Match Point (2005) – Şans üzerine kurulu hayatlar

matchpoint

Başta filmin isminin ne kadar abuk olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Aynı zamanda afişi de başarısız buldum. Bu filmi yaklaşık 3 seneden beri biliyorum. Fragman izlemeksizin film izlemeyi tercih ettiğimden film hakkında en ufak bir bilgim yoktu. Afişine bakıp ya da ismini düşünüp “Scarlett Johansson niye böyle bir filmde oynamış ki?” diye söylenip duruyordum. Kafamda hep bir sporcunun aşkı ve sporu arasındaki çelişkiyi ele aldığını kurup durdum. Sonunda bir yerden fragmanını izleyince iyi olabileceğine karar verip kuruldum ekran başına. Filmi izledikten sonra da afişin filmi hiç yansıtmadığına karar verdim. İsim ise idare eder…

Film hayatı şans üzerine kurulu bir adamın hikayesini ele alıyor. Bu şansın ne kadar iyi ne kadar kötü olduğu ise tartışılır. Fakir bir geçmişe sahip Chris Wilton (Jonathan Rhys Meyers) geçmişte başarılı bir tenisçiyken para kazanmak için pek de hayallerinin mesleği olmayan tenis öğretmenliği yapmaya başlıyor. Hocalığı sırasında Tom Hewett (Matthew Goode) ile tanışıyor ve anında iyi bir dostluk kuruyor. Yeni dostunu hayatına hızlı bir giriş yapan Chris, Tom’un kızkardeşi Chloe (Emily Mortimer) nin kalbini çalıveriyor. Fakat Tom’un nişanlısı Nola ile tanışınca (Scarlett Johansson) işler karışıveriyor.

Filmin en başından neler yaşanacağı belli olduğundan filmi doldurmak için kullanılan bir sürü ayrıntı sıkıcı geldi bana. Elim ileri alma tuşuna gidip gidip geldi. Aynı zamanda Nola’nın abartılı seksiliği, Chloe’nin gereksiz saflığı ve Hewett ebeveynlerin şahşahalarına yakışmayacak iyi niyetliliği çok iticiydi. Filmin genelinde bir absürdlük hakimdi. Evet kurgu iyiydi hakkını vermeliyim. Filmin başının ve sonunun bağlanma şekli çok zekiceydi. Karekterlerin davranışları ve özellikleri bu kadar abartılı olmasaydı ve film “absürd” yapılmaya çalışılmasaydı daha keyifli olabilirdi. Şimdi modern sanat sevenlerden gelen eleştirileri duyuyor gibiyim fakat bu tarz bir konuda da Woody Allen tarzı olmamış, üzgünüm…

Filmin ele aldığı konu aslında hayatımızın rutinlerinden iki önemli olaya vurgu yapıyor. İlki şans kavramı. Her ne kadar hoşumuza gitmese de planlarımızdan, çalışmamızdan, tercihlerimizden çok rastlantısal olaylar hayatımızı alıp götürüyor. Bize yepyeni güzel sayfalar açıyor ya da elde ne var ne yoksa silip süpürüyor. Zaten filmin açılışında da bu şans kavamı hakkında üç beş söz söyleyip tenise gönderme yaparak buna vurgu yapılıyor. Filmin sevdiğim yanlarından biri aslen şans kavramına değinmiş çok da film olmaması. Kadere, azmin zaferlerine, şans eseri hayatta olan değişimlere gönderme yapan bir sürü film var fakat insan hayatının şans üzerine kurulu olduğunu hatta hayatı şansın yönettiğini bu kadar açıkça ,kabul etmeyi yediremeyeceğimiz doğrulukla özetleyen başka bir film izlemedim daha.

match-point

İkinci vurucu nokta ise duygu mantık ikilemi hakkında geliyor. Tabi filmde duygudan çok şehvet işleniyor. Zaten filmde de olayın duygu ile ilgili değil şehvet ile ilgili olduğu açıkça söyleniyor. Hiç de bizi kandırıp çaresiz bir aşk hikayesi safsatasına dönüştürülmüyor olay. Herneyse… Film bir ikilemi güzel işliyor. Chrisin filmin en başından itibaren Nola’yı arzulayıp, tüm romantizmiyle Chloe’yi kucaklıyor. Bunu yaparken en ufak bir çelişki, vicdan rahatsızlığı ya da mide bulantısı hissetmiyor.

