99 Francs (2007) – Büyük daha iyidir!

99_francs_00_pbig

Evet. Kesinlikle etkileyici ve şaşırtıcı, insanı bir oraya bir buraya götüren, kendi benliğinde de seyahat ettirme zevki tattıran bir film aynı zamanda. Gerektiğinde izleyicisinin de fikrini kabul eden ya da kabul ettirten bir film. Üzerine zevkle düşünülebilen bir soru belki.

Filmle ilk karşılaştığımda Japon pazarı (Çin pazarı mı yoksa?) aklıma geldi. Çoğunlukla şu 1 tl lik ürünlerin yığıldığı sepetler dolusu plastik mallardan bahsediyorum. Arz talep ilişkisi, ürünler, tüketiciler, dağıtımcılar, üreticiler ve tüm bu ağın bağlantı elemanı olan reklamcılar. Adeta hormonlar gibi dengeleme yapmaya çalışan, ilgili maddenin ilgili birime ulaşmasını sağlayan aracılardan bahsediyorum.

Filmde verilen bir istatistik özellikle dikkatimi çekti. Sayıyı tam olarak anımsayamıyorum ama hayatımız boyunca maruz kaldığımız reklam adedi tahminlerimin epey üzerindeymiş. İşin can sıkıcı yanı radyo dalgaları kadar fevri bir biçimde buna maruz bırakılmamız. Düşününce mide bulandırıcı bir hal bile alabiliyor.

Reklamlar çarkı çeviren etmenler bana göre. Peki ya işin içinde olan birinden bunları dinlemek ister miydiniz? Bilmiyorum gördünüz mü halay çeken inekleri? Ya da inadına “kinder çaklıt” telafuzu yapan reklamları? Adeta erotik filmden farkı kalmayan çikolata reklamlarına de demeli? Yediğimiz çikolata bizi uzaya mı götürüyor? Yedikten sonra başka bir kişiliğe mi bürünüyoruz yoksa? İçerisinde bir dünya reçelimsi madde barındıran koca kekler gerçekte neden o kadar ”koca” değil peki?

elisa-tovati1
Aslında sorulacak çok sorum var. Liste böylece uzayıp gider. Aynı zamanda bu yazıyı yazarken filmin müziklerini dinlemem de zihnimi epeyce açtı gece gece. Film müzikleri bana göre mükemmel tasarlanmış. Octave (Jean Dujardin) ın içinde bulunduğu ruh hallerini iyi yansıtıyor. Özellikle kız arkadaşı ile olan bölümde etkilenmemek mümkün değil. Hele o “reklamsal aileye” ne demeli? Suratlarındaki o salak gülümseme ve tekrarlayıp durdukları replikleri? Cenin görüntüsü önündeki çılgın ve bir o kadar anlamsız dans? () Otomobille girilen şekerleme diyarı?

movies_0-9_99_francs_009369_11
Reklamlara bir bakacak olursak eğer hep sırıtan, gülen insanlar olduğunu görüyoruz karşımızda. Hiç birinin kusuru yok. Adeta mükemmel yaratılmışlar. Kilo problemleri yok, boy problemleri yok, dişleri kabul edilemeyecek kadar beyaz, traş olan dayımlar kas yumağı, ne bir sivilce ne bir iz söz konusu. Hepsi fabrikalarda üretilmiş gibi.

Kısacası koca bir yalandan ibaret bir dünya reklam dünyası. Yalan söylemek ve inandırmak mühim olan. Ne kadar çok mürit o kadar çok para ve üretim demek. İşte bu film bu işe giriyor biraz. Bilirsiniz gelenekçi ve zeki reklamlar vardır. Bu benim kendi düşüncem tabi. Çok miktarda yoğurdumuz var istemez misiniz?

vahina-giocanteGelenekçi reklamlara Calgon ve çamaşır makinasını izin almaksızın götürme eğilim olan dayımın geçtiği reklam örnek gösterilebilir. Zeki reklamlar ise yaratıcı bir sürecin ürünleri olup benzerlerinden kolaylıkla sıyrılan yapımlardır. Bundan bahsettim çünkü devamında reklamcılığı konu alan bu filmin ne kadar reklamcılıkla harmanlanmış bir yönetimi olduğunu söylemek istedim. Uyuşturucu madde kullanımı, kendi kendini arayış, depresyon, aldatma, yalnızlık, reklamların içinde olup reklamların yarattığı dünyanın esiri olmak bu filmi tanımlamak için kullanılabilecek diğer kelimeler olabilir.

Son zamanlarda izlediğim en yaratıcı bakış açısına sahip film diyebilirim. İzlemesi oldukça eğlenceli, sürükleyici ve süratliydi. Kesinlikle tavsiye ederim.

Blindness (2008) – Görmezsen dünya değişir mi?

Unknown

Herkesin delirdiği, ete acıktığı, zombilere dönüştüğü salgın filmlerinden bıktınız mı? İşte karşınızda Blindness! Adından da anlaşılacağı üzere Blindness, hızlıca yayılan bir salgınla tüm insan ırkının kör olmasını konu alıyor. Konusu sebebiyle, diğer salgın filmlerinden ayrılıp yabancı bir saldırganlıktansa insanın içindeki kötücüllüğü ve muhtaçlığı konu alıyor.

Film trafik ışıklarında duran bir araçta bir anda bir adamın kör olmasıyla başlıyor. Karısının eve gelmesiyle doktora giden adamın hastalığının ne olduğu tam da anlaşılamıyor. Bir sonraki gün geliyor göz doktoru da kör olduğunu farkediyor ve birdenbire göz doktorunun bekleme salonundaki ve kör olan ilk adamla aynı ortamda bulunan herkes birer birer kör olmaya başlıyor. Ülkenin her yerinden gelen yüzlerce şikayet sonucunda hükümet karantina ilan edip tüm hastaları izole edebilecekleri bir merkeze götürüyor. Doktorumuzun karısı da zor bir karar verip henüz kör olmamış olmasına rağmen onunla birlikte gitmeye karar veriyor. İlginç bir şekilde de sadece ona hastalık bulaşmıyor.

Blindness herkesin kör olduğu kimsenin birbirine bakamayacağı bir dünyada olayların nasıl gelişebileceğine dair fikrini küçük bir kitle üzerinden bir karantina binasının içinde yaşananlardan feyz alarak sunuyor. Şimdiye kadar gördüğünüz salgın filmlerindeki gibi saldırganlık ve aksiyonun Blindness’ta olduğunu söylemek mümkün değil. Blindness daha çok bizim içimizdeki hayvana odaklanıyor. Elbette şiddet vücut buluyor, ezen ve ezilenler oluyor ama bunlar bir aksiyon şemasında değil de gerçeklik içinde veriliyor. Filmin gerçekliği ve olaylara inandırıcılığında büyük pay sahibi olan kişinin Cidade de Deus’tan tanıdığımız Fernando Meirelles olduğunu söylemek hata olmaz. Ayrıca Blindness’taki körlük sadece bembeyaz bir görüşe sahip olmasına sebebiyet veriyor hastaların, film de aynı hissi size parlaklığı açılmış bembeyaz sahnelerle yansıtıyor.

blindness-3

Filmde renk kullanımı tema ile mükemmel bir uyumda

Filmin bazı sahneleri kimileri için rahatsız edici olabilir, bunu saf şiddet olarak algılamayın psikolojik olarak etkileyebilen insanların muhtaçlığının ahlak kurallarının yeniden yazılmasına sebebiyet verdiği sahneler rahatsız edici olanlar. Film bunları istismar etmese de gerçekten bunları olabildiğince doğrudan ve vurucu veriyor. Öyle ki ellerimin titremesine sebebiyet veren ve geren sahneler oldu.

blindness-2

Gael García Bernal, kör ama hala cingöz

Blindness oyuncu tercihleri açısından bağımsız sinemayı ya da Avrupa/Latin Amerika filmlerini takip edenleri mest edecek cinsten. Başrolde Julianne Moore, Mark Ruffalo ile mükemmel bir performans sergiliyor. Filmin kötü adamı ise Pedro Almodovar filmlerinden ve Motorsiklet Günlükleri’nden tanıdığımız Gael García Bernal. Cidade de Deus’ta oynamış olan Alice Braga ve Danny Glover ise yine derinlikli karakterlerden. Körlük başlı başına oynanması zor bir durum, bir de bunu tüm oyuncularınız kör olduğunda becerebilmek sırıtmamasını sağlamak gerçekten büyük bir başarı. Bu oyuncu kadrosuyla filmin inandırıcılığı tam olarak sağlanabilmiş. Özellikle Julianne Moore inanılmaz bir rol üstleniyor, sadece onun için bile izlenebilir.

