Revolutionary Road (2008) – Evlilik denen garip şey

revolutionaryroad1_large

Revolutionary Road, senaryosundan çok Titanic’ten yıllar sonra Kate Winslet(April Wheeler) ve Leonardo DiCaprio(Frank Wheeler)’yu bir araya getirilmesi ile gündemde kaldı. Bir dönem filmi olan Revolutionary Road, 1950′lerde işinden sıkkın bir koca ile hayatından sıkkın bir karının hayatlarını değiştirmeye yönelik adım atmaları üzerine kurulu. Tabi öncelikle filmin neden 1950′i set olarak seçtiğini sormak lazım, beni en çok sıkan şeylerden biri dönem filmi olmasına rağmen dönemle zerre alakası olmayan filmler. Sanırım bu yıllarda geçen filmlerin oldukça hayranı var yoksa prodüksiyon maliyetlerini arttıran bir tercih 1950′e set kurmak. Yoksa 50′lerde geçmesinin gözle görülür hiçbir faydası olmayan daha çok duygular üzerine kurulu bu filmi çekmenin mantığını bulamıyorum. Buradan ilk eksimi vererek yazıma devam edeyim.

Film erkek hegemonyasındaki aile ilişkileri ile kapitalizme hayat geçindirmeye belini bağlamış insanların hayatlarındaki mutlulukları sorguluyor. Hani farklı olanın kıskanıldığı, herkesin kendi gibi mutsuz ve çaresiz olmasının istendiği bir ortam var. Bunu farkeden April, Frank’in yıllar önce söylediği bir lafı hatırlıyor ve Fransa’ya giderlerse hayatlarının değişeceğini düşünüyor. Bunu Frank’le paylaştığında da olumlu bir yanıt alıyor ama ardından gelişenler iletişimsizlik ve düzene ya da kapitalizme olan bağlılığımızı sorgulamak yolunda ilerliyor.

revolutionaryroad1

Konunun çok da incelenmemiş yeni bir konu olduğunu söylemek mümkün değil, fakat bir kaç başarılı nokta var bunlara değinmek gerek. Öncelikle filmin tarzı oldukça feminist. Film boyunca iki sevişme sahnesi izliyoruz April’in içinde bulunduğu, ikisini de birkaç dakika bile almıyor ve sonucunda April tatminsiz olarak kalıyor. Bu kadar gerçekçi mutsuz sevişmeleri ya da evliliğin baskın öğesi olarak erkeğin kadına ve sekse bakış açısını güzel özetler nitelikte. Başka bir filmde bu kadar gerçekçileştirilmiş durumu açıklayan sevişme sahnesine rastlamamıştım oldukça sert ve eleştirel buldum.

Wheeler’ların dıştan mükemmel içten parçalanmış yapısı güzel anlatılmış, Fransa fikri doğduktan sonra insanların Wheeler’ları kıskançlıkla dolu kendi umutsuzluklarına çekme çabası da gerçekten başarılı. Michael Shannon’ın canlandırdığı psikolojik sorunları olan John Givings karakteri çok dolu ve hoş fakat bir yerden sonra senaristin filmde rol alıp hikayeyi yönlendirme çabasına dönüşüyor. Frank’le tartıştığı sahne açıklama amacı güder gibi.

revolutionary-road_l

Ayrıca film Kate Winslet’e Altın Küre ödüllerinde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü getirdi. Fakat Kate Winslet’i sevmeme rağmen Little Children’daki karakterine hiç uzak değil. Artık kendisini bu rollere çok hapsettiği düşüncesindeyim. Kendisini gerçekçi ve sert oyunculuğundan asla şirin rollerde gözünün olmamasından dolayı severim hatta Altın Küre ödüllerinden sonra çok sevinmiştim iki heykelciği de aldığına fakat bu filmden sonra eskileri sorgulamaya giriştim. Geriye gittikçe Kate Winslet’in hep benzer rolleri artık canımı sıkmaya başladı, öyle ki Revolutionary Road’a gelene kadar The Holiday’de, Little Children’da, Finding Neverland’de, Eternal Sunshine of the Spotless Mind’da ve hatta Titanic’te bile aldatan sorunlu bir kadını oynadı. Her filminde bir aşk üçgenine girmesi ya da psikolojik sorunlar seviyesinde kendine güvensizliğe sahip olması bir anda kafama dank etti. Umarım Kate Winslet’e olan saygımı bunlara benzer bir film daha izleyerek daha da kaybetmem.

Filme dönersek, bence Kate ve Leonardo ikilisini Titanic’ten beri özleyen ve o zamandan beri de bağımsız sinemaya hafif merak salmış kitlelere hitap eden bir film. Özgün konusu olmadığı gibi neden 1950′lerde geçtiğinin de anlaşılmaması cabası. İlişkiler üzerine filmlere bir bağımlılığınız varsa kaçırmayın yoksa çok da kayda değer bir film değil…

Çamur (2003) – Aşılamamış sınırlar üzerine…

Derviş Zaim’in 2003 yılında Kıbrıs sorunu üzerine Gökçeada, Konya ve Kıbrıs gibi farklı konumlarda çektiği film güncelliğini korumaya devam ediyor. Hala sınırlar ve sırlar açılmamış durumda Kıbrıs’ta. Derviş Zaim’de çocukluğunu geçirdiği topraklara bir gönül borcu gibi görmüş Çamur’u.

kurek

Çamur, askerliğinin bitmesine az bir süre kalmış olan Kıbrıslı Ali’nin bir anda sebebi anlaşılamayan bir hastalıktan konuşma yeteneğini kaybetmesi ile başlıyor. Ardından bağıramayan Ali, bölge halkının medet umduğu her türlü hastalığa iyi geldiği söylenen “çamur”un bulunduğu tuz gölü çivarında nöbet tutmakla görevlendiriliyor. Ardından çamurla ilgili olarak saplantılı hale gelen Ali üzerinden, Kıbrıs tarihi ve hızlı yoldan zengin olma hevesliliği üzerine bir senaryo anlatılıyor.

Film Kıbrıs konusunda gerçekçi olmak konusunda taraf tutmama konusunda gerçekten çok çaba sarfediyor. Olayların saçmalığı her iki tarafın yaptıkları saf seçilmeksizin yapılmış. Bu konuda başarılı olduğunu söylemek gerek. Özellikle Birleşmiş Millerler için bir proje yürütmeye çalışan karakter sanki Derviş Zaim’in gerçek hayatta gerçekleştirmek istediği projeleri gerçeğe dökmek isteyen kişi gibi. Bu kadar yakın tarihte önem arzeden bir olayı adam gibi ilk defa ele almış olmasıyla Derviş Zaim’i kutlamak gerek.