match_point11

Bu çoğu insanın hayatında yaptığı birşey. Toplum tarafından ya da idealler doğrultusunda en doğru seçilen yolu kucaklayıp, içimizden gelen ve en hayvani içgüdülerimize dayanan isteklerimizi basturmamız. Bastıramıyorsak ya da bastıramadıysak da durumu temizlemek ve hiçbir  şey olmamış gibi hayata devam edebilmek için de tüm bencilliğimizle önümüze gelen herşeyi ezip geçmemiz. Film bunu ilişkileri sembol alarak başarılı bir şekilde sergiliyor.

Boş vaktiniz bolsa izlenebilecek bir film. Güzel… Belki de sadece bana göre değil bilemedim.

Jacob’s Ladder (1990) – Gerçek algısı şaşmayagörsün…

jacobs_ladder Filmin afişi incelendiğinde farklı bir şey ilk sahnesi izlendiğinde farklı bir şey çağrıştırıyor insana.Ama filmin sonunda aslında çağrıştırılanlardan çok farklı olduğu anlaşılıyor.

Film Vietnam’da bir savaş sahnesiyle açılıyor. Savaş molasına çıkmış askerler ot keyfi yaparken bir anda çatışma çıkıyor. Kimi çatışmaya katılırken kimi otun etkisiyle deliriyor, kusuyor ya da ağzından kanlar fışkırıyor.  “Bir ot için fazla bir etki ne oluyor yahu?” derken bir anda kahramanımız Jacob’un (Tim Robbins) metroda uyandığını görüyoruz. Fakat bunun bir rüya değil Jacob’un Vietnam savaşında yaşadıklarını anımsaması olduğunu kısa bir süre içinde anlıyoruz. Vakit geçtikçe bu anımsamalar artıyor. Bir yandan da Jacob’u öldürmeye çalışan tuhaf yaratıklar ve asker arkadaşlarıyla yaptığı sohbetler filmin seyrini tamamen değiştiriyor. Film boyunca geçmişe gidip gelmeler, hayaller ve gerçekler temposunu arttırarak karışıyor ve film sonunda insanı nefes nefese bırakıyor.

Filmin en güzel yanı film boyunca olaylar ve Jacob’un sanrıları üzerine durmadan düşünmeye itmesi insanı. Yaşananlar gerçek olamayacak kadar doğaüstü, kahramanımız ise sanrı göremeyecek kadar bilinçli. Ama insan filmdeki tuhaflıkların çözümünü bulmak için doğüstü olaylar, şizofreni, askeriyenin oynunu gibi yaftalar yapıştırıveriyor .

Film boyunca hikaye akıcı bir şekilde gidiyor ve insanın beynini cidden yoruyor. Film sonuçlandığındaysa “mükemmel kurgu. helal olsun!” cümlesini kurdutturuyor insana.

İnsanın algısının şaşmasını konu alan, neyin gerçek neyin kurgu, neyin hurafe olduğu anlaşılmayan filmleri seven arkadaşlar abu filmi önemle tavsiye ediyorum. Çünkü bu film sırf bunu konu almıyor aynı zamanda izleyiciyi de aynı karmaşaya sokup her an “şöyle mi? yok böyle ” dedittiriyor.

Film hakkında daha birşey yazamıyorum çünkü yazılacak her satır spoiler niteliğinde. O yüzden sadece çok başarılı bir film diyor ve izlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum.

***Spoiler:

Filmin bunalımlı havası içinde, temponun en arttığı parti sahnesinden sonra Jacob’un evinde Sarah’ın yanında uyanması ve Gabe’le konuşması insanın içine su serpiyor. Bir rahatlama, mutluluk yaratıyor içimizde. Sonra Jacob gözlerini ateşinin düşürülmesi için yatırıldıığ küvette açtığında ve o iç ısıtıcı sahnelerin sadece havalenin etkisiyle gördüğü bir rüya olduğunu anladığında sessizce gözünden yaşlar akması Jacob gibi izleyiciye de aynı acıyı yaşatıyor. Kesinlikle favori sahnemdir.

jacobs-ladder-1990-tim-robbins-pic-2

*** Kısmi spoiler

90′ların sonunda 2000′lerin başında moda olan gerçekliğin ne kadar gerçeklik olduğu, algının şaştığı filmler biraz da Jacob’s Ladder’dan etkilenmiş bence. Buna örnek olarak Abre los Ojos ya da son versiyonu ile Vanilla Sky verilebilir. Konu açısından çok farklı olsa da temel mantık olarak ok da farklı yerlere çıkmıyor. Algının şaşması ve seyirciyi de allak bullak etmesi açısından da Brazil (1985)’e de benzettim ben. Belki de bir yandan renklerin ve filmin döneminin de etkisidir.