Filmi, distopyalardan ya da salgın filmlerinden hoşlananlara tavsiye ederim. Listelediğim oyunculardan herhangi birinin hayranıysanız kesinlikle izlemeniz gereklidir diye düşünüyorum, çünkü bu film o oyuncuların her birinin daha önce oynadıkları ve büyük ihtimalle beğendiğiniz filmlerin ayarında. Şaşırtıcı bir film Blindness, kesinlikle kaçırılmaması gerek.

Spoiler olabilecek kısa notlar:

* Filmin sonunun yeterli vuruculukta olmadığını söylemek hatalı olmaz. Fakat filmin gelişiminden de daha fazlasını bekleyemiyorsunuz. Yani bu hikayenin gidişhatı zaten bu sona zorluyor. Çok zorlanmadan bulmanız mümkün, gene de filmden çok şey götürmüyor.
* Özellikle 3.ncü koğuşun kadınları istediği sahne ve ardından gelişim idi filmde en rahatsız edici sahneler. Böyle bir durumun bu kadar doğrudan ve olduğu gibi çekilmiş olması, olaylardan önce gerçekleşen sorgulama filmi izlemek için başlı başına bir sebep.
* Filmin renklerine taptım, beyazlık mükemmel bir şekilde sizi de körleştiriyor.

Happy-Go-Lucky (2008) – Gerzekcesine mutlu!

happy-go-lucky-poster

Düzenli diş fırçalamanın faydaları!

Happy-Go-Lucky, İngiltere’de mutlu olmaktan mutlu olan, çevresine enerji saçmayı kendine görev edinmiş bir ilkokul öğretmeni Poppy’nin hayatına bakış atıyor. Çok uzak değil, benzer örnekler hele de Amelie göz önüne alındığında filme neden İngiliz Amelie’si dendiğini anlamak zor değil. Ama ikisinin nasıl aynı kefeye konulabildiğini anlamak oldukça zor.

Film Poppy üzerinden gittiği için öncelikle bu rolü üstlenen Sally Hawkins’in performansını konuşmak mantıklı olur. Karakter mi böyle yaratılmış yoksa kendi suçu mu bilemiyorum fakat Poppy’nin abartılı jestleri ve anlamsız davranışları ilk saniyeden filmin sonuna kadar çantasından antidepresan hapları çıkarması için beklemenize sebep oluyor. Fakat filmin sonunda şüpheleri yoketmek için Poppy’nin davranışlarının sadece herkesi mutlu etmek için olduğunun söylenmesi belki de çok daha derinlikli psikolojik saptamaların önünü kapatıyor. Poppy hasta olduğun farkında bile olmayan tam anlamıyla bir çatlakmış.

Senarist ve yönetmen Mike Leigh’in nasıl böyle bir karakterin katlanılabilir olduğunu düşündüğüne akıl sır erdirmek güç. Çevresini mutlu etmeye çalışan insanların deliliklerine mi gönderme yapılmış? Çevreni mutlu etmenin hata olduğu mu söylenmeye çalışılmış acaba. Bunlar sadece iyimser fikirler olurdu, senaristimiz karakterin gerçekliğinin olmadığını bildiğinden abartarak masalcı Polyanna vari bir his katmaya çalışmış. Tabi ki Polyanna’ya baktığınızda saflık görebilirsiniz ama rahatsız edici şekilde insanların üstüne gelen bir tavrı mevcut değildir.

happygolucky2008limiteddvdripxvid-amiable-cd203118223-59-38

Bu aptal ifadenin ardında ne derinlik(!) var oysa ki!

İnsanları mutlu etmenin yolu birkaç küçük hareketten ya da jestten geçer, gerzekçesine mutlu olmaktan ya da insanların rahatsız edercesine üstlerine gitmekten değil. Sanırım senarist kendi sosyal kopukluğuna hayat buldurmuş, herkesin mutsuz olduğu bir dünyada mutlu olan ve mutlu eden bir karakterin nasıl olabileceğine dair fikirleri olmadığını ortaya dökmüş. Karaktere verdiği hızlı konuşma, kafasını arabanın arkasına konan köpek biblolar gibi sürekli sallama ve içe çekip verdiği nefes gibi jestler de sayesinde de rahatsız ediciliğe vucüt buldurmuş.

happy-go-lucky

Filmde her ne kadar mutlu olmasına rağmen çevresini bir türlü mutlu edemeyen Poppy’ye değiniliyor, fakat daha izleyici bu karaktere tahammül edemezken hayatta karşılaşan karakterlerin bu tepkilerine şaşmamak gerek. Bence Poppy’nin sorunu başkalarında değil de kendisinde araması gerek. Ama karakterinin sorunlarını anlayamamış, ne diye yarattığını kavrayamamış bir senaristten bunu beklemek çok fazlasını istemek olur. Özetle Poppy, filmin ana karakteri bir filmde görebileceğiniz en içi boş empati kurulmamış karakter. Hakkında bir hıciv videosu çeksem sanırım daha gerçekçi temellere dayandırabilmem zor olmaz.

Neyse, karakterin filmi çökertmesini geçebilirsek filmde incelenen diğer konuların ana karakterin anlamsızlığı yüzünden boğulduğunu görmek zor değil. Sürücü kursu öğretmeni, hamile kız kardeşinin evlilik ve hayat konusundaki çelişkileri, sokakta yaşayan adamla kurulan diyalog oldukça gerçekçi ve tespit içeriyor fakat bunların hepsinin güme gittiğini söylemek hata olmaz.

Filmin temellerinde sakatlığa müzik seçimindeki saçmalığı da eklerseniz izlerken bir eziyete dönüşmesi olası. Yüzünüze bir gülücük koyacağını iddia eden filmin o gülücüğün senariste sempati içeren bir gülücüğe dönüşmesi çok daha olası. Aklınız varsa, ne diye Altın Küreler’de gerçekdışı (sözlük anlamında) performansıyla Sally Hawkins’e ödül verildiğini bile anlayamayacağınız, Happy-Go-Lucky’den uzak durun.

Religulous (2008) – Dinler evrenine tersten bakış

405px-religulous_poster

Borat'ı yönetmek iyi bir referans mıdır ki?

Religulous, İngilizce religion (din) ve ridiculous (saçma) kelimelerinin zekice birleşimininden oluşturulmuş bir laf oyunu. Adını seçmekteki cesareti filmin geneline de yayılmış, Bill Maher yıllardır dinleri de kendine konu edinmiş bir komedyen. Filminde de hedefine dinleri alıyor ve dinlere karşı eleştirilere hoşgörünün ya da eleştirilerin sonuçsuz kalmasını sorguluyor.

Film büyük bir kısmını Hıristiyanlığa ayırıyor, ABD’den çıkmış bir film olarak bunun olmaması beklenemez elbette. Bu konuda da yeterli donanımları olduğu için tarikat lideri, yaratılış müzesi müdürü ya da senatör gibi farklı ünvanlara sahip pek çok kişiyi gerçekten alaşağı edebiliyorlar. Akıllıca sorulara mantıksızca cevaplar ala ala kimi mantıksızlıkları kabul ettirmeye çalışıyor. Elbette kabul ettirmesi mümkün olmuyor. Filmde sadece Hıristiyan fanatikler değil; eskiden bir mezhebe mensup(Mormonlar), eski rahip ve hatta Vatikan Rasathanesi’nin başındaki rahip gibi Hıristiyanların güncel görüşlerine muhalif kişilere de yer veriliyor. Tüm bu kişiler aslında tüm Hıristiyanların aynı fikirleri paylaşmadığını, kimilerinin uçlarda yaşadığını ve politikanın süreklice dini sömürdüğünü dile getirmeye olanak veriyor. Bu açıdan radikal Hıristiyanların gereksiz bir üstünlüğü olduğuna vurgu yapıyor. İsa’nın söyledikleri ile İncil’in farklılıklarından dem vuruyor.