Çamur doğrudan anlatım yerine konusunu karakterlerine yediriyor. Taner Birsel’in oynadığı karakter tam anlamıyla çok güzel oluşturulmuş, bacakları kesilmiş arkadaşları da aynı gerçekçilikte, Ali’nin saflığı ve sonunda açıkladığı kadarıyla Kıbrıs sorunun üzerine etkisi inandırıcı kesinlikle. Çamura çıkartma zamanında topların saplanmasından dolayı çitlerle çevrildiği anlatılıyor filmde bir asker tarafından. Bu “Çamur’un cezalandırılmış olması” yalanı, bilinçaltına bakıldığında oldukça sert bir tavır. Aynı zamanda sadece ihtiyaçları, iyileştirici olan çamur, sınırın diğer tarafında olduğu için dışarıda kalmış olanlar Kıbrıs sorununun anlamsızlığı ile denk seviyede.

reynaud

Fakat film Kıbrıs konusuna değinirken araya farklı konular sokarak ve sonunda da kara film benzeri bir şaşırtmaca içermesiyle arada bir saçmalıyor. Saatlerce Kıbrıs sorununun Çamur üzerinden betimlenmesi ile meşgul seyirciye <spoiler>tarihi eser kaçakçılığı sonucunda filmdeki tüm erkek karakterlerin ölmesi durumu</spoiler> olabildiğince saçma ve gereksiz geliyor. Yavaş giden tempoya bir anda sokulan bu saçma dönüş filmin dokusunda kötü bir iz bırakıyor. Aslen kara mizaha yakın bazı espriler içermesine karşın bu son espri anlamsız kaçıyor.

Oyunculuklarda da Taner Birsel ve Mustafa Uğurlu dışında başarı görmek mümkün değil. Kıbrıs’ın yerlisi olarak canlandırılan bu karakterlerin bazen Kıbrıs ağzına yaklaşmaya çalışmaları bazen ise tamamen İstanbul Türkçesi ile konuşmaları karakterlerin oyuncular tarafından tam anlamıyla hazmedilemediğini ya da film öncesi yeterince yerel çalışma yapılmadığını hissettiriyor. Çünkü Kıbrıs ağzı tam anlamıyla Türkiye’de konuşulan Türkçeden ayrı bir tada ve dokuya sahiptir ve ayırd edilmemesi imkansızdır. Ama filmde Kıbrıslılara öykünen karakterler görüyorsunuz sadece. Ama Mustafa Uğurlu’nun filmin neredeyse tamamında sergilediği mimiklere dayalı oyunculuk oldukça başarılı. Taner Birsel ise karaktere tam anlamı ile kendisini adamış, filmdeki en olmuş karakter. Yelda Reynaud’u ise sadece imdat çığlığı ile hatırlamak mümkün, filmde en donuk karakter kendisi.

Çamur’un DVD’sinde kamera arkasını ve Derviş Zaim’le bir röportajı içeren bir ekstra da mevcut. Oradan anladığım kadarıyla filmde gerçekten kurguda çok fazla oynama yapılmış, 15-20 dakikaya yakın bir kısmın montajda kesildiğini düşünüyorum. Ekstralarda da bu sahneleri izlediğinizde hikaye anlatımına katkısı düşük ve gerçekten gereksiz sahneler olduğunu farkedeceksiniz. Sanki Derviş Zaim filmi kafasında tam oturtmadan çekmiş gibi anlaşılıyor bu sahneleri gördüğünüzde. Dünyanın en saçma ve başarısız ropörtajlarından birine de tanıklık edebilirsiniz DVD’de. Şansa ki Derviş Zaim soruları anlayabiliyor da filmin motivasyonları ile ilgili ipuçları veren anlamlı bir ropörtaja dönüşebiliyor sonuç.

Kısaca Çamur anlatmak istediklerini anlatmaya çalışırken sergilediği tutum ile saygı toplarken maalesef hikaye örgüsünde girdiği anlamsız detaylarla vuruculuğunu kaybediyor. Fakat anlatılmaya çalışılan tema tek başına incelendiğinde başarılı ve tarafsız bir film. Fakat toplamda başarılı olduğunu söylemek pek doğru olmaz. Kıbrıs sorunu ile ilgilenen bağımsız sinemaya meraklı veya Derviş Zaim filmlerini takip edenlere tavsiye edilebilir. Filmin DVD’si de internet sitelerinden 2.5 TL’ye temin etmek mümkün, verilen paranın ederinden fazlasını karşıladığı kesin.

Red (2008) – Durduğun an, işte o an, kaybettiğin andır

redposter
Red, 2008 yapımı bir Trygve Allister Diesen ve Lucky McKee filmidir. Bir adamın köpeği ile olan ilişkisini konu alır. Fakat bu ilişki öyle bildiğimiz bir ilişki değildir.

Şunları bilmemiz bu yeterli olacaktır sanırım. Filme ismini veren bir köpektir. Sahibi gibi hayat yorgunu olan Red 14 yaşındadır. Avery Ludlow (Brian Cox) ise  kendi soyadı ile işlettiği marketin sahibidir. Birgün havaların ısınmasıyla birlikte balık avına gider. Bir müddet sonra yanlarına üç genç yanaşır. Ludlow uzaktan seslerini duyduğu bu gençler için “çaylaklar” kelimesini kullanır. Filmi izledikçe çaylaklığın boyutlarını görmek bize kalır.

Bundan sonra gelişen olaylar biraz can sıkıcı maalesef. Bu öyle eğlenceli ya da insanın içini ısıtacak türden bir film değil. Çarpıcı olduğu kadar gerçekçi bir film aynı zamanda, boş vaatler verip izleyiciyi başka yerlere götürmeden kendisini anlatmaya başlıyor. Özellikle insan hayvan ilişkisine değindiği gibi anne baba, arkadaş, dost düşman ilişkilerini de akıcı bir üslupla irdeliyor.

Ben kendi adıma filmden fazlaca etkilendiğimi rahatlıkla söyleyebilirim. Özellikle köpekler karşı ayrı bir sevgi beslememin buna etkisi olmuş olabilir. Değil köpek, insanların hiçbir hayvana acı çektirmesini hoş karşılayabilecek bir insan değilim. Ayrıca filmde dikkat çekildiği gibi hayvanların hukukta “mal” olarak görülmesi son derece rahatsız edici bir gerçektir.
red02_resize1
Hikayenin tutarlı ve kurgusunun yerinde olduğuna kanaat getirdim. Bu filmi özellikle yazmak istedim çünkü yozlaşan bu dünyada, günümüzde değil hayvan, insanların bozuk para gibi harcandığı bir zamanda, bizlere basit ve açık dersler veriyor. Yine filmde geçen repliklerden dikkatimi çekenlerden bazılarını Ufak Notlar bölümünden okuyabilirsiniz.

Filmde güzel olan bir başka nokta ise uyumluluktur. Mekanlar, oyuncular ve müziklerin iç içe ayrılmaz bir bütün göründüğünü söylemekte fayda var. Özellikle McCormack ailesini her ferdi mükemmel oturmuş. Danny (Noel Fisher) i uzaktan görseniz sorun çıkaracağını anlayabilirsiniz. Michael McCormack (Tom Sizemore) yine kilit bir karakter diye düşünüyorum. Bir ailenin içyapısına da kısa bir bakış atabiliyoruz. Yine dengesizlik ve başıbozukluğun nerelerden geldiğini görebiliyoruz.

Film canınızı sıkabilir bunu tekrar söylüyorum ama bana göre kesinlikle izlemeye değer. Ben bir bütün olarak beğendiğim.
1858
Ufak Notlar (spoiler içerir!):

- Öncelikle Ludlow’konuşmasında önemli bulduğum iki repliği vereyim.
(bar sahnesi, Carrie Donnel (Kim Dickens) ile Ludlow arasında geçer)

Ludlow: Savaşta tek şey öğrendim. Tüm benliğinle mücadele etmelisin. Eline geçen her fırsatı değerlendirmeli ve asla durmamalısın. Durduğun an, işte o an, kaybettiğin andır.