Volver (2006) – Almodóvar’a yakışmayan bir film

Film bir anda bir sürü konuya değinmiş ama açıkçası hiçbirini tam olarak anlatamamış. Ortada cinayet, tecavüz, yalan ve doğüstü olaylar hatta aile bağları bile var. Bu kadar malzemenin içinden toparlayıp bir konu çıkaramamış yönetmen. Sıkıcı bir film değil ama film bittikten sonra eee tepkisini vermekten alıkoyamıyor kendisini insan. Karakterlerin hangi hareketi ne amaçla yaptığı bir türlü anlaşılamıyor. Kopuk kopuk saçma birşeyler ortaya çıkıyor.

Film mezarlıkları temizlerken neşeli neşeli sohbet eden bir grup kadını göstererek başlıyor. Sonra bayanlar yaşlı ve alzheimer olan teyzelerini ziyaret ettiken sonra hippi bir annenin ot kafasıyla gezinen 40′larında olan komşuyu da ziyaret ediyorlar. Sonunda bütün bu ziyaretler bir anlam kazanıyor fakat sahneler o kadar abartılı, o kadar “bağımsız sinema”vari yapılmaya çalışılmış ki insanın gözünü oyuyor. Yel değirmenleri, parlak renkler, iri göğüslere dikizler… Bu film cidden benim tarzım değil. Sözümona doğal ve seyirciyi umursamaksızın geçen diyaloglar filmi film olmaktan uzaklaştırıyor.

Bilmiyorum ben mi çok ağır eleştiriler yapıyorum ama filmde olumlu pek birşey bulamıyorum. İlginç bir şekilde bu film kült filmlerden biri ve oylama yapılan sitelerde en az 7/10 almış, ayrıca Oscar’a aday gösterilmiş ve farklı yerlerden 44 ödül de kapmış.

Benim mi gözden kaçırdığım bir şeyler var bilmiyorum ama bu filmi Almodóvar’a kesinlikle yakıştıramadım.



2 Days in Paris (2007) – Kadına, erkeğe ve ilişkilere dair

Amerika’da yaşayan ve sevgili olan Marion (Julie Delpy) ve Jack (Adam Goldberg) Avrupa tatilleri kapsamında Marion’un Paris’teki ailesini ziyarete gidiyorlar. Fakat Paris’te Marion’un sadece ailesi değil eski sevgilileri ve anıları da bulunuyor. Aynı zamanda aile de öyle bildiğimiz ailelerden değil kendine has uçuk kaçık bir aile. Ne sınırlar, ne nezaket ne de gizlilik sözkonusu. ***Spoiler: Baba tam bir Jim Morrison düşmanı. Filmin ilerleyen sahnelerinde Marion’un annesinin Jim Morrison’la uzun yıllar önce yatmış olduğunu öğreniyoruz ve Jack’in muhteşem tepkisiyle karşılaşıyoruz: Annesi de kaşarmış!!

Marion film boyunca eski erkek arkadaşlarıyla görüşüp eski ilişkilerini hatırlıyor ve Jack de sevgilisinin hiç bilmediği yanlarına tanık oluyor ve sırlarını öğreniyor. Bu da Jack’te kandırılmışlık ve aldatılmışlık hissi yaratıyor ve ilişkiyi sorgulamaya başlıyor. Jack’in son derece huysuz ve aksi bir adam olması da Marion’un aklını karıştırıyor. Paris’teki iki günlük tatil tam bir işkenceye dönüşüyor.

