Australia (2008) – Bir davar çobanı hikayesi

avustralya-australia-2008-dcdscr-imdb-72-turkce-alt-yazi

Australia, 2008 yapımı Baz Luhrmann filmdir. Konu itibari ile İkinci Dünya Savaşı öncesinde Avustralya’da beyazların uyguladıkları politikayı, dolayısı ile kayıp bir neslin nasıl yok edildiğini anlatma vaadi ile başlar yoluna.

Ama gelin görün ki konumuz bununla kısıtlı değildir. Hikayenin içinde bir çoban (celep?), torunu ve kızından başka bir yakını kalmamış bir Aborjin kralı – ki genelde kendisi bir ruh gibi yaşamaktadır, ayrıca filmin en sempatik karakteri olduğunu düşünüyorum – kötülükte sınır tanımayan hayal gücü, et şirketleri, kuraklık, misyonerlik, savaş, sığır sürüleri, istismar, soyluluk ve daha pek çok gibi konuya değinmektedir.

Hatta film bir ara bitecek gibi olur ama bitmez devam eder. Üzücü olan bitmemesi değil devam etmesidir. Basit bir izleyici olarak o kısımdan sonrasına anlam veremediğimi söylesem anormal olmayacaktır sanırım.

Özellikle bu filmden sonra daha fazla Nicole Kidman izleyebileceğimi sanmıyorum. Kidman kendisini geliştiremiyor. Uzun zamandan beri yerinde sayması artık gözüme batar bir şekil almış durumda, tüm bunlar benim fikrim tabi kendisi bu konuda ne düşünüyordur bilemem :)

Bu film ile ilgili çok fazla konuşmak istemiyorum. İzlerken gerek hikaye gerek yönetmenlik gerek özel efektler olarak gözüme batan pek çok şey ile karşılaştım. Filmin büyük bölümü stüdyoda çekilmiş belli, bunu anlıyorum ama neden bu kadar belirgin ve yapmacık bunu anlamıyorum.

12

Yine filmimin kopuklukta sınır tanımıyor. Bana göre iki ayrı filmi birbirine kaynatmışlar gibi geldi. İlk kısımda senaryo kontrolden çıkmış olacak ki film tam bitmeye doğru 1 saatlik anlamsız bir bölüm daha eklenmiş.

australia_10

Seyirciyi oldu da bitti maşallah tuzağına düşürmeleri kınıyorum. Filmde yapılan pek çok hareketin mantıklı bir temeli yok. Mantığını geçtim nedeni bile yok diyebilirim. Sadece film devam etsin Kidman oynasın kendini göstersin gibi bir düşünce güdülmüş olsa gerek.

Hugh Jackman için de bir çift söz söylemek isterim. Kendisini geliştiren ve girdiği rolleri götüren bir adam ama bu filmde olmamış. Neden böyle bir projede yer almış olabileceğini anlamıyorum.

Filmin vaat ettiği konuyu işlediğini düşünmüyorum. Film olsun diye film yapmışlar o kadar. Büyük bölümü stüdyo işi zaten, sanat yönetmenini tebrik ederim, tek işçilik orada yapılmış bana göre. Saçma sapan bir film, karşılaştığınız yerde kaçmanızı tavsiye ederim. Hepsini geçtim bir de 165 dakika. Ömrümü çaldın davar çobanı hikayesi…

Filmin fotoğrafları çok güzelmiş bu arada :) fotoğrafları için izlenebilir?! :) )

Dark City (1998) – Hayal Gücün Kadar Karanlık

Bir adam otel odasında küvetin içerisinde uyanır. Sahnenin girişinden de anlaşılacağı üzere hafıza kaybı söz konusudur. Bu durumuna anlam veremez ve etrafı araştırmaya koyulur. Araştırma önce bulunduğu oda ile başlar, sonrasında daire ve sokakları takiben hayatını araştırmaya başlaması ile devam eder. Karakterimiz John Murdock (Rufus Sewell) hayata olan arayışına bu güzel sahne ile başlar.

Sokaklardan tutun hikayenin geçtiği koca şehrin tüm detayları adeta beynimden vurdu beni. Neredeyse mükemmel tasarlanmış mekan ve zaman ilişkisi filme oldukça akıcı bir şekilde yerleştirilmiş. Gerek ana karakterimiz gerek diğer karakterler olmaları gereken yerlere iyi uyum sağlamış. Bu filmi izledikten sonra ne kadar çok filme ilham kaynağı olmuş olabileceğini düşünmeden edemedim doğrusu. Hayata geçirilmiş bilim kurgunun babalarından kabul edilebilecek bir yapıta hoş geldiniz.

Şehri ele alarak başlayalım. Sanayi devriminin karanlık ve isli hatları, Alman mimarisini andıran karamsar binalar ile birleşerek karanlık bir şehir vermiş bizlere. Bu şehir filmin ismi kadar karanlık bir şehir aslında. Bir mekanizma belki, sürekli değişen ve yenilenen bir makina gizli içerisinde. İçerisinde yaşayan insanlar ise robotlaşmış adeta. Tepkisizleşmişler, ilgisizleşmişler zamanla. Fakat hiç bir biray bunu sorguluyabilecek ruh haline sahip değil film içerisinde. Adeta neden sorusu yitirilmiş gibi. Tek yapabidikleri kabullenmek olmuş.

İşte tam bu noktada John biz izleyicilere sorgulayan yüzü gösteriyor. Onun arayışı aslında bizim arayaşımız oluveriyor. Neden ve niçin soruları sorulmaya başlanıyor ve artan merak ile soru cümleleri kovalanıyor.

