlıyorsunuz. Hele finale doğru Michael ve Hanna’inı sahnesi bunların doruk noktalarından biri.

the-reader-5

Film anlatımında Hollywood’dan uzak, bağımsız ve Avpurai bir yol tercih ediyor. Michael ve Hanna arasındaki cinsel ilişki sahneleri cesaretle ve samimiyetle çekilmiş. Bir sahne bile ne eksik ne fazla. Klişelerden ve stereotiplerden uzak durulmuş, insanları koşulların şekillendirdiğinin vurgulanmasına önem gösterilmiş. Hanna’yı kendi sırları, Hanna’nın kendisi de Michael’ı şekillendirmiş. Auswitchz’de annesiyle kalan kızı da kampın koşulları şekillendirmiş, normal tepkiler verebilecekken basit bir talebi bile kendi yaşadıklarına saldırı olarak algılamasına sebep doğurur hale getirmiş. Onun kısaca anlattıklarına göre de kampın dışındaki yahudileri de kamplar şekillendirmiş ama kendisinden elbette farklı bir şekilde. Micheal’ın kızı ise kendi hatası diye düşünmüş babası onunla konuşana değin. Filmin insan ilişkilerine ve insanların raslantılarla nasıl şekillendiğine eğilme şekli ve buna odaklanması gerçekten mükemmel.

Stephen Daldry’nin sade anlatımı ve güzel senaryo oyunculuk gibi özellikleriyle kesinlikle izlenmesi gereken bir film. Kate Winslet’i ödül törenlerinde görüp hangisini izleyeceğinize karar veremediyseniz eğer, tercihiniz The Reader olsun.

Battle in Seattle (2007) – Bir hobi(!) olarak küreselleşme karşıtlığı…

battle_in_seattle

Battle of Seattle, 1999′da Amerika’daki ilk büyük küreselleşme karşıtı eylemi konu alıyor. Başarılı olan eylem, ilk defa ABD medyasını WTO(Dünya Ticaret Örgütü)’nun karşıtı olanların neden WTO’ya karşı olduğunu ele almasını sağlamış. Ardından pek çok daha büyük eylemin gerçekleşmesini sağlamış ve küreselleşme konusunda bilincin artmasını doğurmuştur.

Filmimiz gevşek bir şekilde bu konuya yaslanıyor biraz da işin içine kurgu katarak ilerliyor. Protestoları birebir canlandırıp amacını vermeye çalışırken televizyon görüntülerinden de faydalanıyor. Yönetmen tercihini ne belgesel ne tamamiyle kurgu seçmiş, ikisi arasında kurguya yakın bir yere filmi oturtarak izlenebilirliği arttırma amacı güdüyor.

En başarılı noktası kurguyu eklerken ajitasyona kaçmadan gerçekliği olabilecek olaylar içermesi. Özellikle evi karısı olan polis memurunun eylemler sonucunda kendini ikilemde bulması filmin ana temasıydı. Diğer konularda ise, özellikle de eylemciler konusunda basite kaçılmış ve her birine protesto etmek için bir sebep verilmiş. Sanki insanların fakirliğe karşı eylem yapması için fakir olması gerekiyormuş gibi düşünmek gerekiyor filmdeki eylemcileri görünce. Ki bilindiği üzere en çok ezilen en az eylem yapandır, ülkemizde de bunu görebilirsiniz. Film eylemcileri sadece basitleştirilmekle de kalmamış, eylemcileri sanki hayatlarındaki tek amaç oradan oraya eyleme koşmak olan, işleri, aileleri olmayan tek boyutlu derinliksiz karakterler olarak göstermiş. Özellikle ana karakterin (Jay) eylemde olmasının sebebi önceki bir eylemde olan kardeşine olan borcunu ödeme çabası olması başarısız. André Benjamin’in oynadığı karakterin kaplumbağalarla ilgili yaptığı açıklama akıl ihsan sahibi insanlara kafayı yedirtecek cinsten. Eylemcilere konan önyargı kalıplarını uygulamayı uygun görmüş film.