Filmde kadının özgürlüğe düşkünlüğü ve kendi fesatlığı yüzünden erkeğini çileden çıkartması erkeğin ise büyük anlayış göstermesi ve kadının yaptıklarının zerresini yapmamasına rağmen haksız konuma düşmesi çok tatlı ve komik bir şekilde işleniyor. Anlatılan olaylar o kadar tanıdık o kadar bilindi ki film boyunca gülüp gülüp düşüncelere dalıyor insan. Kadın erkeğe karşı duruşunu korumaya çalışırken farketmeden yaptığı çirkeflikler ve erkeğin yağ sabır çekerken yavaş yavaş aşkını kaybetmesi rengarenk bir atmosferde sunuluyor. Sahneler o kadar güzel mekanlarda, o kadar güzel renkler içinde çekilmiş ki insanın koşup Paris’e gidesi geliyor. O yüzden Julie Delpy’i muhteşem yönetmenliğinden ve şirin oyunculuğundan dolayı ayakta alkışlıyorum.





Karşı cinsi azıcık da olsa anlamaya çalışan, terkedilmiş, aldatılmış, ilişki üzerine kafa patlatan ya da sadece eğlenmek isteyenlere kesinlikle tavsiye ediyorum…

Das Leben Der Anderen (2006) – Doğu Almanya’dan Sevgilerle

Film, Berlin duvarı yıkılmadan kısa bir dönem önceki Almanya’da geçiyor. Dönem hükümetin her alanda baskı kurduğu, sansürlerin, takiplerin, insanların özel hayatlarına müdahalenin havalarda uçuştuğu zamanlar… Her ülkede olduğu gibi sanatçı hükümete muhalif bir tavır sergiliyor ve sanatını özgürce icra edemiyor. Başrol kahramanlarımız Georg ve Christa-Maria da (Sebastian Koch, Martina Gedeck) bu sanatkarlarımızdan. Sevgili Georg solcu tiyatro senaristlerinden, Christa ise kendine güvenini kaybetmiş, sevgili kontenjanından Georg’un oyunlarında oynayan bir tiyatrocu. Diğer başrol oyuncumuz ise bu çiftimizi dinlemekle görevlendirilmiş gizli bir ajan (Ulrich Mühe). Ajan işini hayatı haline getirmiş, mutluluktan yoksun bir vatanseverken, dinlediği çift onun hayatını değiştiriyor. Kendi hayatını değil çiftin hayatını kendi hayatı gibi yaşamaya başlıyor ve işlerin seyri değişiyor.

Film insani duyguları çok güzel inceliyor. Benliğini korumak, işini korumak, ilişkisini korumak ve hayatını kurtarmak arasında çelişen hayatları etkili bir şekilde anlatıyor. Hepimizin yaşadığı çelişkileri o dönemin diliyle, o memleketin görenekleriyle karşımıza getiriyor. İşin güzel yanı bunu sadece bir karakter için değil filmdeki tüm karakterler için işliyor. Ayrıca duvarın yıkılışı öncesi ve sonrası değişen hayatları ve sanat anlayışını da azıcık ucundan da olsa gösteriyor.


Filmin sanatsal boyutundan da bahsetmemek olmaz diyorum. Renkler ve ışık itina ile ayarlanmış filmin verdiği duyguyu kaş göz yararak beynimize kazıyor. Her hayatın, her duygunun, her durumun rengi ve ışık tonu farklı ve itina ile seçilmiş.


Bir de gizli polisimiz Herr Wiesler’den (Ulrich Mühe) ayrıca bahsetmek istiyorum. Film boyunca hırs, acımasızlık gibi duygularla birlikte, aşk, merhamet, çocuksuluk ve yalnızlık gibi duyguların hepsini aynı karakter üzerinde şaşılacak bir tutarlılıkla aktarmış. 22 Temmuz 2007′de kaybettiğimiz son derece başarılı bu aktör film dünyası için ciddi bir kayıp bence…


Şunu da belirtmek isterim. Filmden çıktıktan sonra kendime gelmem büyük bir zamanımı aldı. Her sahneyi bir daha yaşamak hatta filmi hiç izlememiş olup bir daha bir daha izlemek istedim. Bir an önce en az 21 inch ekranda izlenmesi gereken bir film diyor iyi seyirler diliyorum…