Karanlık şehir de soluk alan bazı ünlüler Rufus Sewell, William Hurt, Kiefer Sutherland, ve Jennifer Connelly gibi ilerleyen zamanın parlayan yıldızları oluyor. Film ile ilgili fazla ipucu vermeden bazı noktalara dikkat çekmek istersek eğer, John un parmak izi oldukça güzel bir düşünce olmuş. Filmin genelinde kullanılan spiral, tek bedende var olan iki vücut gibi uyumlu.

Görsel efektlerini dikkatle gözlemlediğim film 98 senesinde yapılmış olmasına rağmen beni rahatsız etmedi. Hatta oldukça beğendim bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bazı filmlerde olan teknoloji yetersizliklerinden ötürü çiğ görünen sahnelere bu filmde rastlamadım diyebilirim.

Şehrin, havası, dokusu ve çizgileri ile mekân olgusunu çok iyi yaşatmış olacak ki, bir süre sonra kendimi o şehirde yaşayan biri kadar karamsar bulur oldum. Aslında buna karamsarlık kelimesi uygun değil ama başka bir şekilde ifade edemeyeceğim hissettiğim duyguyu.

Film serim düğüm ve çözüm aşamalarında oldukça bütün ve akıcı bir gidişata sahip. Kesinlikle izlenmeli diye düşünüyorum. Özellikle bilim kurgu filmlerini dünya gerçekliklerinden kopmayarak izlemeyi seven seyirciler tarafından beğenilecektir eminim.

Mad Max (1979) – Kötü film yapma rehberi

Mad Max, Avusturalya’da çekilmiş Mel Gibson’ı ünlü eden, arada sırada televizyonda kaçıncısına denk geldiğimizi sallamadan izlediğimiz bir film. Peki bu film hem kıyamet sonrası türünde anılmayı hem de övgüleri hakediyor mu? Hangi aklı eksik övgüde bulunuyorsa bilemiyorum fakat oldukça başarısız bir film olduğunu söylerek başlamayı tercih ederim.

Öncelikle film, yakın bir gelecekte nasıl olmuşsa bir şekilde kıyamet sonrası adaletin yokolduğu bir düzeni tasvir ediyor. Tasvir ediyor dediysekte, yönetmenin ne anlattığından pek haberi yok. Benzin stoklarının kısıtlı olduğunu anlıyoruz. O zaman benzin çalıp otobanda gezerek çarçur eden motorsikletli denyoların imparatorluk kurması nasıl tutarlı oluyor, henüz ona karar verilememiş. Benzin stoklarında bir sorun yoksa bu safsata ne diye, böyle bir senaryonun gelişmesi için hiçbir geriplan bilgisi yok. Bu senaryoya anti-ütopya demek bile bu kadar köklü bir türe hakaret olur. Bir yanda Brazil, 1984, Cesur Yeni Dünya dururken aynı kefeye bu filmi koymak garip geliyor. Filmi ancak John Carpentervari B Filmler ile aynı kategoriye koymak mantıklı, özellikle Assault on Precinct 13 bunlara en güzel örnek. Tabi filmin biraz da anti-ütopyaymış gibi ciddiye alınıyor olması B Filmi bayağılığından keyif almayı son raddede engelliyor.

Filmin senaryo açısından B Filmi bayağılığı da mevcut, intikam almaya kalkan adam teması gazlanıyor. Ama sorarım karısını öldürtmeye çalışan bir adamın intikam alması ne kadar mantıklıdır :) ? Max öncelikle karısını tek başına dondurma almaya gönderiyor, orada karısı bir saldırıya uğruyor. Ardından sığındıkları evde ıssız ormanın içinden sahile tek başına gitmesine izin veriyor, karısı dönerken gene saldırıya uğruyor. Kadın bundan da kurtulduktan sonra eve geldiğinde Max karısının yanında durup korumak yerine, ormana saldıranları bulmaya gidiyor. Tabi o gittiğinde de saldırgan çete karısına ulaşmış oluyor. Ardından karısını ve çocuğunu öldüren çeteyi intikam ateşiyle anında yokeden Max’in bunun için harcadığı eforun anlamsız derecede küçük olması, bunu da sol dizinden vurulmuş ve sağ kolundan motorsiklet geçmişken yapması oldukça absürd. Bu kadar dandirik bir çeteyle başa çıkamayan devlete koyayım afedersiniz, o değil buna film çeken mantığa koyayım. On beş dakikada bitecek filmi iki saatlik motor sesi seremonisine çevirmek nasıl mantıklı gelmiş merak konusu…

Filmin tekniği de “B Film de B film” diye kıvranıyor. Müzik kullanımı, müziksiz filmler istemenize sebep oluyor. Hiçbir gerilim anı, sahne başlamadan 20 saniye önce giren gerilim müziği yüzünden gerici olmuyor. Konuşmaların ardına konmuş olan müziklerin anlamsız ve gereğinden fazla yüksek seste olması da cabası. Sahneler ise komiklik derecesinde sınır tanımıyor, kabustan uyanan Max sahnesi ya da Max’in yanmış iş ortağını gördüğü sahne başlı başına birer kabus.

Kısaca demek istediğim, bu filmi hala anti-ütopya kategorisine koyanlar tekrar tekrar kitaplarını filmlerini karıştırmalı. B Filmi olmayı da kabullenemeyen film, keşke B Filmi olmayı becerebilseymiş. B-(B Eksi) Filmi belki doğru tanım olabilir.