battleinseattle

Harrelson'ın performansı takdire şayan

Bunları yaparken en iyi tercih taraf seçmemekte olmuş, filmde zaten WTO taraf değil filmin WTO’ya karşı safta olduğunu söylemek mümkün değil. Filmdeki cepheler; eylemciler, anarşistler, polis memurları, polis şefi ve validen oluşuyor. Bunların hiçbiri de filmin sonunda suçlu çıkmıyor çünkü her biri işini yapmaya çalışıyor. Bu tarafların hiçbiri olayda en büyük sorumlu adledilemezken, her biri hatalı adlediliyor. WTO’nun motivasyonundan konu uzaklaşıyor ve eylemde yaşananlar odak noktası oluyor. Bunu başarısız bulurken en azından herkesin insan olduğu noktasında filmin karar vermesi de bir başarı. Sadece Jay’i kahramanlaştırmayı tercih ediyor. Onun haricinde tüm eylemciler kahramanlaştırılmazken, polis memurları da yerin dibine sokulmuyor. Denge başarı ile kurulabiliyor.

battleinseattleeylem

Tabi seyirci WTO suçluymuş bunu anlıyor, fakat küreselleşmenin sonuçları, eylem yapmanın ABD’nin en büyük özgürlüklerinden biri olması motifinin gerisinde kalıyor. Bir bakıyorsunuz ABD hala özgür bir ülke, tüm yaşananlar olduysa bile gene de hatasını anlayabiliyor ve tutukluları salabiliyor. Eylemlerin bu kadar büyümesinin sebebi de eylemcilerin başarısındansa yönetimin başarısızlığına gönderilmesi bu fikri pekiştiriyor. Ne de olsa her biri birer hayalperest?

Özetle, karakter gelişimindeki tembellik filmin en başarısız yönü, bir de Amerikan yanlısı dilinin bozmuyor olması filmi başarısız kılıyor. Gaye güzel olsa da sadece gaye yetmiyor, eleştiriler perdeye dökülürken gene bir süzgeçten geçmesi belki de filmin şanssızlığı. En azından Seattle olaylarına tanıklık ediyor olması hala filmi değerli kılıyor, gene de izleyecekseniz kendi süzgeçlerinize güvenerek izleyin. Küreselleşmenin, küreselleşme karşıtlığını bile kendi diliyle iletmesinden size yedirmesinden kaçının.

Revolutionary Road (2008) – Evlilik denen garip şey

revolutionaryroad1_large

Revolutionary Road, senaryosundan çok Titanic’ten yıllar sonra Kate Winslet(April Wheeler) ve Leonardo DiCaprio(Frank Wheeler)’yu bir araya getirilmesi ile gündemde kaldı. Bir dönem filmi olan Revolutionary Road, 1950′lerde işinden sıkkın bir koca ile hayatından sıkkın bir karının hayatlarını değiştirmeye yönelik adım atmaları üzerine kurulu. Tabi öncelikle filmin neden 1950′i set olarak seçtiğini sormak lazım, beni en çok sıkan şeylerden biri dönem filmi olmasına rağmen dönemle zerre alakası olmayan filmler. Sanırım bu yıllarda geçen filmlerin oldukça hayranı var yoksa prodüksiyon maliyetlerini arttıran bir tercih 1950′e set kurmak. Yoksa 50′lerde geçmesinin gözle görülür hiçbir faydası olmayan daha çok duygular üzerine kurulu bu filmi çekmenin mantığını bulamıyorum. Buradan ilk eksimi vererek yazıma devam edeyim.