(mülke izinsiz girme sahnesi, Michael McCormack ailesi ve Ludlow arasında geçer)

Ludlow: Bazen bir şeyleri anlamak için ilk elden görmek gerekir. Görürsün, tadına bakarsın, dokunursun. İşte o zaman anlarsın.

- Brian Cox’un oyunculuğa şapka çıkarıyorum. Mükemmel bir iş çıkarmış. Bizlere “adam gibi” adam nasıl olur gösteriyor. Tüm yaşadıklarına rağmen nezaketi ve sabrı elden bırakmıyor. Karşı taraf onun yaşadığını anlasın, hissetsin diye elinden geleni yapıyor. Her şeyden önemlisi insanlığını asla yitirmiyor.

- Film, 2008 Sundance Film Festivalinde En İyi Erkek oyuncu ödülünü almış. Yukarıda da dediğim gibi Ludlow karakterinin kalitesi göze batar nitelikte zaten. Ödül vermeseler ayıp ederlerdi.

- Teknik anlamda bir sinema filminin sahip olması gereken tüm özellikler bu filmde var neredeyse, ana hikaye, ana hikayeye bağlı olan yan hikaye, sonradan anlam kazanacak bazı ip uçlarının önceden gösterilmesi bunlara dahil. Tüm bunlar senaristlerin işlerinde ne kadar iyi olduklarının göstergesi. Aşağıda bu duruma iki örnek veriyorum.

- 25’50” de gösterilen kapıdaki izleri biraz tuhaf bulmuştum. Bir köpek kapıyı açmak için bu tip izler yapabilir fakat izlerin derinlikleri “hayati bir olayı” anlatır gibi geldi. Bu olaya dikkat eden birisi olarak daha sonra soruyu filmden çıkardığım gibi cevabı da filmden çıkarmam beni memnun etti.

-24’20” de gösterilen kerosen tenekelerinin de bir gösterilme sebebi var. Yine izlerken bunlar da dikkatimi çekmişti. Öyle fazla göze batar bir görüntü yok ama kapı tokmağı olayı gibi bunun cevabını da aldım, bunlar basit ama önemli detaylar diye düşünüyorum.

- Amerika’nın kuruluşundan beri ileri gelen silah hastalığının yan etkileri de açıkça ortaya serilmiş.

- Son olarak, filmin doğru düzgün tanıtımı yapılamamış, arasanız fotoğrafı bile çıkmıyor, fotoğrafını bırakın film hakkında bilgi bulmak bile güç. Ne biçim iştir anlamadım. Anlam da veremeyeceğim.

Slumdog Millionaire (2008) – Bizi doğru cevaba götüren nedir?

A.R. Rahman feat. M.I.A.’dan O Saya’yı dinlemek için tıklayın.

slumdog-millionaire-poster

Yılın son demlerine yetişen, Türkiye’de 27 Şubat’ta gösterime girecek olan yılın “kendini iyi hisset” filmi tecrübeli yönetmen Danny Boyle’un ellerinden çıkıyor. Boyle, Trainspotting ile gönüllerde yer etmiş, 28 Days Later ile yerini kesinleştirmişken bir kaç sönük filmle “Unutulacak mı acaba”lara gark etmeye başladığımız anda bizi yakalıyor. Sanmayın bu sefer sönük dönüyor, Vikas Swarup’un uluslararası çok satanlar arasında bulunan kitabı Q&A’yi temel alan Hindistan’ın varoşlarına uzak durmaya çekinmeden Bollywood’a bizim Yeşilçam’ımız tadında göz kırpan bir filmle geri dönüyor.

Bildiğiniz gibi Bollywood, Hindistan’ın en büyük endüstrilerinden biri ve kendi tadına sahip, tabi abuk dans figürleri ve müzikal temelleri ile Türk insanına pek de yakınlaşamayan bir sinema. Ama Slumdog Millionaire sanırım Yeşilçam’a en çok yaklaşan filmlerden biri, Türk insanın da filmden çok uzak kalacağını düşünemiyorum bu sebeple. Filmde “varoş iti” Jamal Malik, “Kim 500 Milyar İster?”in Hindistan versiyonuna katılıyor, son soruya bir adım kala film bize şunu soruyor, Jamal Malik buraya kadar şans eseri mi, hile yoluyla mı, dahi olduğu için mi yoksa kaderinde yazılı olduğu için mi gelmiştir. Film sonuna kadar da bunun cevabını Jamal’in hayatından kesitlerle bulmaya çalışıyor, buluyor da :) .

slumdogmillionairedvdscrxvid08446700-40-23

"Ve çaycıdan yine doğru cevap!"

Senaryo hiçbir zaman temposunu yavaşlatmıyor, kendini gerçeklerden soyutlayıp Bollywood filmlerindeki gibi “fakir çocuk zengin olur” temasını da aslen temelinde gibi durmasına rağmen yan konu olacak derecede anlatıcı rolüne büründürüyor. Hindistan’ın dönüşümünden, azınlıklar ile yaşanan sorunlardan, fakirlikten, istismardan, çürümüşlüğe ana konuyu besleyip duruyor. Bunları da katiyen sömürerek ya da didaktik bir şekilde yapmıyor, tam tersine gözler önüne seriyor. Filmin çürümüşlüğe bakışının güzel olmasına rağmen Mumbai gettolarında yaşayan çocukların kendilerinin slumdog(“varoş iti”) olmadıkları konusunda filmi protesto etmeleri ise oldukça garip bir durum.

slumdogmillionairedvdscrxvid07566800-40-08

En fazla kazanan her zaman kör şarkıcılardır.

Oyunculukta da bir şok edicilik söz konusu, küçük Jamal’ı oynayan Azharuddin Mohammed Ismail gerçekten mükemmel. Hintlilerin soyundan mıdır, nüfusunun fazlalığından mıdır bilinmez, oyunculuklar film genelinde çok başarılı. Ama belirtmekte fayda var özellikle çocuk oyuncular hatasız. Danny Boyle’un da yönetmenliğini tekrar gösterebilmesi açısından Slumdog Millionaire çok iyi olmuş. Rahat izlenen görselliği yüksek yaratıcı bir sonuç çıkmış ortaya.

Müzikler bağlama uygun bir şekilde genellikle elektronik Hint müziklerinden oluşuyor. Filmle bütünleştikleri de kesin, Kim 500 Milyar İster?’in müziği bile yerli yerinde ve tatlı kullanılmış. Fakat A.R. Rahman feat. M.I.A.’nın O Saya adlı parçası filmin en özgün şarkısı olmaya aday. Sayfanın başında dinleyebilirsiniz şarkıyı.

slumdogmillionairedvdscrxvid10713500-36-32

Varoşların üstünde yükselen Mumbai

The Curious Case of Benjamin Button ile girdikleri ödül savaşından Altın Küre’de firesiz çıkan Slumdog Millionaire, Oscar’da da yarışı bırakmayacak gibi gözüküyor. Button 13 dalda Oscarlara adayken, Slumdog da 10 dalda adaylığı kaptı. Açık farkla Slumdog’un En İyi Film, Yönetmen ve Uyarlama Senaryo’da daha şanslı olduğunu düşünüyorum. İkisi de aslen benzer temalara sahip, ilginç bir insanın biyografik öyküsünü anlatıyorlar. Fakat Button, senaristinin etkisi ile Forrest Gump olmaya çabalarken ve durağanlaşarak vakit kaybederken, Slumdog asla temposundan ödün vermeyip değineceği konulardan da kendini eksik bırakmıyor. İkisi arasında kararsız kalanlara tavsiyem Slumdog yönünde olacaktır. İyi seyirler…

Kısa notlar;

- Bu arada Danny Boyle “Milyonlar” ile uğraşmaktan ne zaman kurtulacak. 2004 yapımı Millions filminde de küçük bir çocuk Euro’ya geçişe günler kala içinde tonla Pound’un olduğu bir çanta buluyordu. İlginç bir raslantı.
- Danny Boyle’un gözüne hayran olmamak elde değil, bu kadar ana akım bir filmde yaptığı değişik kamera açıları filme kaybettirmektense kazandırmış.
- Slumdog’un BAFTA’da da 11 adet adaylığı var, gözden kaçırmamak gerektiği düşüncesindeyim.

