
Başta filmin isminin ne kadar abuk olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Aynı zamanda afişi de başarısız buldum. Bu filmi yaklaşık 3 seneden beri biliyorum. Fragman izlemeksizin film izlemeyi tercih ettiğimden film hakkında en ufak bir bilgim yoktu. Afişine bakıp ya da ismini düşünüp “Scarlett Johansson niye böyle bir filmde oynamış ki?” diye söylenip duruyordum. Kafamda hep bir sporcunun aşkı ve sporu arasındaki çelişkiyi ele aldığını kurup durdum. Sonunda bir yerden fragmanını izleyince iyi olabileceğine karar verip kuruldum ekran başına. Filmi izledikten sonra da afişin filmi hiç yansıtmadığına karar verdim. İsim ise idare eder…
Film hayatı şans üzerine kurulu bir adamın hikayesini ele alıyor. Bu şansın ne kadar iyi ne kadar kötü olduğu ise tartışılır. Fakir bir geçmişe sahip Chris Wilton (Jonathan Rhys Meyers) geçmişte başarılı bir tenisçiyken para kazanmak için pek de hayallerinin mesleği olmayan tenis öğretmenliği yapmaya başlıyor. Hocalığı sırasında Tom Hewett (Matthew Goode) ile tanışıyor ve anında iyi bir dostluk kuruyor. Yeni dostunu hayatına hızlı bir giriş yapan Chris, Tom’un kızkardeşi Chloe (Emily Mortimer) nin kalbini çalıveriyor. Fakat Tom’un nişanlısı Nola ile tanışınca (Scarlett Johansson) işler karışıveriyor.
Filmin en başından neler yaşanacağı belli olduğundan filmi doldurmak için kullanılan bir sürü ayrıntı sıkıcı geldi bana. Elim ileri alma tuşuna gidip gidip geldi. Aynı zamanda Nola’nın abartılı seksiliği, Chloe’nin gereksiz saflığı ve Hewett ebeveynlerin şahşahalarına yakışmayacak iyi niyetliliği çok iticiydi. Filmin genelinde bir absürdlük hakimdi. Evet kurgu iyiydi hakkını vermeliyim. Filmin başının ve sonunun bağlanma şekli çok zekiceydi. Karekterlerin davranışları ve özellikleri bu kadar abartılı olmasaydı ve film “absürd” yapılmaya çalışılmasaydı daha keyifli olabilirdi. Şimdi modern sanat sevenlerden gelen eleştirileri duyuyor gibiyim fakat bu tarz bir konuda da Woody Allen tarzı olmamış, üzgünüm…
Filmin ele aldığı konu aslında hayatımızın rutinlerinden iki önemli olaya vurgu yapıyor. İlki şans kavramı. Her ne kadar hoşumuza gitmese de planlarımızdan, çalışmamızdan, tercihlerimizden çok rastlantısal olaylar hayatımızı alıp götürüyor. Bize yepyeni güzel sayfalar açıyor ya da elde ne var ne yoksa silip süpürüyor. Zaten filmin açılışında da bu şans kavamı hakkında üç beş söz söyleyip tenise gönderme yaparak buna vurgu yapılıyor. Filmin sevdiğim yanlarından biri aslen şans kavramına değinmiş çok da film olmaması. Kadere, azmin zaferlerine, şans eseri hayatta olan değişimlere gönderme yapan bir sürü film var fakat insan hayatının şans üzerine kurulu olduğunu hatta hayatı şansın yönettiğini bu kadar açıkça ,kabul etmeyi yediremeyeceğimiz doğrulukla özetleyen başka bir film izlemedim daha.

İkinci vurucu nokta ise duygu mantık ikilemi hakkında geliyor. Tabi filmde duygudan çok şehvet işleniyor. Zaten filmde de olayın duygu ile ilgili değil şehvet ile ilgili olduğu açıkça söyleniyor. Hiç de bizi kandırıp çaresiz bir aşk hikayesi safsatasına dönüştürülmüyor olay. Herneyse… Film bir ikilemi güzel işliyor. Chrisin filmin en başından itibaren Nola’yı arzulayıp, tüm romantizmiyle Chloe’yi kucaklıyor. Bunu yaparken en ufak bir çelişki, vicdan rahatsızlığı ya da mide bulantısı hissetmiyor.

Bu çoğu insanın hayatında yaptığı birşey. Toplum tarafından ya da idealler doğrultusunda en doğru seçilen yolu kucaklayıp, içimizden gelen ve en hayvani içgüdülerimize dayanan isteklerimizi basturmamız. Bastıramıyorsak ya da bastıramadıysak da durumu temizlemek ve hiçbir şey olmamış gibi hayata devam edebilmek için de tüm bencilliğimizle önümüze gelen herşeyi ezip geçmemiz. Film bunu ilişkileri sembol alarak başarılı bir şekilde sergiliyor.
Boş vaktiniz bolsa izlenebilecek bir film. Güzel… Belki de sadece bana göre değil bilemedim.