Burada aslen insanların konu inançlara geldiğinde ne kadar cahilce davranabileceği gösterilmeye çalışılıyor. Bir senatörün zekasını sorgulayan soruya “Senatoya girmek için IQ testi istemiyorlar ki” cevabı vermesi ile Maher’in tez cevaplılığının başarısı görülebiliyor.

religulousdvdripxvid-saphire08100820-41-16

Kameranı kap, İsa'yı pazarlıyorlar...

Fakat film diğer dinlere vakit ayırmakta o kadar cömert davranmıyor ve bunu yaparken hedefine dini seçmiş olmasına rağmen aynen bir dine mensupmuş gibi dinler arası çatışmayı ve ötekileştirmeyi körüklüyor. Özellikle tek bir hahamla yapılan ropörtaj, tüm yahudilerin görüşlerini yansıtmaktan uzak kalıyor. Ardından Müslümanlara daha fazla vakit ayıran film burada da önyargılarına engel olamıyor. Konuyu tümden ele almak yerine kurguyu körükleyip tribünlere oynuyor.

Özellikle Batı’da Müslümanlara karşı bir önyargı olduğu malum, bunun sebeplerinin de beslenmesine göz yumdukları radikal islamcılardan kaynaklandığı ortada. Yıllarca ha kendi saflarında ha karşı saflarında Müslüman çoğunluklu ülkelerin kullanılmasına ve geri kalmasına izin verdikten sonra şimdi yaptıkları şikayetler oldukça absürd. Filmde de İsa’nın söyledikleri ile İncil’lerin uyuşmadığı tezi öne sürülerek Hıristiyanlığın kötü olmasına rağmen bazı bağlamlardan da hedefinden saptığı belirtilerek bir dayanak noktası oluşturuluyor. Yani hep İsa ama şöyle demiş, İncil’de var ama İsa dememiş şeklinde yorumlar olabiliyor. Fakat İslam ya da diğer dinler için böyle bir alternatif sunulmuyor. Empati yapılmadan infaz yapılıyor. Bu yapılırken de kullanılan görsellerle tüm Müslümanların şiddet yanlısı olduğu görüşü pekiştiriliyor. Her müslümanın şiddetin politika yüzünden olduğunu söylemesi biraz da olsa dikkate alınabilirdi diye düşünüyorum.

religulousdvdripxvid-saphire05707420-40-09

Yaratılışcılık savlarının, yaratıcılığına canlı(tamam tamam, robotik) örnek.

Ayrıca ABD’deki ropörtajlarda gene de o insanın görüşlerine karşı görüşlerle ve çürütmelerle ilerlenmiş olsa da, Hollanda’da görüşülen din görevlisinin mesaj geldiği anda bile o kişinin görüşlerine karşıt birisi olduğu için sunucuyu öldüreceği üzerine espri yapılması gerçekten önyargıları ortaya döker cinsten. Nedense bir de başı açık müslüman olamazmış gibi Türkiye’den ya da eskiden Müslüman olan ve kültürü tanıyıp yorum yapabilecek birine söz hakkı tanınmamış. Oysaki Hıristiyanlıkta bu imkan sağlanmış. Onun dışında hiçbir din hakkında başka bir dinden biri yorum yapmazken, Danimarka’da bir görevli Müslümanlığın saldırganlığın dini olduğunu söylemeyi kendine görev biliyor. Sunucumuzun da aklına “Peki Hıristiyanlık ya da Yahudilik bu konuda ne durumda?” diye bir soru sormak hiç mi hiç gelmiyor. Bu çok yanlı ve önyargılı bir davranış, maalesef onaylanması da pek mümkün değil.

Neyse, filmi onaylarsınız ya da onaylamazsınız; film güzel noktalara parmak bastığı anlar oluyor. Özellikle Yaratılış Müzesi, ABD’ye gidersem kaç para ise kıyacağım bir turistik ironi harikası olarak hafızama kazındı. Gene de bilinmeli ki, Müslümanların kendilerini anlatmaları başkalarının gözleri ile asla olmayacak. Kendi kültürlerini anlatmaları ve kendi içlerindeki sorunları kendi içlerinde çözmesi gerekecek. Çünkü Batı kültürünün anlaşıldığı kadarıyla çoğunluğu hala dine inansın veyahut inanmasın Müslümanlığı diğeri ve tehdit olarak görmeye odaklanmış durumda. Kolay gelsin demekten kendimi alamıyorum…

Battle in Seattle (2007) – Bir hobi(!) olarak küreselleşme karşıtlığı…

battle_in_seattle

Battle of Seattle, 1999′da Amerika’daki ilk büyük küreselleşme karşıtı eylemi konu alıyor. Başarılı olan eylem, ilk defa ABD medyasını WTO(Dünya Ticaret Örgütü)’nun karşıtı olanların neden WTO’ya karşı olduğunu ele almasını sağlamış. Ardından pek çok daha büyük eylemin gerçekleşmesini sağlamış ve küreselleşme konusunda bilincin artmasını doğurmuştur.

Filmimiz gevşek bir şekilde bu konuya yaslanıyor biraz da işin içine kurgu katarak ilerliyor. Protestoları birebir canlandırıp amacını vermeye çalışırken televizyon görüntülerinden de faydalanıyor. Yönetmen tercihini ne belgesel ne tamamiyle kurgu seçmiş, ikisi arasında kurguya yakın bir yere filmi oturtarak izlenebilirliği arttırma amacı güdüyor.

En başarılı noktası kurguyu eklerken ajitasyona kaçmadan gerçekliği olabilecek olaylar içermesi. Özellikle evi karısı olan polis memurunun eylemler sonucunda kendini ikilemde bulması filmin ana temasıydı. Diğer konularda ise, özellikle de eylemciler konusunda basite kaçılmış ve her birine protesto etmek için bir sebep verilmiş. Sanki insanların fakirliğe karşı eylem yapması için fakir olması gerekiyormuş gibi düşünmek gerekiyor filmdeki eylemcileri görünce. Ki bilindiği üzere en çok ezilen en az eylem yapandır, ülkemizde de bunu görebilirsiniz. Film eylemcileri sadece basitleştirilmekle de kalmamış, eylemcileri sanki hayatlarındaki tek amaç oradan oraya eyleme koşmak olan, işleri, aileleri olmayan tek boyutlu derinliksiz karakterler olarak göstermiş. Özellikle ana karakterin (Jay) eylemde olmasının sebebi önceki bir eylemde olan kardeşine olan borcunu ödeme çabası olması başarısız. André Benjamin’in oynadığı karakterin kaplumbağalarla ilgili yaptığı açıklama akıl ihsan sahibi insanlara kafayı yedirtecek cinsten. Eylemcilere konan önyargı kalıplarını uygulamayı uygun görmüş film.

battleinseattle

Harrelson'ın performansı takdire şayan

Bunları yaparken en iyi tercih taraf seçmemekte olmuş, filmde zaten WTO taraf değil filmin WTO’ya karşı safta olduğunu söylemek mümkün değil. Filmdeki cepheler; eylemciler, anarşistler, polis memurları, polis şefi ve validen oluşuyor. Bunların hiçbiri de filmin sonunda suçlu çıkmıyor çünkü her biri işini yapmaya çalışıyor. Bu tarafların hiçbiri olayda en büyük sorumlu adledilemezken, her biri hatalı adlediliyor. WTO’nun motivasyonundan konu uzaklaşıyor ve eylemde yaşananlar odak noktası oluyor. Bunu başarısız bulurken en azından herkesin insan olduğu noktasında filmin karar vermesi de bir başarı. Sadece Jay’i kahramanlaştırmayı tercih ediyor. Onun haricinde tüm eylemciler kahramanlaştırılmazken, polis memurları da yerin dibine sokulmuyor. Denge başarı ile kurulabiliyor.

battleinseattleeylem

Tabi seyirci WTO suçluymuş bunu anlıyor, fakat küreselleşmenin sonuçları, eylem yapmanın ABD’nin en büyük özgürlüklerinden biri olması motifinin gerisinde kalıyor. Bir bakıyorsunuz ABD hala özgür bir ülke, tüm yaşananlar olduysa bile gene de hatasını anlayabiliyor ve tutukluları salabiliyor. Eylemlerin bu kadar büyümesinin sebebi de eylemcilerin başarısındansa yönetimin başarısızlığına gönderilmesi bu fikri pekiştiriyor. Ne de olsa her biri birer hayalperest?