Cloverfield (2008) – Koş canavar koş, kaç insancık kaç

Cloverfield, 2008 yapımı bir Matt Reeves filmidir. Evet yine bir felaket filminde daha beraberiz bunu baştan söyleyeyim. Konu olarak özgün olduğu söylenemez ama hikayeyi anlatma teknikleri bakımından değişik bulduğumu söyleyebilirim.

Aslında en çok bu filmi izlerken fps (bir tür bilgisayar oyunu çeşidi, karakterimizin gözlerinden görüyoruz dünyayı) oyunu oynuyormuş gibi hissettim kendimi. Özellikle filmin derinden gelen yankıları, patlamaları ve bunu gibi efektleri atmosferi bize iyi vermiş.
Şimdi şöyle yüzeysel olarak bir bakacak olursak eğer, daha önce incelediğimiz rec filmi gibi düşünebiliriz bu filmi. Yine sabit bir kameradan izlemenin gerilimini yaşatma çabası var fakat bu sadece çabada kalıyor gibi geldi bana. Görsel efektler bağlamında oldukça doyurucu kareler görüyoruz, insanlar bir oradan bir buraya koşturuyor, çatışmalar çarpışmalar sizi oradaymış gibi hissettiriyor. Tüm bunlar bizi filmin içine çekiyor.

Açılış sahnesini takiben sakin başlayan tempo gittikçe hızlanıyor, 11 Eylül saldırılarında kayıt edilen görüntülere benzer özellikte kareler görmemiz pek mümkün.

Senaryo ile ilgili çok söyleyebileceğim bir şey göremiyorum. Diyaloglar ve karakterler arası iletişimler biraz saçma geldi bana, bunlara ufak notlar bölümünde değineceğim. Biraz şu ucuz felaket filmleri havası esmesine neden olabilecek mantıksızlıklar var.

Görsel anlamda biraz hareketlilik istiyorsanız filmi tavsiye edebilirim. Özellikle sesleri çok beğendiğim vurgulamak istiyorum, uzun zamandan beri film atmosferini böyle güzel yansıtan bir yapımla karşılaşmamıştım.

Ufak Notlar (spoiler içerir!):

-Şimdi öncelikle bana saçma gelen şu, Hud (T.J. Miller) un amacı ne, yani o kadar yaratık falan ortalıkta son sürat koştururken adam hala kayıt almaya çalışıyor. Zaten bu davranışının bedelini filmin sonunda ödedi :)

-Küçük bir grubu izliyoruz, telefonla görev gelir gibi bir anda Beth McIntyre (Odette Yustman) ı kurtarma operasyonu başlıyor. Kendisinin yıkılan duvarın altında kaldığını ve kan kaybettiğini öğreniyoruz. Yanına vardıklarında ise göğsünü delip geçen bir st37 inşaat demiri görüyoruz. Nereden nereye işte, o haline rağmen gayet zinde bir şekilde yaşam mücadelesine devam ediyor. Kaldırılırken biraz acı hissetmesi normal tabi.

-Ben bu filmi izleyene kadar video kameraların kırılgan nesneler olduğunu düşünürdüm. Filmdeki kamera her olayı atlattı. Markası neyse öğrenmek istiyorum : )

Kaseti bitirelim bari boşa gitmesin

Kaseti bitirelim bari boşa gitmesin

-Metroya girmeye karar verdikleri sahnede olay mahalline bir anda intikal eden askeri birliği tuttum. Sırf bu sahne için bu filmin izlenebileceği düşüncesine sokmuştur beni. Uçuşan füzeler, tank mermileri ve piyade ateşi oldukça etkileyiciydi. Adamlar yapmış.

-Bu yaratık, artık adı her ne ise, nasıl oluyor da devamlı bizimkileri buluyor anlayamadım. Yani adamlar nereye gitse iki dakika sonra vatandaş görülüyor. Koca şehirde bu kadar tesadüf anca filmde görülür :)

- Son olarak bir başkasını kurtarmak için iki kişiyi kaybetmeleri ve durum karşısında pek de etkilenmemeleri olmamış. Oyuncuların duyguları biraz yabani geldi. Özellikle Marlena (Lizzy Caplan) ı çok fena harcadılar, halbuki o en mantıklı karakterdi.

The Happening (2008) – Burası esiyor mu ne?


The Happening, 2008 yapımı bir M. Night Shyamalan filmidir. Filmimizin senaryosu yine kendisi tarafından ortaya çıkarılmıştır. Yine daha önceki filmlerinde gördüğümüz bir takım ekip üyelerini bu yapımda da görmekteyiz. Özellikle müzikler konusundaki vazgeçilmez tercihi olan James Newton Howard’ın tarzı bizlere film süresince eşlik etmektedir.

Daha önceki filmlerinden yola çıkarak düşünmeye başlarsak eğer az çok nasıl bir film ile karşılaşmamız gerektiğinin gayet ortada olduğunu düşünüyorum. Aksinin düşünen var mı bilmiyorum ama hep aynı tarz eserler ile karşı karşıyayız ne yazık ki. Ben bu tarz filmleri kendi adıma heyecan ile karşılayarak izliyorum fakat, her yeni yapımın bir öncekinden farklılıkları olmasını da beklemiyor değilim. Bunu anlatarak varmak istediğim nokta (benim haddime değil ama :) ) artık biraz değiştirelim şu Shyamalan filmlerini demek oluyor. Hep aynı şekilde işlenen konular ve olaylar artık kabak tadı vermeye başladı birisi kendisine iletsin.

Oyuncular konusunda bir şeyler söylemem gerekirse, son dönemlerde The Departed, Shooter ve Max Payne gibi daha çok aksiyon içerikli yapımlarda rol alan Mark Wahlberg’in bu filme pek gitmediğin düşünüyorum. Yani sen al oradan buraya atlayan, sağa sola küfürler savuran ve ne olursa olsun hayatta kalmak için kılı kırk yaran bir karakteri, getir böyle bir filme koy.

Sonra bu filmi izlememde büyük emeği geçen (lafa bak) Zooey Deschanel’ın da harcandığını düşünüyorum. Yani o da pek gitmemiş ama Wahlberg kadar alakasız durmuyor konuya en azından. Bu arada sırf Deschanel için bile ben bu filmi seve seve izlerim :) izledim de zaten.