Film erkek hegemonyasındaki aile ilişkileri ile kapitalizme hayat geçindirmeye belini bağlamış insanların hayatlarındaki mutlulukları sorguluyor. Hani farklı olanın kıskanıldığı, herkesin kendi gibi mutsuz ve çaresiz olmasının istendiği bir ortam var. Bunu farkeden April, Frank’in yıllar önce söylediği bir lafı hatırlıyor ve Fransa’ya giderlerse hayatlarının değişeceğini düşünüyor. Bunu Frank’le paylaştığında da olumlu bir yanıt alıyor ama ardından gelişenler iletişimsizlik ve düzene ya da kapitalizme olan bağlılığımızı sorgulamak yolunda ilerliyor.

revolutionaryroad1

Konunun çok da incelenmemiş yeni bir konu olduğunu söylemek mümkün değil, fakat bir kaç başarılı nokta var bunlara değinmek gerek. Öncelikle filmin tarzı oldukça feminist. Film boyunca iki sevişme sahnesi izliyoruz April’in içinde bulunduğu, ikisini de birkaç dakika bile almıyor ve sonucunda April tatminsiz olarak kalıyor. Bu kadar gerçekçi mutsuz sevişmeleri ya da evliliğin baskın öğesi olarak erkeğin kadına ve sekse bakış açısını güzel özetler nitelikte. Başka bir filmde bu kadar gerçekçileştirilmiş durumu açıklayan sevişme sahnesine rastlamamıştım oldukça sert ve eleştirel buldum.

Wheeler’ların dıştan mükemmel içten parçalanmış yapısı güzel anlatılmış, Fransa fikri doğduktan sonra insanların Wheeler’ları kıskançlıkla dolu kendi umutsuzluklarına çekme çabası da gerçekten başarılı. Michael Shannon’ın canlandırdığı psikolojik sorunları olan John Givings karakteri çok dolu ve hoş fakat bir yerden sonra senaristin filmde rol alıp hikayeyi yönlendirme çabasına dönüşüyor. Frank’le tartıştığı sahne açıklama amacı güder gibi.

revolutionary-road_l

Ayrıca film Kate Winslet’e Altın Küre ödüllerinde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü getirdi. Fakat Kate Winslet’i sevmeme rağmen Little Children’daki karakterine hiç uzak değil. Artık kendisini bu rollere çok hapsettiği düşüncesindeyim. Kendisini gerçekçi ve sert oyunculuğundan asla şirin rollerde gözünün olmamasından dolayı severim hatta Altın Küre ödüllerinden sonra çok sevinmiştim iki heykelciği de aldığına fakat bu filmden sonra eskileri sorgulamaya giriştim. Geriye gittikçe Kate Winslet’in hep benzer rolleri artık canımı sıkmaya başladı, öyle ki Revolutionary Road’a gelene kadar The Holiday’de, Little Children’da, Finding Neverland’de, Eternal Sunshine of the Spotless Mind’da ve hatta Titanic’te bile aldatan sorunlu bir kadını oynadı. Her filminde bir aşk üçgenine girmesi ya da psikolojik sorunlar seviyesinde kendine güvensizliğe sahip olması bir anda kafama dank etti. Umarım Kate Winslet’e olan saygımı bunlara benzer bir film daha izleyerek daha da kaybetmem.

Filme dönersek, bence Kate ve Leonardo ikilisini Titanic’ten beri özleyen ve o zamandan beri de bağımsız sinemaya hafif merak salmış kitlelere hitap eden bir film. Özgün konusu olmadığı gibi neden 1950′lerde geçtiğinin de anlaşılmaması cabası. İlişkiler üzerine filmlere bir bağımlılığınız varsa kaçırmayın yoksa çok da kayda değer bir film değil…

Çamur (2003) – Aşılamamış sınırlar üzerine…

Derviş Zaim’in 2003 yılında Kıbrıs sorunu üzerine Gökçeada, Konya ve Kıbrıs gibi farklı konumlarda çektiği film güncelliğini korumaya devam ediyor. Hala sınırlar ve sırlar açılmamış durumda Kıbrıs’ta. Derviş Zaim’de çocukluğunu geçirdiği topraklara bir gönül borcu gibi görmüş Çamur’u.