Özetle, karakter gelişimindeki tembellik filmin en başarısız yönü, bir de Amerikan yanlısı dilinin bozmuyor olması filmi başarısız kılıyor. Gaye güzel olsa da sadece gaye yetmiyor, eleştiriler perdeye dökülürken gene bir süzgeçten geçmesi belki de filmin şanssızlığı. En azından Seattle olaylarına tanıklık ediyor olması hala filmi değerli kılıyor, gene de izleyecekseniz kendi süzgeçlerinize güvenerek izleyin. Küreselleşmenin, küreselleşme karşıtlığını bile kendi diliyle iletmesinden size yedirmesinden kaçının.

Çamur (2003) – Aşılamamış sınırlar üzerine…

Derviş Zaim’in 2003 yılında Kıbrıs sorunu üzerine Gökçeada, Konya ve Kıbrıs gibi farklı konumlarda çektiği film güncelliğini korumaya devam ediyor. Hala sınırlar ve sırlar açılmamış durumda Kıbrıs’ta. Derviş Zaim’de çocukluğunu geçirdiği topraklara bir gönül borcu gibi görmüş Çamur’u.

kurek

Çamur, askerliğinin bitmesine az bir süre kalmış olan Kıbrıslı Ali’nin bir anda sebebi anlaşılamayan bir hastalıktan konuşma yeteneğini kaybetmesi ile başlıyor. Ardından bağıramayan Ali, bölge halkının medet umduğu her türlü hastalığa iyi geldiği söylenen “çamur”un bulunduğu tuz gölü çivarında nöbet tutmakla görevlendiriliyor. Ardından çamurla ilgili olarak saplantılı hale gelen Ali üzerinden, Kıbrıs tarihi ve hızlı yoldan zengin olma hevesliliği üzerine bir senaryo anlatılıyor.

Film Kıbrıs konusunda gerçekçi olmak konusunda taraf tutmama konusunda gerçekten çok çaba sarfediyor. Olayların saçmalığı her iki tarafın yaptıkları saf seçilmeksizin yapılmış. Bu konuda başarılı olduğunu söylemek gerek. Özellikle Birleşmiş Millerler için bir proje yürütmeye çalışan karakter sanki Derviş Zaim’in gerçek hayatta gerçekleştirmek istediği projeleri gerçeğe dökmek isteyen kişi gibi. Bu kadar yakın tarihte önem arzeden bir olayı adam gibi ilk defa ele almış olmasıyla Derviş Zaim’i kutlamak gerek.

Çamur doğrudan anlatım yerine konusunu karakterlerine yediriyor. Taner Birsel’in oynadığı karakter tam anlamıyla çok güzel oluşturulmuş, bacakları kesilmiş arkadaşları da aynı gerçekçilikte, Ali’nin saflığı ve sonunda açıkladığı kadarıyla Kıbrıs sorunun üzerine etkisi inandırıcı kesinlikle. Çamura çıkartma zamanında topların saplanmasından dolayı çitlerle çevrildiği anlatılıyor filmde bir asker tarafından. Bu “Çamur’un cezalandırılmış olması” yalanı, bilinçaltına bakıldığında oldukça sert bir tavır. Aynı zamanda sadece ihtiyaçları, iyileştirici olan çamur, sınırın diğer tarafında olduğu için dışarıda kalmış olanlar Kıbrıs sorununun anlamsızlığı ile denk seviyede.

reynaud

Fakat film Kıbrıs konusuna değinirken araya farklı konular sokarak ve sonunda da kara film benzeri bir şaşırtmaca içermesiyle arada bir saçmalıyor. Saatlerce Kıbrıs sorununun Çamur üzerinden betimlenmesi ile meşgul seyirciye <spoiler>tarihi eser kaçakçılığı sonucunda filmdeki tüm erkek karakterlerin ölmesi durumu</spoiler> olabildiğince saçma ve gereksiz geliyor. Yavaş giden tempoya bir anda sokulan bu saçma dönüş filmin dokusunda kötü bir iz bırakıyor. Aslen kara mizaha yakın bazı espriler içermesine karşın bu son espri anlamsız kaçıyor.

Oyunculuklarda da Taner Birsel ve Mustafa Uğurlu dışında başarı görmek mümkün değil. Kıbrıs’ın yerlisi olarak canlandırılan bu karakterlerin bazen Kıbrıs ağzına yaklaşmaya çalışmaları bazen ise tamamen İstanbul Türkçesi ile konuşmaları karakterlerin oyuncular tarafından tam anlamıyla hazmedilemediğini ya da film öncesi yeterince yerel çalışma yapılmadığını hissettiriyor. Çünkü Kıbrıs ağzı tam anlamıyla Türkiye’de konuşulan Türkçeden ayrı bir tada ve dokuya sahiptir ve ayırd edilmemesi imkansızdır. Ama filmde Kıbrıslılara öykünen karakterler görüyorsunuz sadece. Ama Mustafa Uğurlu’nun filmin neredeyse tamamında sergilediği mimiklere dayalı oyunculuk oldukça başarılı. Taner Birsel ise karaktere tam anlamı ile kendisini adamış, filmdeki en olmuş karakter. Yelda Reynaud’u ise sadece imdat çığlığı ile hatırlamak mümkün, filmde en donuk karakter kendisi.

Çamur’un DVD’sinde kamera arkasını ve Derviş Zaim’le bir röportajı içeren bir ekstra da mevcut. Oradan anladığım kadarıyla filmde gerçekten kurguda çok fazla oynama yapılmış, 15-20 dakikaya yakın bir kısmın montajda kesildiğini düşünüyorum. Ekstralarda da bu sahneleri izlediğinizde hikaye anlatımına katkısı düşük ve gerçekten gereksiz sahneler olduğunu farkedeceksiniz. Sanki Derviş Zaim filmi kafasında tam oturtmadan çekmiş gibi anlaşılıyor bu sahneleri gördüğünüzde. Dünyanın en saçma ve başarısız ropörtajlarından birine de tanıklık edebilirsiniz DVD’de. Şansa ki Derviş Zaim soruları anlayabiliyor da filmin motivasyonları ile ilgili ipuçları veren anlamlı bir ropörtaja dönüşebiliyor sonuç.

Kısaca Çamur anlatmak istediklerini anlatmaya çalışırken sergilediği tutum ile saygı toplarken maalesef hikaye örgüsünde girdiği anlamsız detaylarla vuruculuğunu kaybediyor. Fakat anlatılmaya çalışılan tema tek başına incelendiğinde başarılı ve tarafsız bir film. Fakat toplamda başarılı olduğunu söylemek pek doğru olmaz. Kıbrıs sorunu ile ilgilenen bağımsız sinemaya meraklı veya Derviş Zaim filmlerini takip edenlere tavsiye edilebilir. Filmin DVD’si de internet sitelerinden 2.5 TL’ye temin etmek mümkün, verilen paranın ederinden fazlasını karşıladığı kesin.

Låt den rätte komma in (2008) – Yazgıya razı olmanın farklı bir türü

cartaz2İsveç yapımı “Låt den rätte komma in”, vampir filmlerinde görmeye alışmadığınız tercihlerin içine sanat filmi baharatı da kataraktan sunma gayesinde bir film. Arkadaşları tarafından dışlanan 12 yaşındaki sessiz sakin Oskar, yan dairelerine garip bir baba-kız’ın taşınmasının ardından (vampir olduğunu sonradan anladığı) küçük kız(Eli) ile yakınlaşmasıyla hayatında bazı değişiklikler yaşamak zorunda kalacaktır. Her ne kadar özetlenmek istendiğinde gene eninde sonunda vampir gibi bir kültün standartları ve klişelerinden kaçamayacakmış gibi dursa da filmde vampirlik tam anlamı ile yan konu olmaktan ibaret. Vampirler daha çok bir metafor ve besleyici unsur olarak kullanılmış, çünkü filmin anlatmak istedikleri vampirli bir gerilim filminin konusundan çok daha derinlerde.