Senaryo az çok insanların çevreye olan duyarsızlığından kaynaklanan çevresel bir bitki ayaklanmasını konu alıyor. Nasıl mı? Şöyle izah edeyim. Şimdi bir kere bitkiler faali olarak ayaklanmıyorlar. İçten içe sinsi kimyasallar salgılayarak (genellikle rüzgar formunda oluyor bunlar) insan ırkı üzerinde bir takım bozukluklara yok açıyorlar. Bu kısım çok önemli değil zaten, maksat felaket filmi olsun işte.

Ben harcanan emeğin farkındayım fakat bu filmin sırf film olsun diye yapılmış olabileceğini düşünmekten de kendimi alamıyorum. Hadi film yapalım denmiş de sonra bunu yapmışlar gibi geldi bana.

Bilim kurgu seviyorsanız, daha önceden Shyamalan filmleri izlemiş ve beğenmişseniz bu filmde zihninizin arşivlerinde yer alabilir diyorum. Aksi durumda pek tavsiye etmiyorum.

Ufak Notlar (spoiler içerir!):

-Şimdi öncelikle filmin jeneriğindeki bulut muhabbetini beğendiğimi söyleyeceğim. Yani bir olayı yok öyle oturup saatlerce çekim yapıp hızlı oynatmışlar ama müzikle beraber iyi uyum sağladığını ve ahenkli olduğunu düşünüyorum.

-Daha sonra açılış sahnesini takiben, bankta oturan kızlar arasında geçen olayı eleştireceğim. Yani öyle hava geliyor (rüzgar formunda :) ) herkes etkileniyor ama içlerinden birisi (hikayeyi bize anlatacak ya) maşallah turp gibi oluyor. Aynı olay filmin sonunda da var. Yine biri etkilenmiyor ama işin ilginç yanı onların başına gelecekleri görmüyoruz.

-Sonra saç tokası ile bir insan nasıl kendi boynunu 20 cm mesafeden delebilir? Bu ne kadar mümkün bir ölüm tekniğidir diye sorarım adama? Daha yaratıcı olalım lütfen.

-Jess (Ashlyn Sanchez) den bütün film boyunca tırstım desem yeridir :) kızda bir tuhaflık var içinden canavar falan çıkacak sandım ama olmadı. Konuyu bu küçük kız üzerinden çevirerek diğer karakterleri birbirine bağlama çabasının çok ucuz olduğunu düşünüyorum. Yani dikkat edin, o kız olmasa kimse gruplar halinde gezmez ve bitkilerin dikkatini çekmezdi sanırım :) (bağlayıcılığın bu kadarı)

- Joey (M. Night Shyamalan) her filminde olduğu gibi bu filminde de var olma ihtiyacı hissetmiş. Kendisini Joey’in telefondaki sesi olarak dinliyoruz.

- Mrs. Jones (Betty Buckley) un kısa sahneleri olmasına rağmen filme büyük katkı yapmış olduğunu gördüm. Özellikle film atmosferi üzerinde hakimiyetini kurmakta hiç vakit kaybetmiyor. Keşke kendisini daha çok izleyebilseydik diyorum.

-Yukarıda hepsinin duvarın dibine oturarak kaderlerini bekledikleri fotoğrafta, sağ tarafta görülen su borusu çıkıntısı iletişim amaçlıdır. Tabi  yersek. (gerçekten öyle dalga geçmiyorum, bir nevi telefon)

-Son olarak Nursery Owner (Frank Collison) u seviyorum  yok böyle bir tip ya. Adam doğuştan felaketi görmüş gibi bakıyor.

Wag the Dog (1997) – Savaşlar üretmek içindir!

wag_the_dog_ver3

Hollywood genel olarak ülke politikalarını ele almaktan geri durmaz, bunları nasıl eleştirel hale getireceğine de emin olamaz genellikle. Bazen çok başarılı örnekler çıksa da bazen doğrudan ya da olayı “o kadarı da gerçek olamaz” boyutuna taşıyanlar oluyor. Wag the Dog da güzel bir şekilde bazı olayların nasıl üretilmiş (produced) olduğunu göstermek ve televizyona inanan ABD halkını hicvetmek gayesi güdüyor. Fakat ipin ucunu kaçırarak gayesini ve mesajını vermekten uzaklaşıyor.

Wag the Dog seçimlerin arifesinde mevcut başkan koltuğunu korumak için çaba sarfederken genç bir kızla Beyaz Saray’da yaşadığı ilişki sonucunda cinsel taciz davasıyla yüzleşmek üzeredir. Seçimleri garantiye almak için de hükümet hakkında olumlu yazılar yazan, en geri çevrilemez durumların hakkından gelen bir uzman tutulur. Uzman bu olayın üstesinden gelmek için Balkanlarda hayali bir savaş başlatmanın seçimlere kadar oyalayıcı olabileceğini düşünür ve bir Hollywood yönetmeni ile savaşı üretmeye geçerler.

Filmin ilginç yanı, gerçeklerle örtüşebilme becerisi, Clinton’ın Monica Lewinsky skandalı patlamadan çekilmiş Wag the Dog. Clinton’ın o sırada Balkanlarda bir savaşı komuta ediyor olması da işi oldukça alengirleştiriyor. Sanki film önsezileriyle olacakları tahmin etmiş gibi duruyor. Tabi ki, filmdeki bir hayali savaş ile kamuyu uyutmak pek mümkün değil, Balkanlarda yaşananlar hala hatıralarda.

wagthedog1997hdripxvid-tlfcd102569320-37-15

Wag the Dog’un kadrosu da oldukça dolu, iki A sınıfı oyuncu Dustin Hoffman ve Robert De Niro filme ruhunu veriyorlar. Özellikle Dustin Hoffman’ın oynadığı karakter, Stanley Motss filmin en ilginç karakteri. İki oyuncu da film için ellerinden geleni yapıyorlar. Fakat senaryo ilk aşamada hızlı başlasa da sonrasında şakanın cılkını çıkarıyor ve gerçeklikten iyice kopuyor. Hayatımızda sürekli yaşanan gündemi değiştirip kimi şeylerin üstünü örtülmesi konusu iyice uçlara taşınarak inandırıcılığını yitiriyor. Bu ironi dozunun abartılması ile de film eleştirel bir yapıt olma özelliğini yitiriyor.

deniro

Film sırtını olabilirliğe dayayarak çok daha güvenilir bir politik film olabilecekken, ironinin gittikçe çocuksulaşması ile gerçekçiliğinden kaybederek sıkıcılaşmaya başlıyor ve basit dönüşlere umut bağlıyor. Öyle ki filmin başından beri başkanın seçimi kaybedeceğini asla düşünmüyorsunuz, ne olursa olsun üstesinden gelebileceklerini düşünüyorsunuz. Bu da sonuç olarak ilk baştaki sadece sahte savaş ile anlatılabilecek hikayenin fazladan öğelerle beslenmesiyle ve komikleştirilme çabalarıyla kaybettiğiniz vakti arttırma yolu seçilmesine sebep oluyor.

İzlenmesine gerek olmayan, fikir olarak yeterince güzel bir film. “Keşke daha düzgün bir gerçekleştirimle klasikleşebilseymiş.” düşüncesi izledikten sonra aklınızdan eksik olmayacaktır.

Einstein and Eddington (2008) – Kal sağlıcakla Newton Fiziği!

