Geçenlerde izlemek için sabit diskte film ararken, hala ismini nerden bulduğumu hatırlamadığım Kundun gözüme çarptı. Genelde filmlerin senaryolarını derinlemesine inceleyip de sonra filmi izleyen bir insan değilim. Tercihlerimde daha önceden izlediğim filmlerden kalan yönetmen/senarist/oyuncu yorumları ve senaryonun özetinin özeti yeterli oluyor. Maksatını aşan özetlerden de hep nefret etmişimdir. Bir filmi karşımdaki insana izletmek istiyorsam hep tek yaptığım cd’ye çekip vermek ve bir bak ben beğendim genel olarak şunu işliyor ve şu oynuyor şeklinde olur.
Neyse ben bir zamanlar incelemişim Kundun’u beğenmişim, tabi üstünden vakit geçince insanın bir filmi neden beğendiğini unutması normal. Aklımda kalanlar Budizm ve Tibet olmuş bir de Scorsese, sakin ve sanatsal bir film beklentisi ile izlemeye koyuldum bu sebeple.
Film de bu erken yargıma tüm içtenliğiyle cevap verdi. Geçtiği zaman ve mekan gerçeklerinden dolayı film oldukça dingin ve elbette tablo gibi dalınıp gidilecek sahnelere sahip. İlk olarak filmimizin baş karakterinin küçüklüğünü ve Dalai Lama’nın 14ncü kez vücut bulduğu kişi oluşunun keşfedilişini izliyoruz. Film ilk kısmında Kundun’un fiziksel ve zihinsel gelişmesini, çocukluktan ergenliğe varmasını incelerken ikinci kısmında Tibet’in, Komünist Çin tarafından istilasına ve Kundun’un erken gelen erişkinliğine değiniyor.
Filmin parmak bastığı noktalara yaklaşımının objektifliği göz dolduruyor. Elbette filmin sonunda Tibet’e sempati besliyoruz ama tüm taraflar gözden geçirildiğinde günümüzde de böyle düşünmememiz imkansız. Neyse en iyisi iki konuya da değinmek…
En önemlisi filmin Budizm’i sadece ekrana yansıtırken Budizm’e yalın bir eleştiride bulunması. Sonuçta liderleri olan Dalai Lama’nın reenkarnasyon ile tekrardan başka bir insanda vücut bulabildiğine inanan bir din Budizm. Ve son liderleri ölünce 14ncüyü aramak için Tibet’in dört bir yanı kolaçan ediliyor. Kendine has özellikleri olan ana karakterimiz, ancak 13. Dalai Lama’nın bilebileceklerini bilmesi ile yeni Dalai Lama olduğu kabul edilerek başkente götürülüyor. Çocuk yaştaki karakter tahta çıkarılıp annesi babası tarafından bile saygı görüyor, binlerce insan önünde eğiliyor. Film burda belki gerçek, belki raslantı, belki de uydurma olan bu olayları sorgulamadan izleyiciye iletiyor. Çocuğun büyüme safhasında çocukluğunu yaşayamaması ve belli bir yaşa geldiğinde tahta geçmesinin ardından gerçekten Dalai Lama’nın reenkarnasyonu olup olmadığından şüphelenmesi ve bunu sorgulaması hoş bir detay. Bunun dışında yüksek seviyedeki rahiplerle Buda heykeli önünde meditasyon yaparken karakterin olanlara anlam verememesi, bir kaptan su içen bir fareye gülmesi ve saflığı, bu sorgulamayı bize de yaptırtma gayesi güdüyor ama inceden inceye. Bu ve nice sahneyle karakterin sadece bir çocuk olduğu detayı asla atlanılmıyor. Ona Tibetliler tarafından bahşedilen ünvanı tam doğru olarak empoze edilmiyor ve karakter daha çok dininin özüne bağlılığı ile öne çıkarılıyor.
Filmde Çin’in yaptıklarının haksızlıkları anlatılmasına rağmen Hollywood’dan alıştığımız kötü karakter klişeleri yok. Kötü olduğunu, Tibet’e düşman olduğunu, din rejimi ile komünizmin zaten arasının nasıl olduğunu biliyoruz ama Çin mantıksız davranan saçma ve klişe bir kötü rol oynamıyor filmde. Çin’in yaptığı Marksizm’in “Din toplumların afyonudur.” düsturunu gerçekleştirerek Tibet’in ne kadar barışcıl bir din de olsa geleneksel yapısı ve dinsel yönetimini yıkmak temelde. Tabi çıkarları yok mu Tibet’te? Bunu tartışmaya bile gerek olduğunu düşünmüyorum açıkcası.
Kendi görüşümü sorarsanız, filmin bu ikilem hakkında eksiklikleri var. Tabi Scorsese’nin film genelindeki kişisel tercihlerine bakıldığında az sonra söyleyeceklerimin filme yansıtılması filmi değersiz bir hale getirirdi. Ama dillendirmeden de duramayacağım. Öncelikle Budizm, ne kadar barışcıl ve insancıl bir din olsa da, manastırlardaki rahiplerin bir nevi soyluları oynadıkları bir feodal toplum yapısına sahip Tibet. Köylü çalışır ve tapınağa verir, gönüllü sömürü düzenidir. Ayrıca bilimsel gerçeklere oldukça uzak ruhani inanışlara sahip, ne kadar ilginç inanışlar olsa da davulun sesi uzaktan hoş gelir. Benzer yöntemlerle yönetildiğimi düşünülmek bile istemiyorum. Peki tüm bunlar bir kültürün yokedilmesini haklı çıkaracak gerekçeler midir? Kesinlikle değildir. Bence örnek bir temel isteğe sahip olduğu için devamlılığı kesinlikle sürmelidir, ama elbette feodal düzen ve geleneklerin gerçekleştirilmesi günümüzde imkansızdır. Bunların üstünden gelmesi gereken de Tibet halkıdır başka kimse değil.
Bu durumda Çin’e işgal edip “Sizi afyondan kurtaracağız” demek düşer mi? Düşmez elbette. Çin de zaten kurtarma değil, asimile etme gayesindedir. İşgal ardından bölgeye binlerce Hun Çinlisi göç ettirilmiş ve toprak reformu gerçekleştirilerek manastırların elinden araziler alınıp halka dağıtılmıştır. Bir doğru, bir yanlışı götürüyor ama maalesef. Toprak reformu ne kadar ihtiyaçsa, bir bölgenin demografik özelliklerini de kendine yakın bir kitleyle şekillendirmek de o kadar yanlış. Yüzlerce manastırın yıkılması, rahiplerin ve yöre halkının katledilmesini katmıyorum bile. Günümüzde hala Tibet, Çin’in bir parçası. Bunun sebebinin ise Tibetlilerin barışçıllığı olması ise üzüntü verici.
Filme geri dönersek, Scorsese gerçekten tüm diğer batılı yönetmenlerin düştüğü mistizm satma çabasından uzak yalın anlatımı ile göz dolduruyor. Tibet’i olduğu gibi izliyorsunuz, seyirciye bir şeyler anlatma, öğretme ve taraf tutma çabasından uzak olması izlenirliği arttırıyor. Ayrıca sahnelerin güzelliği ve müziklerin uyumu ile dinginlik içinize kadar işleniyor. En çok senaryoyu tartıştık zaten, onu anlatmaya gerek yok. Gerçekten hakettiğinden oldukça az değer görmüş, tarihsel ve sanatsal bir eser bekliyor izlememiş olanları.