Konuya bakıldığında da 12 yaşında sıkışıp kalmış, hayatından son derece memnuniyetsiz bir vampir ile iletişim sorunları olan içine kapalı sürekli itilip kakılan çocuğun hikayesi bir vampir filmi düşünüldüğünde akla gelebilecek en son olasılık. Sanki senaryo vampir teması olmaksızın yazılmış da, vampirden bir farkı olmayan, yaşamak için yapması gerekeni yapan karakter vampir oluvermiş gibi. Vampirler o kadar çok şeyi sembolize etmek için evrilmiş ki günümüz kültürüne kadar, asillerden kapitalizme kadar pek çok kılığı temsil eder olmuşlar. Fakat şimdi vampirlerin bir de kapitalist düzenin çalışanları, hayatından memnun olmasa da yaşamak için yapmak zorunda olduğu şeyi yapan kişiler olarak ele alınması filmin en özgün yönlerinden biri.

let-the-right-one-in14089301-18-38

Sadece Eli de değil, babası da durumunu kabullenmiş durumda, insanları ısırınca ruhsal olarak çok kötü hisseden çocuğunun yaşaması için insanları mezbahadaki hayvanlar gibi öldürüp kanlarını almayı günlük hayatının bir parçası haline getirmiş. Eli’ın gerçek yaşı hakkında tam bir bilgi verilmediği için, filmde diğer karakterler tarafından babası olarak görülen bu karakterin de Eli’ın babası olup olmadığını bilmek zor. Belki de Oskar’ı bulmadan önce onu öyle kabul etmiş sevgilisiydi. Eli ile iletişiminde bu ipuçlarını çıkarabilmek de mümkün.

Filmin diğer bir ana teması da olduğu gibi kabul etmenin zorluğu, Oskar kendi ezilmişliğinden belki bunu kolayca başarabiliyor. Birinin farklı olmasının gözünde onu kötü yapmaması ilişkinin tohumlarını atıyor tabi bir de Eli’nin güzelliği. Gene de tanımadığına karşı güveni ve kabullenişi, nerdeyse insanlık dersi verir gibi. Eli’ın da insancıllığı vampirliğe gerçekçi bir bakış gibi duruyor zaten.

Vampir kültürünün bu kadar gerçekçi ve içsel ele alınması, vampir ikonunu korkutucudansa acınası bir hale getiriyor. Sinema kültüründe önceki referanslarda belki bu kadar vampir karakteri ile empati yapılmamıştır. Vampirlik insancıllığın zıttı, kan emen konumundayken şimdi metaforik bir şekilde kanı emilen konumda ve sonuna kadar insancıl. Önceden kanınızın emilmesinden korkmanızın sebebi ölüm korkusu ve vahşetken şimdi hayat boyu yaşanacak bir hapisten korkuya dönüşmüş durumda.

let-the-right-one-in03285501-13-34

Oyunculuklara da değinmekte fayda var, iki çocuk oyuncunun da ilk filmi olmasına rağmen hem oyuncu yönetmenliğine hem de yeteneklerine şaşırmamak mümkün değil. İkisi de gerçekten yılların oyuncularıymış gibi filmin ruhunu oluşturmakta inanılmaz bir paya sahip. Özellikle Eli, yaşını asla belli etmeyen mimiklere ve olgunluğa sahip filmin ilk başında sadece yüzünü görebildiğiniz sahnelerde yaşını tahmin etmek imkansız, ancak Oskar’ın yanına oturduğunda aynı boyda olduklarını gördüğünüzde 12 yaşında olduğuna inanabiliyorsunuz.

Tüm bu yaklaşımları ile vampir kültürüne farklı bir bakış getiren film hem Avrupa sinemasından hoşlanan hem de vampir ikonunu seven insanlar tarafından beğenilebilecek bir film. Perdede her gün görmediğiniz gerçekten kendine has bir film, sırf bu sebepten bile sinemaseverlerin izlemesi gerekli bence…

The Wrestler (2008) – Aronofsky’nin Rourke’a kıyağı…

wrestlermovie

Darren Aronofsky’nin The Fountain (2006)’da bizlere (özellikle bana!) yaşattığı büyük görsel şölenden sonra hangi filmle karşımıza çıkacağını gerçekten merak ediyordum. The Wrestler filmini ilk duyduğumda şaşırmıştım. Aronofsky ve içinde spor olan bir film izlemek gerçekten ilginç olacaktı. Özellikle filmi ilk duyduğumda başrolde (Randy ‘The Ram’ Robinson) Nicolas Cage’in olacağı gibi bir söylenti vardı. Açıkcası ilginç olacaktı. Ama (Belki de bir Cage fanı olmadığımdandır…) Cage’in eskiden HBB, Flash TV gibi kanallarda geceleri izlediğim Amerikan Güreşleri’ndeki güreşciler gibi olup olamayacağından, hatta güreşçi bir karakteri benim zevk alabileceğim bir şekilde canlandıracağından şüpheliydim. Ama daha sonra öğrendik ki rol Sin City’de Marv rolünde taptığım Mickey Rourke’a gitmiş. Bu haber film hakkındaki beklentilerimi katladı. Filmi izledikten sonra buna iyice emin oldum, The Ram rolünde iyiki Cage’i görmemişiz.

Filmimizin başrollerinde yukarıda da belirttiğim gibi Mickey Rourke (Randy ‘the Ram’ Robinson) ve Marisa Tomei (Cassidy / Pam) var. Bunun yanında son yıllarda iyice yıldızı parlayan genç oyuncu Evan Rachel Wood (Stephanie Robinson) filmde The Ram’in kızını oynamakta. The Wrestler yaşlanmış ve 20 yıl önceki günlerini arayan bir güreşçi olan Randy The Ram’i anlatıyor. Artık 80′lerdeki durumu yoktur. Güreşin yanında geçimini sağlamak için süpermarkette part time çalışır. Bir maç sonrasında güreşi bırakmak zorunda kalan “The Ram” kendisine farklı bir yol çizmeye çalışır. Görüşmediği kızını tekrar kazanmak ister, bir kadınla yakınlaşır. Zaten çalıştığı süpermarkette full time çalışmaya başlar. Ve herkese güreşi bıraktığını söyler. Sonuçta yine işler yolunda gitmez. Kızını unutur, hoşlandığı kadından karşılık alamaz. Randy, güreşin yapabileceği tek iş, güreş seyircilerininde tek ailesi olduğunu düşünür…

wrestler1wrestler3

Mickey Rourke The Wrestler’da taktir edilmesi gereken bir oyunculuk çıkartmış. Film için vücut geliştirme çalıştığını ve kilo aldığını okudum. Karakter tahlilleri mükemmele yakın yapılmış. Güreşçilerin ringe çıkmadan ve çıktıktan sonraki duruşları ve konuşmaları, aslında olayın büyük bir şovdan ibaret olduğunu yüzünüze vuruyor. Aranofski filmi bir belgesel havasında çekmiş. Sürekli Randy’nin arkasından dolaşıyorsunuz. İmza gününde bekleyen diğer güreşçiler, nintendo oynadığı çocuk, hatta call of duty muhabbeti filmden hatırladığım güzel sahnelerden. Filmden çok şey anlatmak istemiyorum, güzel bir film yapılmış. İzlemeye değer diye düşünüyorum. Yinede bir Requiem for a dream, bir PI değil. Kısacası filmde Aronofsky’i değil ama bol bol Mickey Rourke’u bulacaksınız. Bilmeden izleseniz bir Aronofsky filmi olup olmadığını anlama şansınız yok. Sanki o deneysel/sanatsal çalışmaları bir anda bir köşeye atmış.

wrestler2

Film Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan’ı kapmış… 2 dalda kesinlikle Oscar adayı olur diye düşünüyorum, birisi The Wrestler isimli parça için diğeride en iyi erkek oyuncu için. Hatta en iyi erkek oyuncu ödülü Brad Pitt’le Mickey Rourke arasında geçecek diye bir tahmin yürütüyorum…

“90′s fukin sucked” diyerek yazımı kapatıyorum…

Sevgiler saygılar.