1. Dünya savaşı sırasında bilim adamlarının yaşadıkları zorlukları ve bu zorlukları aşmanın yine bilim olduğunu düşünen iki teorem çürütücünün, yani Alman Einstein ve İngiliz Eddington’ın gerçeklere dayanan hikayelerini, yarı belgesel yarı film havasında izleyiciyle buluşturuyor.

1919 da Afrika’daki Güneş Tutulması ile başlayan filmin hikaye zincirini anlatmak için 1914 yılına geri dönüş yapıyor.Eddington, İngiltere’nin en iyi ölçüm yapan bilim adamı olarak kabul edilirken,Einstein şöhretten uzak, çekim kuvveti hakkındaki görüşlerinde yeni yeni ilerleme kaydeden bir bilim adamı olarak tanıyoruz.Bu sırada yine fizikçi olan karısı ile olan ufak problemleri ve çocuklarıyla olan yakın ilişkisine de anlatan hikaye,  belgesellerin o sıkıcı havasını dağıtıyor.

Bilimi takip eden izleyicilerin karşısına bu sefer yine tanıdık bir isim, Max Planck çıkıyor ve İsviçrede sevimli bir hayat yaşayan eski dostu Einstein’ı Almanya ya zor bela geri götürüyor.Almanya ya geri dönen Einstein, Hitler hegomanyasındaki Üniversitede, bir yanda araştırmalarını tohumlandırıyor, diğer yanda  Hitler politikasına karşıinsancıl yönünü kaybetmiyor  ve bilimin yanlış kullanılmasına karşı olan  tepkilerini korkmadan dile getiriyor.

111

İngiltere’de ise bilim konusunda bağnazlığın diz boyu olduğu bir ortamda çalışan Eddington ,bu bağnazlığı yıkmaya ve bilimin ilerlemesini sağlamaya çalışıyor.Bunu Einstein’ın elektromanyetik ışınım konusundaki kitabını okuduktan sonra Almanya daki Einstain ile  karşılıklı yazışılan mektuplarla gerçekleştiriyor.

Yer yer iki ülkenin koşullarına yüzeysel olarak değinen filmde Einstein’ı canlandıran Andy Serinks’in oyunculuğu tatminkar bir iş çıkartıyor.Eddington’u canlandıran ve genelde dizilerde oynayan David Tennant ise bu yapımla yüksek bütçeli filmlere göz kırpıyor.Film bittiğinde, savaş döneminde bilimin de diğer konular gibi ambargoya uğrayabildiğini  ve genel görelelik teoreminin nasıl geliştiğini sıkılmadan izliyorsunuz.

Angel-A (2005) – Benim adım André. André Moussa.

Angel-A, 2005 yapımı bir Luc Besson filmidir. Senaryosu tanıdık ya da bilindik belki de klişe olarak gelebilir ilk bakışta. Şahsen ben ismini hatırlayamadığım bir 50′ yapımı Hollywood filmi ile benzer özellikler gördüm aralarında. Bu film için senaryoyu fazlası ile irdelemek istemiyorum. İki oyuncuyu temel alarak, diyalog tabanlı bir hikayenin nasıl işleneceği konusunda fikir sahibi olmak istenilirse eğer Angel-A filmi izlenmeli diyorum.

Filmimiz André (Jamel Debbouze) isimli, engelli bir vatandaşın kendine olan yolculuğunu konu alıyor. Filmin devamı ise bu arayışın nedenlerini, sebeplerini ve sonuçlarını irdeler nitelikte izleyiciye sunuluyor.
André, kendine güveni olmayan, sürekli etrafına yalanlar söyleyen, sevgiyi daha önce dillendirmemiş ve içerisinde hissetmemiş bir kişiliği temsil ediyor. Daha sonra çok hoş bir bayan (Rie Rasmussen) ile tanışması ile hayatının seyri çark ediyor. Karşılaşmalarının devamında bu bayan kendisini André’ye adadığını söyleyerek, kalan süre boyunca ayrılmaz bir birliktelik sağlıyorlar. Sonrasında ise André’nin iç meselelerinden tutun da dış meselelerine kadar olan olaylara beraber bir bakış atıyorlar.

Görsel anlamda, filmin atmosferini oldukça tuttuğumu söyleyebilirim. Genellikle trafik yoğunluğu az olan sokaklar ile zayıf yaya yoğunluklu kaldırımlar görüyoruz Paris caddelerinde.

Bir başka detay ise “bağlayıcılığı” bize vermeye çalışan köprü temasının işlenmesi. Bu kısımda filmi izlerken anlatmak istediğim durumu daha iyi fark edebileceğinizi umuyorum. Paris’te bir o yana bir bu yana yürüyen çifti izlemek gayet eğlenceli.

Filmin yönetmenlik anlamında, özellikler sahneler arası geçişleri ile dikkat çekici buldum. Hatta iki kere izledim diyebilirim.

Ufak notlar bölümünde yapılan geçişler ve diğer dikkat ettiğim noktalardan bahsedeceğim.

Angel-A filmini fazla beklenti ile izlememenizi tavsiye ederim, belki beğenmeyebilirsiniz, ya da yukarıda yazmış olduğum gibi daha pek çok negatif etken düşünebilirsiniz. Fakat yumuşak bir hikaye işleyişi, iyi oyunculuğu ve yönetmenliği olan bu film benim gözümde önemli bir yere sahip olmasını başardı.

Ufak Notlar (spoiler içerir!):

-24’05″ de Angela’nın başının heykel üzerine bindirilecek şekilde çekilmesi,

-25’08 de köprü üzerinde geçek konuşma sahnesi, özellikle yakın plan ve uzak plan olarak iki farklı mesafeden diyalog takibini beğendim, yine bir diğer önemli nokta ise karakterlerin vücut dillerinin seçilebilir bir şekilde görünmesi olmuştur.

- Angela’nın melek olduğunu açıkladığı sahnede geçen konuşmalar, Angela’nın bu sefer dünyaya gelirken “sürtük bedenini” kullanması ve tüm bu gerçeklere saçmalık gözü ile bakan André’nin yaşadığı gerçek karşısında gözünden dökülen yaşlar. Özellikle oyunculuk bağlamında adeta “fade-in” yapar gibi, inanmaz tavırdan inanır tavra olan yumuşak geçişi etkileyiciydi.

- Filmden bir başka nokta ise basit ama yeterli görsel efekt kullanımıydı. Bu şekilde izleyiciye gerekli miktarda görsel sunulduğunu ve filmi gerçekçilikten uzaklaştırmadan bizleri Angela’nın bir melek olduğuna inandırmaya başardıklarını görüyorum.

- Filmin en çarpıcı denilebilecek sahnesi ise, André’nin kendisini sevdiğini söylediği sahnedir bana göre, burada kullanılan kamera tekniğinden bahsetmek gerekirse, karakterlerimiz etrafın açı çizerek, en son aynadaki görüntülerine geliyor. İşte burası çok önemli çünkü bize son bir defa daha “al bak bu adama” der gibi incelettiriyor. Aslında bu tip bir bakış açısı günümüzde de oldukça geçerli diye düşünüyorum. Sevgi önemli bir bileşen insan denen yaratığın hamurunda, eksikliği bir takım bozukluklar ve rahatsızlıklara sebebiyet verebilir.