kurek

Çamur, askerliğinin bitmesine az bir süre kalmış olan Kıbrıslı Ali’nin bir anda sebebi anlaşılamayan bir hastalıktan konuşma yeteneğini kaybetmesi ile başlıyor. Ardından bağıramayan Ali, bölge halkının medet umduğu her türlü hastalığa iyi geldiği söylenen “çamur”un bulunduğu tuz gölü çivarında nöbet tutmakla görevlendiriliyor. Ardından çamurla ilgili olarak saplantılı hale gelen Ali üzerinden, Kıbrıs tarihi ve hızlı yoldan zengin olma hevesliliği üzerine bir senaryo anlatılıyor.

Film Kıbrıs konusunda gerçekçi olmak konusunda taraf tutmama konusunda gerçekten çok çaba sarfediyor. Olayların saçmalığı her iki tarafın yaptıkları saf seçilmeksizin yapılmış. Bu konuda başarılı olduğunu söylemek gerek. Özellikle Birleşmiş Millerler için bir proje yürütmeye çalışan karakter sanki Derviş Zaim’in gerçek hayatta gerçekleştirmek istediği projeleri gerçeğe dökmek isteyen kişi gibi. Bu kadar yakın tarihte önem arzeden bir olayı adam gibi ilk defa ele almış olmasıyla Derviş Zaim’i kutlamak gerek.

Çamur doğrudan anlatım yerine konusunu karakterlerine yediriyor. Taner Birsel’in oynadığı karakter tam anlamıyla çok güzel oluşturulmuş, bacakları kesilmiş arkadaşları da aynı gerçekçilikte, Ali’nin saflığı ve sonunda açıkladığı kadarıyla Kıbrıs sorunun üzerine etkisi inandırıcı kesinlikle. Çamura çıkartma zamanında topların saplanmasından dolayı çitlerle çevrildiği anlatılıyor filmde bir asker tarafından. Bu “Çamur’un cezalandırılmış olması” yalanı, bilinçaltına bakıldığında oldukça sert bir tavır. Aynı zamanda sadece ihtiyaçları, iyileştirici olan çamur, sınırın diğer tarafında olduğu için dışarıda kalmış olanlar Kıbrıs sorununun anlamsızlığı ile denk seviyede.

reynaud

Fakat film Kıbrıs konusuna değinirken araya farklı konular sokarak ve sonunda da kara film benzeri bir şaşırtmaca içermesiyle arada bir saçmalıyor. Saatlerce Kıbrıs sorununun Çamur üzerinden betimlenmesi ile meşgul seyirciye <spoiler>tarihi eser kaçakçılığı sonucunda filmdeki tüm erkek karakterlerin ölmesi durumu</spoiler> olabildiğince saçma ve gereksiz geliyor. Yavaş giden tempoya bir anda sokulan bu saçma dönüş filmin dokusunda kötü bir iz bırakıyor. Aslen kara mizaha yakın bazı espriler içermesine karşın bu son espri anlamsız kaçıyor.

Oyunculuklarda da Taner Birsel ve Mustafa Uğurlu dışında başarı görmek mümkün değil. Kıbrıs’ın yerlisi olarak canlandırılan bu karakterlerin bazen Kıbrıs ağzına yaklaşmaya çalışmaları bazen ise tamamen İstanbul Türkçesi ile konuşmaları karakterlerin oyuncular tarafından tam anlamıyla hazmedilemediğini ya da film öncesi yeterince yerel çalışma yapılmadığını hissettiriyor. Çünkü Kıbrıs ağzı tam anlamıyla Türkiye’de konuşulan Türkçeden ayrı bir tada ve dokuya sahiptir ve ayırd edilmemesi imkansızdır. Ama filmde Kıbrıslılara öykünen karakterler görüyorsunuz sadece. Ama Mustafa Uğurlu’nun filmin neredeyse tamamında sergilediği mimiklere dayalı oyunculuk oldukça başarılı. Taner Birsel ise karaktere tam anlamı ile kendisini adamış, filmdeki en olmuş karakter. Yelda Reynaud’u ise sadece imdat çığlığı ile hatırlamak mümkün, filmde en donuk karakter kendisi.