Once (2006) – Bir kerecik aşık olabilir misin?

Markéta Irglová ve Glen Hansard’dan Falling Slowly’yi dinlemek için tıklayın.

Günlük yaşantının koşuşturmacasında arkafonda sokak akustiğine bulanmış, kulağımızı okşayan güzel tınılar duyarız bazen. Kimi seslerin hikayeleri vardır, kimilerinden duyduğumuz sesin ise sadece 25 kuruş için can çekişen, kulağımıza girmeye çalışan hırsızlar olduğunu biliriz. Lakin ülkemiz koşulları altında gerçek “sokak müzisyenleri” samanlıktaki iğne gibidir. Değil sokakta, müzik sektöründe bile bir şeyler ortaya koymak imkansızdır. “Busker” deniyor onlara.Bazıları göreli olarak yükselip müzik sektörüne dalış yapıyorlar. Bizden çıkan isimler de var, Avrupa’da meteliksiz kalan, Erkin Koray da onlardan biriymiş. Beck, Tracy Chapman, Bob Dylan, David Gilmour, Badly Drawn Boy, The Memphis, River Phoenix, Damien Rice, Violent Femmes, Louis Armstrong, Muddy Waters, Robin Williams gibi isimlerde aynı şekilde sokaklardan başlayarak, yeni cadde başlarını “dünya” olarak değiştirmişlerdir. Peki neden güzel gelir bu sokak müziği kulağımıza? Ekspertler viskiye attığımız buzun bile tadını bozduğunu söyler, sokak müziğinde de müzik en saf, en temiz haliyle kulağımıza çalınır, dijitallikten uzak hayatın stereosuyla kulağımıza gelir… Gelin kendimizi bu filmle birlikte İrlanda sokaklarına atalım. (Filmi izlemeyenlere alttaki kısmı sonra okumalarını tavsiye ederim)

Kazıyorum yeri şimdibscap003tm3
Başarmaya çalışıyorum
Anlaşılmayan kelimeler var aramızda
Ve bu gizem şüpheleri getiriyor
Anlayamadım
Uzanıp elimi tutacağın zaman
İçinde varsa bir şeyler
Şimdi söylemekten çekinme
Çünkü bekliyordun her zaman
Durumu eşitleme şansını
Bu gölgeler düştükçe üzerime
Kazanacağım bir şekilde
Çünkü Tanrı söyledi bana
Hiç olmadığı kadar yakınmışım
İçinde varsa bir şeyler
Şimdi söylemekten çekinme
De hemen bana, bana.

…diye başlıyor film ve ilk anda ne olduğunu anlamadan, sinema büyüsünü sokak kültürüyle sentezliyorsunuz. Mesleği süpürge tamircisi olan Glen Hansard eline gitarını aldıktan sonra notaları da süpürgeleri tamir ettiği gibi, duyguları tamir etmek için kullanıyor ve film ilerledikçe ortak tutkuları müzik olan Çek kızımız Marketa ile tanışıyor. Marketa da sokakların gezgini ama o parasını çiçek satarak kazanıyor. Peki bu film sadece bir aşk filmi mi? Kesinlikle hayır. Zaten yukarda gerçek isimleriyle bahsettiğim Marketa ve Glen’in ismi yok, filmin sonuna geldiğimde “girl:Markéta Irglová,boy:Glen Hansard” yazısına çok şaşırmıştım ve yönetmenin bu isimsiz karakterleriyle izleyiciyi gizliden özdeşleştirme numarası çok hoşuma gitmişti. Filmleri senaryolarına göre değerlendiren bazı izleyiciler elleri boş dönecekler ama ceplerini daha sonra kontrol ettiklerinde o leblebilerin nası girdiğini anlamaları çok uzun sürmeyecek. Hayatın bir kesmini izleyiciyle buluşturmak kolay değil, ne mükemmel bir oyunculukla anlatabilirsiniz ne de set düzeniyle. İşte bu filmde, günlük yaşantımıza sürekli iç içe olduğumuz saz ve söz devreye giriyor ve bize  kendi alışkanlıklarımızla yol gösteriyor.

Aşk filmi dedim, peki sevişme ya da seks var mı? Evet var. Şöyle ki filmin başlarında oğlan ve kız bir müzik dükkanına giriyorlar ve kızdan oğlana göre mekanın koşullarına göre ahlaksız bir teklif geliyor. “Hadi şarkılarından birini çal.” İşte burada daha sonra Oscar’da bile en iyi müzik dalında birinciliği getircek piyano ve gitarın vokallerle seksi geliyor…

-Falling Slowly-
Kurtarsan bu batan gemiyi,
geçsen dümenine
Vaktimiz vardı hâlâ
Ümitli notalarını çal bana

Her bir şarkı, gizliden yaşanan yasak aşkın-isimsiz ilişkinin gladyatörleri gibi öldürücü hamlelerden uzak izleyicilerin içlerini dağlamasına sebep veriyor. Kız ve oğlan seyircilerin beyaz mendillerine karşılık vererek bir sonraki şarkıya geçmeyi bekliyorlar… Taa ki kızın oğlana Çekçe “Miluju Tebe” demesine kadar…

Bir yazıdan alıntıyla devam edeyim; “Öyle aklınıza estiğinde izleyeceğiniz türden değil. Yoğun bir anınızda izlemelisiniz belki de. Öbür türlü nereden nasıl sizi yakalar kestirmek güç. Böyle filmlerde oyunculuk, ses, ışık, kurgu, kıl, tüy aramak çok gereksiz. Sadece kendinizi teslim edeceksiniz. Yakalarsa alır götürür. Yok eğer sarmadıysa sizi romantik komedi odasına alalım.”

Çiftimiz ilişkilerinin bir bebeği olması için stüdyoya girdiklerinde, yine Dublin sokaklarından toplanmış farklı hikayelerin insanlarıyla bir grup çalışması yapıyorlar. İşte o bebek aslında filmden önce isimsiz oyuncuların gerçek hayatta çıkardıkları “The Swell Season” albümünün ta kendisi(evet filmimizin karakterleri gerçek hayatta birbirleriyle evli ve müzisyenler).

Mutsuz sonla bittiğini söyleyebileceğim film aslında dünyadaki en güzel ilişkilerden birini yaşatıyor ve nurtopu gibi bir soundtrack veriyor. Steven Spielberg’e göre yapılmış en iyi müzikal. Kimbilir daha kimler neler söylemiştir ama bence bu film bir aşk belgeseli. En duygusuz insanın bile cebindeki leblebilerin gerçek sahibinin aşk olduğu aşikar.

Wristcutters: A Love Story (2006) – Ben Bu Film İçin Bileğimi Keserim!


Wristcutters, bir insanlık dramının su yüzeyine vurmuş komedisi. Karakterleri ile mekanları ile yolun kenarına terk edilmiş ve didiklenmiş kanepeleri ile baştan aşağıya muazzam bir kompozisyon. Seyirciyi donuk gözlerden uzak, sürekli kıpır kıpır tutan oldukça tuhaf ve bir o kadar da eğlenceli.

Neden mi bu kadar övdüm hemen söyleyeyim lafı fazla uzatmadan, çünkü Wristcutters çok samimi duyularla yaratılmış bir hayal gücü şaheseri. Oldukça basit, vurucu ve etkileyici. Parlak bir zekanın ürünü olduğunu hemen ortaya koyar nitelikte. Bir yönetmenin aynı zamanda bir senarist de olması gerektiğini bize anlatan filmin yönetmeni Goran Dukic. Filmografisine göz atacak olursak az ve öz film yapan, ama yaptı mı adam gibi film yapan bir yönetmen olduğunu hemen fark edebiliriz.

88 dakikalık öykümüz hiç bitmesini istemediğimiz bir rüya gibi akıp gidiyor. Şahsen benim gözlerim bu ziyafete doyamadan ekranın kararmasını pek adil bulmadı :) .  (bu film on saat olsa ben izlerim)

Wristcutters’ı bu kadar yücelten değerin ne olduğunu tam karar veremiyorum aslında. Acaba ben de (çevremdeki herkes gibi?)  bilek kesmeye mehilli birimiyim bilmiyorum. Yoksa tüm yaşamımız boyunca bize dayatılan cennet cehennem olgusu hatalı mı?. İntahar etmek ile ilgili kısmın içeriği ne?. Yükümlülükler neler?.