- Filmin finalinde, girişinde olduğu gibi çıkış yapılması, André bize kendini tanıtmış, devamında anlatmış ve şimdi de uğurlamaktadır.

- Ayrıca bu filmi izledikten sonra aynanın karşınına geçip kendimizi sevdiğimizi söylemeliyiz diye düşünüyorum. Şaka şaka :) ) (bizim neden meleğimiz yok tutup kanadından asılacak?)

Strange Days (1995) – Kafana takmaya değer mi?

Juliette Lewis’ten Hardly Wait’i dinlemek için tıklayın.

414px-strangedays

Strange Days yakın geçmiş olan 2000′in arifesinde vuku buluyor. Her ne kadar 2000 yılı büyüsünü artık yitirmiş olsa da büyük bir ruhu kaybetip gitmişsek arkamızda, 90′lardan geri kalmış az nostaljik unsurdan biri bu film de. 2000′i geçtiğimizden beri anti-ütopya üretiminde de belli bir düşüş yaşandığı kesin, artık 2000 gibi bir ilham kaynağı olmaksızın yaratıcı olunamıyor herhalde. Şimdilerin modası “küresel ısınma”… Neyse biz konumuza 2000′in arifesinde geçen bu anti-ütopik filme dönelim.

Filmimiz milenyuma az bir süre kala kaotik Los Angeles’ta geçiyor. İnsanlar kafalarının üstüne taktıkları SQUID (mürekkep balığı anlamına geliyor Türkçe) adındaki kayıt cihazları ile hafızalarını minidisc tarzı depolama birimlerine kaydedebilmektedir. SQUID doğrudan beyindeki tüm hisleri kaydettiği için kayıtlar sadece görüntü değil, birer hatıra deneyimine dönüşmektedir. Yani izleyen, kaydeden ile aynı hisleri yaşayabilmektedir. Pornografik içerik ya da yabancıların “snuff” dedikleri birinin ölümünü ya da intiharını içermesi ve eğlence amaçlı satılması sebebiyle yasal değillerdir. Lenny Reno (Ralph Fiennes) da bu kayıtları el altından dağıtan en büyük satıcılardan biridir. Bu yola girmesindeki en büyük sebep de kendisini terkeden kızarkadaşı Faith’i (Juliette Lewis) hatırlayabildiği tek anın o kayıtlarda olmasıdır. Yani kendisi gibi ulaşamadıklarına ulaşmaya çalışanlara çare arayarak parasını kazanmaktadır. Tabi ki bu kayıtlardan biri istenmeyen sonuçlar doğurana kadar…

strangedays1995dvdripdivx3lm-vcdvaultwwwdivxplanetcom12091000-48-58

SQUID iş başında

Film fikrin üzerine değinmekte hiç eksik kalmıyor, SQUID gerçekten parlak bir fikir ve görüntüyü çekenin kim olduğunun bilinememesi de işi daha da heyecanlı yapan kısmı. Bu sayede filmde şaşırtmalar(twistler) havada uçuşuyor. Senaryoyu James Cameron’ın yazdığını düşününce şaşırmamak gerek, ne de olsa Terminatör’ü, Aliens’ı ve hatta Titanic’i yazan ya da sinemaya uyarlayan kişi. Fakat tam da o sırada elindeki tüm altınları çamura çevirmekte usta yönetmenimiz Kathryn Bigelow (bkz: K-19: The Widowmaker) geliyor. 42 milyon $’lık bütçesiyle film gişede ancak 9 milyon $’lık bir ciro yapabiliyor. Bunun en temel sebebi de filmin zorlama bir şekilde kendini pozitif ayrımcı ilan etmesi.

strangedays1995dvdripdivx3lm-vcdvaultwwwdivxplanetcom06434200-44-03

Juliette Lewis her zamanki gibi...

Film arkaplan oluşturmak için oldukça çaba sarfediyor ve bunun için zencilerin aşırı ayrımcılığa uğradığı ve sokaklarda polisle savaşın sıradan olduğu bir evren yaratıyor. Filmdeki karakter seçimleri de bu yönde, uğruna ölüp bitilen beyaz Faith değersiz bir kadınken, Lenny’nin kadim dostu Mace iyi dövüşen, mantıklı ve dostane bir zenci. Ayrıca daha sonra başına işler gelen çeteleri coşturmayı kendine amaç biçmiş zenci rapçi hayatınız boyunca görebileceğiniz en saçma karakterlerden biri. Tabi gişe gelirinin düşüklüğünü filmin 18 yaş sınırına da bağlamak mümkün çünkü tecavüz ve cinayet gibi olaylar filmde olabildiğince gerçekçi ve sert sunulmuş bu da çoğu seyirci için rahatsız edici bir durum.

Strange Days, iyi bir fikri baz alıp altına temel koymaya amaç gütmeyen bir bilimkurgu-aksiyon filmi. Senaryo temelleri ile uğraşmayacaksanız, şaşırtmacaları için izlenebilir. Ama unutulmamalı ki ortalıkta yüzlerce başarılı bilimkurgu var…

Gomorra (2008) – İtalya cephesinde değişen bir şey yok!

gomorra-turkceafis

Solaryum o, evet! Uzay mekiği değil.

Gomorra şatafatlı mafya filmlerinin aksine güncel İtalyan mafyasını perdeye en sade dille gerçekçi bir şekilde aktarmaya çalışan bir film. Gerçeklere dayanıyor olması da en büyük iddiası. Uyarlandığı kitap 1 milyon 200 bin adet satmış ve 33 ayrı dile çevrilmiş. Yazarı Roberto Savione kitabı mafyanın içine girerek gözlemlerinden oluşturduğu için kendisi şu an mafyanın kara listesinde ve kitabın yayınlandığı tarihten beri polis korumasında yaşamak zorunda kalmış. Peki tüm bu yapılmışlıklara ve temeline rağmen film başarılı olabiliyor mu?

Aslında ödüller açısından bakınca filmin çok başarılı olduğu söylenebilir ne de olsa Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi kaçırmasına rağmen Jüri Büyük Ödülü’nü almış. Gişede de bütçesini hayli hayli katlayan geniş bir kitleye ulaşmış. Tabi ki bunda kitabın tanınırlığının katkısını yadsımamak gerek. Gene de filmin abartıldığı kadar başarılı olmadığı görüşündeyim. Sebepleri aşağıda…

Filmimiz mafyayı özenilirlikten zenginliğinden bağımsız ele alıp yeni mafya babası idolleri yaratmak için çaba sarfetmiyor. Daha çok mafyanın sosyokültürel etkileri üzerine değinmeyi amaç ediniyor. Mafyanın bölgesinde doğmuş insanların içine düştükleri bataklığı, kurtulamamazlık hissini iletmeye çalışıyor. Bunu yapmak için de tek bir konudansa bir kaç bağımsız karakter üzerinden ilerlemeyi tercih ediyor. Bunlar, mafya özentisi iki genç kabadayı, bakkalda annesinin yanında çalışırken kendini mafya içinde bulan Toto, mafyanın beslediği ailelere para dağıtımı yapma işini üstlenen sürekli iki tarafında arasında sıkışan Don Ciro, yasadışı atık boşaltımı işinde çalışan işadamının yanına işe giren genç ve okumuş çocuk ve mafyaya bağlı bir tekstil atölyesinde çalışan Pasquale… Konuların anlatımı sırasında mafyanın insanları sömürürken nasıl acımasızlaştığı ajitasyon yapmaksızın anlatılıyor. Birbirinden bağımsız gözükseler de konuların temel aldığı motivasyon aynı olduğu için çok bölünmüş hissetmiyorsunuz. Tabi sonuçta tüm hikayelerin birbirine bağlanmıyor olması biraz sürpriz olabiliyor.

pasquale

Pasquale, Çinlilerle.