Çamur’un DVD’sinde kamera arkasını ve Derviş Zaim’le bir röportajı içeren bir ekstra da mevcut. Oradan anladığım kadarıyla filmde gerçekten kurguda çok fazla oynama yapılmış, 15-20 dakikaya yakın bir kısmın montajda kesildiğini düşünüyorum. Ekstralarda da bu sahneleri izlediğinizde hikaye anlatımına katkısı düşük ve gerçekten gereksiz sahneler olduğunu farkedeceksiniz. Sanki Derviş Zaim filmi kafasında tam oturtmadan çekmiş gibi anlaşılıyor bu sahneleri gördüğünüzde. Dünyanın en saçma ve başarısız ropörtajlarından birine de tanıklık edebilirsiniz DVD’de. Şansa ki Derviş Zaim soruları anlayabiliyor da filmin motivasyonları ile ilgili ipuçları veren anlamlı bir ropörtaja dönüşebiliyor sonuç.

Kısaca Çamur anlatmak istediklerini anlatmaya çalışırken sergilediği tutum ile saygı toplarken maalesef hikaye örgüsünde girdiği anlamsız detaylarla vuruculuğunu kaybediyor. Fakat anlatılmaya çalışılan tema tek başına incelendiğinde başarılı ve tarafsız bir film. Fakat toplamda başarılı olduğunu söylemek pek doğru olmaz. Kıbrıs sorunu ile ilgilenen bağımsız sinemaya meraklı veya Derviş Zaim filmlerini takip edenlere tavsiye edilebilir. Filmin DVD’si de internet sitelerinden 2.5 TL’ye temin etmek mümkün, verilen paranın ederinden fazlasını karşıladığı kesin.

Slumdog Millionaire (2008) – Bizi doğru cevaba götüren nedir?

A.R. Rahman feat. M.I.A.’dan O Saya’yı dinlemek için tıklayın.

slumdog-millionaire-poster

Yılın son demlerine yetişen, Türkiye’de 27 Şubat’ta gösterime girecek olan yılın “kendini iyi hisset” filmi tecrübeli yönetmen Danny Boyle’un ellerinden çıkıyor. Boyle, Trainspotting ile gönüllerde yer etmiş, 28 Days Later ile yerini kesinleştirmişken bir kaç sönük filmle “Unutulacak mı acaba”lara gark etmeye başladığımız anda bizi yakalıyor. Sanmayın bu sefer sönük dönüyor, Vikas Swarup’un uluslararası çok satanlar arasında bulunan kitabı Q&A’yi temel alan Hindistan’ın varoşlarına uzak durmaya çekinmeden Bollywood’a bizim Yeşilçam’ımız tadında göz kırpan bir filmle geri dönüyor.

Bildiğiniz gibi Bollywood, Hindistan’ın en büyük endüstrilerinden biri ve kendi tadına sahip, tabi abuk dans figürleri ve müzikal temelleri ile Türk insanına pek de yakınlaşamayan bir sinema. Ama Slumdog Millionaire sanırım Yeşilçam’a en çok yaklaşan filmlerden biri, Türk insanın da filmden çok uzak kalacağını düşünemiyorum bu sebeple. Filmde “varoş iti” Jamal Malik, “Kim 500 Milyar İster?”in Hindistan versiyonuna katılıyor, son soruya bir adım kala film bize şunu soruyor, Jamal Malik buraya kadar şans eseri mi, hile yoluyla mı, dahi olduğu için mi yoksa kaderinde yazılı olduğu için mi gelmiştir. Film sonuna kadar da bunun cevabını Jamal’in hayatından kesitlerle bulmaya çalışıyor, buluyor da :) .

slumdogmillionairedvdscrxvid08446700-40-23

"Ve çaycıdan yine doğru cevap!"