***Spoiler: Bir parti sonrası birbiriyle romantik anlar yaşayan ve birbirine sarılan çiftimizi dinleyen ajanımızın aynı anda hemen üst katta yapayalnız kendi kendine sarılması içler parçalayıcıydı. Onların mutluluğunu ve paylaşımını azıcık da olsa yaşayabilmek için fahişeye sohbet edelim mi diye para teklif etmesi ise çok etkileyiciydi. Filmin sonunda kendine ithaf edilmiş kitabı satın alırken kendine hediye aldığını belirtmesi ve konumuna rağmen bu kitabı çocuksu bir mutlulukla eline alıp hiçbir şeyi umursamaması muhteşem bir son noktaydı. Evet bütün sahneleri anlatmak istiyorum…

Testament (1983) – Bildiğimiz felaket filmlerinden değil

Günümüzün felaket filmlerine baktığımızda yıkılan özgürlük anıtları, gökdelenler, patlayan mekanlar, fırlayan insanlardan geçilmiyor ortalık. Bir de nedense gelen hep Amerika’nın başına geliyor ve bir şekilde başkanın yarattığı mucizeler ya da bir kahraman modeli ile basit bir şekilde sorunlar çözülüp beyaz sarayın bahçesinde nuhun gemisi havası yaşanıyor. Filmler efektlerden bağımsız değerlendirildiğinde bir avuç klişeden fazlası kalmıyor elimizde…

Testament’ı ele aldığımızda klasik bir Amerikan 80′ler filmi gibi başlıyor. Sağlıklı bireyler, güzel bir ev, kendi içinde ufak tefek problemler yaşasa da mutlu gözüken ve birarada durmaya çalışan sevimli bir aile… Bu sahneler öfleyip pöflemelere yol açmaya başladığı anda filmin seyri bir anda değişiyor. Lafın gelişi bir anda değil cidden bir iki saniye içinde filmin gidişatı bambaşka oluyor. Bir anda mahvolmuş hayatlar bitmiş, yaralı, çaresiz insanlar görmeyi beklerken sadece tedirgin ve anlam verememiş insanlar görüyoruz.


Filmin en güzel yanı bir felaketi değil, bir felaket esnasındaki insan psikolojisini işliyor olması. Film insanı derinden etkiliyor çünkü konu ve durum olabildiğince doğal, ve gerçek işlenmiş, insana “ben de böyle hissederdim” dedirtecek cinsten. Özellikle anne (Jane Alexander) ve çocukların ölüme karşı duruşları yaşlarına göre ve aile içindeki konumlarına göre süper uymuş.

Oyunculara değinmeden geçemeyeceğim… Filmin büyük bir kısmını aslında çocuk oyuncular götürüyor. Yaşlarına rağmen muhteşem bir performans sergilemişler. Sanki filmi yaşıyormuş gibi oynuyorlar ve izleyiciyi de filmin içinde yaşatıyorlar. Filmden sonra çocukların yaşadığı travmayı ve ruhsal çöküntüyü hayal bile edemiyorum. Filmin yan rollerinden birinde yeni anne baba olmuş genç bir çiftimiz var. Baba gözlere bir yerden tanıdık geliyor. Daha yakından bakıldığında bu gencimizin Kevin Costner olduğu anlaşılıyor. Oyunculukta ilk senesi ve oynadığı 7. film. İnsanın içi burkuluyor. Bir zamanlar ne kadar yetenekli, genç ve yakışıklıymış kendileri. Yeni baba olmuş çaresiz, toy ve endişeli bir adamı ne kadar da iyi anlatmış bizlere. Helal olsun demekten alamıyorum kendimi…



Filmi baştan sona anlatmak tek tek her sahneden ve ayrıntıdan bahsetmek isterdim sizlere. Fakat izlemenizi kesinlikle tavsiye edeceğimden susuyorum şu noktada. Kişisel takıntılarımdan yola çıkarak tek bir öneri: 80′ler filmi diyerek lütfen bu filmi izlememezlik yapmayın. 80′ler filmlerini genelde sevmem ve sıkıcı bulurum fakat kesinlikle bu fim bir istisna…


***Spoiler: Film boyunca felaketin nükleer bir felaket olması dışında konuya ait hiç bir bilgi vermemesi süper. Hala düşünüyorum bu bir savaş mıydı, santral patlaması mıydı, başka bir kaza mıydı diye…