Filmi anlatmadan yazabileceğim nokta görmüyorum. Fakat kesinlikle izlemek gerek diyorum ve bunu açık açık söylüyorum. Tamamı ile beğendiğim bu yapıtı zihin arşivime katmaktan onur duydum kendi hesabıma. Aşağıda burada bahsedemediğim bazı noktalardan bahsedeceğim ama bildiğiniz üzere aşağı kısım filmi izlemiş okuyucularımız için oluyor.

Keyifli seyirler diler, bileklerinize mukayyet olun diye telkin ederim :) )

ufak notlar (spoiler içerir!):

- Öncelikle giriş sahnesi hakkında biraz konuşalım, bu durağan sahne bizi gelecek olan büyük bir olaya hazırlamak ister gibi. İlk izlediğimde uzun gibi geldi diye düşünsem bile, bir merasim için çok kısa olduğunu sonradan fark ettim.

- Hemen ekleyeyim filmin müzikleri mükemmel hazırlanmış. Tabi zevkler tartışılır ama böyle bir film için daha uygun müzikler olamazdı diye düşünmekten kendimi alamadım. Dinlemenizi tavsiye ederim. “Everything Is Illuminated” ve “Big Nothing” gibi filmlerin müziklerine katkıda bulunan Gogol Bordello’yu  dinlemek güzeldi.

- Far olayına koptum, bir aksaklık bu kadar iyi irdelenir,  mesela Doomsday filminde sahneler arası geçişlerde olayları bağlamak için çok kastıklarını yazmıştım. Ama bu filmde atıyorum 45. dakikada geçecek olayın kurgusu 14. dakikada izleyiciye veriliyor. Bu tip detaylar kesinlikle film kalitesini artırıyor. Üzerinde düşünülmüş hissettiriyor.

- Eugene (Shea Whigham) ve ailesine (ne aile ama!! :) ), özellikle de küçük kardeşi ile aralarında geçen diyaloğa hayran kaldım.

- Filmin son sahnelerine doğru istasyona gelen tren kılıklı araç filmin atmosferine çok iyi oturmuş.

- Mikal (Shannyn Sossamon) un performansı etkileyici, masum olduğunu yüzü ele veriyor. Hep başından beri söylediği gibi birisi olduğunu düşünmüştüm. O yanlışlıkla orada!. :)

- Gökyüzünden gelen yöneticilere diyecek sözüm yok, hele o paraşütlerle gelip yere konmaları yok mu insanı kırıp geçiriyor.

- Ben bu filme gönlümden 10 puan verdim ama buraya 9 işleyeceğim, haklısın diyorsanız ne mutlu bana, bileğimi kesmeme gerek kalmayacak! :)

- Filmin posterleri, afişleri çok hoş tasarlanmış. Bir tanesinda türlü türlü intihar yöntemleri arkan fonda verilmiş, seç beğen al der gibi.

Blood Simple (1984) – Coen’lerin ilk göz ağrısı

Carter Burwell’den Blood Simple ana temasını dinlemek için tıklayın.

poster

Blood Simple’a ilk çocuk demek, onu öyle düşünüp hakir görmek bile abesle iştigal olur. Onun yerine Coenlerin tüm yeteneklerini ilk filmden gözler önüne serdikleri bir mucize olarak görmek en doğrusu. Ayrıca son filmleri kadar kara mizah olmasa da Coenleri tanımlayacak hikaye kurma tarzı ve sinemasal mükemmeliyetçilik özelliklerini sunan bir eser. Frances McDormand ve Coel birlikteliğinin de pek çok çocuğundan sadece bir tanesi.

Teksas’ta bir bar işleten Marty eşinin kendini aldattığını düşünmektedir, gerçek olup olmadığını öğrenmek için de gizli dedektif tutar. Abby ve Ray, dedektife yakalanır ve Marty olaylardan haberdar olur. Bir türlü durumu içine sindiremeyen Marty sonunda gizli dedektife reddedemeyeceği kadar miktar para ve karısı ile Ray’i öldürmeyi teklif eder. Fakat bundan sonra gelişenler hiç kimsenin kontrolünde olmayacaktır.Film tam anlamıyla bir kara film(film noir) altyapısına sahip, bol parası olan bir işadamı, güzel ve genç karısı, karısının sevgilisi işadamının çalışanı ile aşk üçgeni tamamlanıyor. İkiliyi takip eden M.Emmet Walsh da kara filme cuk oturan bir karakter. Filmdeki her karakter güven vermeyen, yaptıklarından emin olmayan ve aynı zamanda karşısındakinden emin olmayan kişiliklere sahip. Bu da yanlış anlaşılmalarla dolu ve sarpasaran bir senaryoyu doğuruyor. Sonucunda sürükleyiciliği de doruğa ulaşıyor filmin.

kurek

Ünlü kürek

Senaryomuz tam anlamıyla mükemmellik ve mantıklılık içerisinde yürürken, Coen’lerin kara film standartlarına uymaktaki kalıpçılığı gerçekten filmin etkileyiciliğine katkıda bulunuyor. Özellikle ışık kullanımı sanki 50-60′lı yıllarda siyah beyaz filmlerde gibi hissetmenizi sağlıyor, atmosfere de katkısı yadsınamaz. Sesler de kimi anlarda filmin etkisini arttırıcı güzellikte kullanılmış, özellikle Marty ile Ray’in ciddi konuşmasının içinde Marty’nin hemen ardında sinek kızartıcıya yakalanan sineğin çıkarttığı sağır edici cızırtı. Sesler dediysek Coen’ler seyirciyi diyaloğa bağımlı tutmaya da gerek duymamış, örneğin tarla sahnesinde yaklaşık on dakika boyunca uzunca bir sessizlik hakim.

golge

Filmde 5 saniye süren gölge oyunu

Carter Burwell’in mükemmel müzikleri ise sanki The Conversation’daki David Shire’a gönderme niteliğinde, tedirgin edici ve sürükleyici bir tada sahip. Filmden ayrı düşünülemez bir parça sunuyor. Sayfada dinleyebileceğiniz parça da o film müziklerinden filmin ana teması olan Blood Simple adlı parçası.

Devamı spoiler niteliğinde olabilir, dikkatli okuyun…

Senaryoda o kadar küçük detaylar gidişatı belirliyor ki, senaryo yazmak isteyen bireye pek çok şey aşılaması mümkün. Mesela Marty’nin Ray’e Abby’nin bir şeyler çevirdikten sonra “I didn’t do anything funny?” diyeceğinin ipucunu vermesi, Abby’nin de Ray’e Marty’nin psikolojik sorunları olduğunu anlattığı bölümde Marty’nin kendisine de bazen “kafadan çatlak” olduğunu söylemesi ardından Ray’in her şeyi kavradığını düşünüp harekete geçmesi ile karşısında “I didn’t do anything funny?” diyen bir Abby bulması tam anlamıyla kaotik bir ortam oluşturuyor. Dedektif Loren’in de üzerinde isminin yazılı olduğu çakmağı unuttuğunu farkettiği anda tam bunun delil olabileceğini düşünürken bir de çektiği fotoğrafın kayıp olduğunu anlaması, bunun üzerine fotoğrafı çalmaya çalışırken Abby’nin bara dönmesi ve parasal durumdan sıkışmış Ray’in kasaya saldırmış olduğunu düşünüp belki de Marty’yi Ray’in öldürmüş olduğundan endişelenmesi de başka bir örnek.

mcdormand1

Genç McDormand

Ardıl Coen filmlerinde de görebildiğimiz bu örüntü, filmdeki her karakterin kendi senaryosuna göre yaşamasına izin verirken seyirciyi de olaylara kuşbakışı bakan güzel bir yere yerleştiriyor. Tüm bu karışıklık ise filmin sonundaki koca bir kahkaha ve ölmekte olan birinin yaptığı son espri ile sonlanıyor. O an bile herkesin neyin ne olduğunu anlayamadığına son bir kez tanıklık ediyoruz.