Senaryo hiçbir zaman temposunu yavaşlatmıyor, kendini gerçeklerden soyutlayıp Bollywood filmlerindeki gibi “fakir çocuk zengin olur” temasını da aslen temelinde gibi durmasına rağmen yan konu olacak derecede anlatıcı rolüne büründürüyor. Hindistan’ın dönüşümünden, azınlıklar ile yaşanan sorunlardan, fakirlikten, istismardan, çürümüşlüğe ana konuyu besleyip duruyor. Bunları da katiyen sömürerek ya da didaktik bir şekilde yapmıyor, tam tersine gözler önüne seriyor. Filmin çürümüşlüğe bakışının güzel olmasına rağmen Mumbai gettolarında yaşayan çocukların kendilerinin slumdog(“varoş iti”) olmadıkları konusunda filmi protesto etmeleri ise oldukça garip bir durum.

slumdogmillionairedvdscrxvid07566800-40-08

En fazla kazanan her zaman kör şarkıcılardır.

Oyunculukta da bir şok edicilik söz konusu, küçük Jamal’ı oynayan Azharuddin Mohammed Ismail gerçekten mükemmel. Hintlilerin soyundan mıdır, nüfusunun fazlalığından mıdır bilinmez, oyunculuklar film genelinde çok başarılı. Ama belirtmekte fayda var özellikle çocuk oyuncular hatasız. Danny Boyle’un da yönetmenliğini tekrar gösterebilmesi açısından Slumdog Millionaire çok iyi olmuş. Rahat izlenen görselliği yüksek yaratıcı bir sonuç çıkmış ortaya.

Müzikler bağlama uygun bir şekilde genellikle elektronik Hint müziklerinden oluşuyor. Filmle bütünleştikleri de kesin, Kim 500 Milyar İster?’in müziği bile yerli yerinde ve tatlı kullanılmış. Fakat A.R. Rahman feat. M.I.A.’nın O Saya adlı parçası filmin en özgün şarkısı olmaya aday. Sayfanın başında dinleyebilirsiniz şarkıyı.

slumdogmillionairedvdscrxvid10713500-36-32

Varoşların üstünde yükselen Mumbai

The Curious Case of Benjamin Button ile girdikleri ödül savaşından Altın Küre’de firesiz çıkan Slumdog Millionaire, Oscar’da da yarışı bırakmayacak gibi gözüküyor. Button 13 dalda Oscarlara adayken, Slumdog da 10 dalda adaylığı kaptı. Açık farkla Slumdog’un En İyi Film, Yönetmen ve Uyarlama Senaryo’da daha şanslı olduğunu düşünüyorum. İkisi de aslen benzer temalara sahip, ilginç bir insanın biyografik öyküsünü anlatıyorlar. Fakat Button, senaristinin etkisi ile Forrest Gump olmaya çabalarken ve durağanlaşarak vakit kaybederken, Slumdog asla temposundan ödün vermeyip değineceği konulardan da kendini eksik bırakmıyor. İkisi arasında kararsız kalanlara tavsiyem Slumdog yönünde olacaktır. İyi seyirler…

Kısa notlar;

- Bu arada Danny Boyle “Milyonlar” ile uğraşmaktan ne zaman kurtulacak. 2004 yapımı Millions filminde de küçük bir çocuk Euro’ya geçişe günler kala içinde tonla Pound’un olduğu bir çanta buluyordu. İlginç bir raslantı.
- Danny Boyle’un gözüne hayran olmamak elde değil, bu kadar ana akım bir filmde yaptığı değişik kamera açıları filme kaybettirmektense kazandırmış.
- Slumdog’un BAFTA’da da 11 adet adaylığı var, gözden kaçırmamak gerektiği düşüncesindeyim.