Bu hikaye yapısının sonucunda filmdeki tüm parçaları birleştirebilen sadece ama sadece seyirci olabiliyor. Bu mucizeyi daha ilk filminde yakalayan Coen’lerin benzer tarzda çektiği filmlerin her biri özgün ve izlenmesi gereken filmler. Coenlere yabancı olanlara bu ilk film başlangıç için tavsiye edilebilir, ayrıca Coenlerin benzer filmlerini izlemiş kişiler de ne acemilik ne bir çiğlik gözlemleyebileceği bu ilk film ile ikiliye saygıları artabilir. İzlenmesi gereken bir film.

Sonbahar (2008) – İnsanın içindeki F Tipi

297430

Sonbahar, 2000 yılında hapishanelerde tutukluların F Tipi hapishanelere geçişe karşı başlattığı açlık grevlerine katılmış ve ardından -adının aksine- kanlı geçen “Hayata Dönüş Operasyonu”nda ciğerlerinden sağlık sorunu yaşamaya başlamış ve durumunun vahimiyetinden salıverilmiş Yusuf’un hikayesini ele alıyor. Artvin’in doğasının ortasında çekilen film mevsimin sonbahardan kışa dönüşü ile Yusuf’un yitip gidişini pekiştirerek anlatıyor.

Yönetmenlerin memleketlerine saygısını ve oraları seyirciye keşfettirme isteğini genelde çok takdir etmesem de, Özcan Alper bu ilk filminde mekan-duygu ilişkisini kurmayı çok güzel başarıyor. Filmin çekildiği mekan, Artvin, dekor olmaktan çıkıp filmin duygusal halini sürükleyen ve besleyen bir unsur oluyor. Biraz da yönetmenlerin ilk filmlerinde yuvaya sığınmalarını hoşgörmek gerektiği düşüncesindeyim. O yüzden gerçekten Artvin, film için çok güzel bir tercih olmuş.

Ayrıca siyasal filmler artık Türk sinemasının vazgeçilmezi haline geldi, hele Babam ve Oğlum ile patlayan ajitasyona prim yaptırmak ve hep 12 Eylül’e yüklenmek, bu filmde göremeyeceğiniz iki özellik. Film diğer tür filmlerinin zıttına  yakın zamandan bir konu seçmesi ile takdire şayan, Türkiye gibi konu cenneti ülkede sadece tıkılı kalınmış bazı konuların tekrarlanması gerçekten gına getirdi artık. Sinemacının bir gayesi de tarihe tanıklık ettirmek, hafızalardan silinmiş bir olayı yıllar sonra hala canlı tutacak olan, o olayın etkilerini anlatan filmler çekmek olmalıdır. Bu konuyu da başarı ile becermiş yönetmen, ayrıca ajitasyon yapmaktan ağlatı izletmektense hisleri perdeye dökmeyi tercih etmiş.

Senaryoda ise ilk başlarda karakter ile bütünleşmekte sorunlar olsa da bazı amatör oyuncular aksasa da, yalnızlığın ve her birimizin içindeki hapishanelerini ele almakta başarılı. Filmde herkesin kendi F-Tipi var sanki. Yusuf’a özgür olmadığı kendi olamadığı kendini artık yitirdiği Artvin, Eka’ya Karadeniz’e bakan pencereli ile otel odası, Yusuf’un annesine tek başına 10 yıldır oğlunu beklemekte olduğu köy evi, Mikail’e yapmak istediklerini yapamayıp tıkılıp kaldığı köyündeki işi ve eşi birer hapishane. Her biri de birbirinden beter.

sonb

Filmin en vurucu sahneleri görsel olarak seyirciyi küçücük bırakan sahneler, özellikle yaylaya bir panaromik bakış içeren sahne ya da otel odasının penceresinden çekilmiş Yusuf’un iskelede kızgın dalgalara karşı yürüdüğü özellikle dalgaların iskeleye vurmadan önceki sahneler. Eka’nın sosyalizmin iki insanın hayatını ne kadar zıt yönlerden aynı yönde etkileyebileceğine dair sözleri de çok hoş.

Bu sahneleri destekleyen mükemmel müzikleri de unutmamak gerek. Yerel müzik zaten filmin ortamına uyumu kolaylaştırırken, film için yapılmış özgün müzikler uzun zamandır Türk filmlerinde dinlediğim en güzel özgün müzikler. Gerçekten çok ama çok başarılılar.

Fakat tüm bu yapılmışlıkların içinde bazen yönetmen manzaraya öyle bir dalıveriyor ki, bir ilerleme olmasa da ya da senaryoya etkisi fazla olmasa da vadinin diğer tarafındaki evlere yapılmış yakınlaştırılmış çekimler ya da safi doğa sahneleri, insanın filmdense doğayı düşünmesine ve Artvin’den hoşlanmasına sebep oluyor. Oysa ki bu sahnelerin uzun tutulmasının pek de bir gerekliliği ya da kritikliği yok. Yüzünü göstermek istemediği Yusuf’un abisi konumundaki eski solculardan biri ile sahilde buluştuğu sahnede, filtrenin etkisinden olsa gerek, sahilin sonsuz siyahlığı içinde bir türlü ne olduğunun anlaşılamaması, silüetlerinin biraz bile olsa hissettirilememesi hatalıydı. Fakat ordaki hatanın da önceden planlanmış gün batımı, bank, ağaç ve iki kişi içeren sahneye geçiş için olduğunu görmek  daha da kötüydü. O sahneye geçiş için kameranın orda beklemesi ve seyirciyi karanlığa gömmesi için hiçbir mantıklı açıklama yapmak mümkün değil.

Ayrıca son sahnede teyzenin karakterinin yeterince empati ile oluşturulmamasından kaynaklı final sahnesine geçiş, seyircinin mantık duvarlarını yıkabiliyor. Seyirci oyuncunun gerçek olduğuna inanmak ister, fakat perdede karakterden kendinden beklenmeyen bir hareketi görmek seyircinin ilgisini dağıtır. Ki bu hareketin montajı kolaylaştırmak amaçlı bir yama gibi durması da cabası. Orada vakit atlayarak şok edici olmak istenebilir ama mazeretli bir kalkış ve hafif bir vakit geçtiğine dair ipucu, çok daha inandırıcı bir sahne yaratabilirmiş. Gene de bunlar final sahnesinin güzelliğini eksiltmiyor, fakat akıldan hemen çıktığı da düşünülmesin. Teyzenin sabit açıdan farklı tekrarlı rutinleri de vaktin yavaş geçtiğine değil de yerel kültüre vurgu yaparmış gibi duruyor ayrıca, uluslararası yarışmalara göz kırpar gibi.

sonbahar

Son bir cümle ile de eleştirileri bitireyim, filmde bazı sahneler hiç netlik yoktu; bunun tercihini yönetmen mi yapmıştır, teknik sorunmudur, sinema salonundaki mercekten midir bilemiyorum ama rahatsız edici. Ayrıca tekrarlanan televizyon kanallarından alınmış operasyon görüntüleri gereksiz ve rahatsız edici, sessizliğe alışmış seyirciye iki saniyelik hatırlatma mahiyetindeki gürültü bombardımanı sahneler seyirciyi o andan koparmaktan başka bir işe yaramıyor. Ayrıca ana fikri anlamışsak, tekrarlanmasına pek gerek yok diye düşünüyorum.

Küçük bir kitleyi hedef alan sanatsal bir ilk film olarak başarılı fakat Sonbahar’ın bazı hataları çok güzel bir film olmasını benim gözümde engelliyor. Gene de art-house sevenler izlerse memnun kalabilirler. Sonraki filmlerindeki özgünlüğü ile gidişatını belirleyecek Özcan Alper’den umutluyum. Gene de film ne kadar başarılı bulunsa da, hem memleket hem de yaşantı-gözlem temelli olması beni korkutuyor. Sinema bilgisine diyecek bir şey yok yönetmenin, umarız yeni özgün senaryolar ile karşımızda olur.

Ayrıca sanırım herkes son sahnede çok az süre gözüken altyazıyı merak ediyor, yönetmenin güzel bir jesti olan cümle şöyle;

“..her daim düşleri peşinde koşan sabırsızlık zamanının güzel çocuklarına..”