Film gerçek olaylara dayandığı için kendini sorumluluğuna fazlasıyla kaptırıyor, belgeselvari bir tat yakalamaya çalışıyor. Maalesef gördüğümüz olaylar gerçek olduklarını bilmeden izlendiğinde insana çok uzak gelmeyen olaylar, çünkü mafyanın işletmeleri olması da, kendi mahalleleri olması da zaten bilindik bir durum. Daha önce de bu durum filmlerde incelendi, Cidade de Deus (City of God, Tanrıkent) özellikle bunu çok büyük bir başarıyla gerçekleştirmişti. Fakat Gomorra, aynı büyüyü yakalamakta zorlanıyor, özellikle beş farklı hikaye anlatmaya çalışması sebebiyle karakterlerini tanıtmak için çok fazla vakit kaybediyor. Filmin neredeyse ilk yarısının tamamı hala yarım yamalak fikirlerinizin olduğu karakterler ile geçiyor. Burada kaybedilen vakit seyircinin de sabrını zorluyor, seyirci eğer kitabı okumamışsa parçaları birleştirene kadar canından bezmiş oluyor. Bu sebeple bu kadar farklı hikayeye bölünmüş olmasını beğendiğimi söyleyemem. Çünkü sürekli bir düğüm noktası için beklediğiniz film bunlar için sizi bekletmeye ve karakterlere odaklanmaya zorluyor. Ama dediğim gibi karakterler ve olaylar o kadar tanıdık ki özgünlük bulamayan seyirci odağını ve dikkatini kaybediyor.

gomorra-2

İki genç mafya babası adayı.

Gomorra’nın yurtdışında aldığı tepkilere nazaran ülkemizde adını duyuramamasını, ülkemizde kitabın henüz belli bir patlamaya ulaşamamış olmasına ve yaşanan olayların artık her gün televizyonlarda izlediğimiz ve normalleştirdiğimiz anormalliklere benzerliğine bağlıyorum. Türkiye’de Ergenekon Operasyonu ile her gün sapla saman birbirine daha da karışırken, derin devletin varlığını hep hissetmiş faili meçhulleri ile ünlü bir ülkeye İtalya’da yaşananların garip gelmemesi normal olabilir. Ama Avrupa bakış açısından değerlendirildiğinde filmin kitaptan ödünç aldığı belgesel değeri ve korkusuzca yaklaşımı, bir de Avrupalıların kafalarına dank eden “Neler oluyor haberimiz yok? Biz bunlar sadece 3. Dünya ülkelerinde olur sanırdık.” düşüncesi filmin değerinin kat kat artmasına sebep oldu.

Sanıyorum ki bu önermelere sahip olmayan Türklerin, filmin eksiklerine de göz yummayacağı için Türkiye’de bu filmin değerinin aslından da düşük olduğu. Benim tavsiye edebileceğim izleyici kitlesi gerçekçi sinemadan hoşlanan, Avrupa filmlerini seven seyirciler olacaktır. Ama hala Tanrıkent’i izlememiş olanlar varsa bu filme vakit kaybetmenin gerekli olmadığını düşündüğümü de eklemem gerekir.

Låt den rätte komma in (2008) – Yazgıya razı olmanın farklı bir türü

cartaz2İsveç yapımı “Låt den rätte komma in”, vampir filmlerinde görmeye alışmadığınız tercihlerin içine sanat filmi baharatı da kataraktan sunma gayesinde bir film. Arkadaşları tarafından dışlanan 12 yaşındaki sessiz sakin Oskar, yan dairelerine garip bir baba-kız’ın taşınmasının ardından (vampir olduğunu sonradan anladığı) küçük kız(Eli) ile yakınlaşmasıyla hayatında bazı değişiklikler yaşamak zorunda kalacaktır. Her ne kadar özetlenmek istendiğinde gene eninde sonunda vampir gibi bir kültün standartları ve klişelerinden kaçamayacakmış gibi dursa da filmde vampirlik tam anlamı ile yan konu olmaktan ibaret. Vampirler daha çok bir metafor ve besleyici unsur olarak kullanılmış, çünkü filmin anlatmak istedikleri vampirli bir gerilim filminin konusundan çok daha derinlerde.

Konuya bakıldığında da 12 yaşında sıkışıp kalmış, hayatından son derece memnuniyetsiz bir vampir ile iletişim sorunları olan içine kapalı sürekli itilip kakılan çocuğun hikayesi bir vampir filmi düşünüldüğünde akla gelebilecek en son olasılık. Sanki senaryo vampir teması olmaksızın yazılmış da, vampirden bir farkı olmayan, yaşamak için yapması gerekeni yapan karakter vampir oluvermiş gibi. Vampirler o kadar çok şeyi sembolize etmek için evrilmiş ki günümüz kültürüne kadar, asillerden kapitalizme kadar pek çok kılığı temsil eder olmuşlar. Fakat şimdi vampirlerin bir de kapitalist düzenin çalışanları, hayatından memnun olmasa da yaşamak için yapmak zorunda olduğu şeyi yapan kişiler olarak ele alınması filmin en özgün yönlerinden biri.

let-the-right-one-in14089301-18-38

Sadece Eli de değil, babası da durumunu kabullenmiş durumda, insanları ısırınca ruhsal olarak çok kötü hisseden çocuğunun yaşaması için insanları mezbahadaki hayvanlar gibi öldürüp kanlarını almayı günlük hayatının bir parçası haline getirmiş. Eli’ın gerçek yaşı hakkında tam bir bilgi verilmediği için, filmde diğer karakterler tarafından babası olarak görülen bu karakterin de Eli’ın babası olup olmadığını bilmek zor. Belki de Oskar’ı bulmadan önce onu öyle kabul etmiş sevgilisiydi. Eli ile iletişiminde bu ipuçlarını çıkarabilmek de mümkün.

Filmin diğer bir ana teması da olduğu gibi kabul etmenin zorluğu, Oskar kendi ezilmişliğinden belki bunu kolayca başarabiliyor. Birinin farklı olmasının gözünde onu kötü yapmaması ilişkinin tohumlarını atıyor tabi bir de Eli’nin güzelliği. Gene de tanımadığına karşı güveni ve kabullenişi, nerdeyse insanlık dersi verir gibi. Eli’ın da insancıllığı vampirliğe gerçekçi bir bakış gibi duruyor zaten.

Vampir kültürünün bu kadar gerçekçi ve içsel ele alınması, vampir ikonunu korkutucudansa acınası bir hale getiriyor. Sinema kültüründe önceki referanslarda belki bu kadar vampir karakteri ile empati yapılmamıştır. Vampirlik insancıllığın zıttı, kan emen konumundayken şimdi metaforik bir şekilde kanı emilen konumda ve sonuna kadar insancıl. Önceden kanınızın emilmesinden korkmanızın sebebi ölüm korkusu ve vahşetken şimdi hayat boyu yaşanacak bir hapisten korkuya dönüşmüş durumda.

let-the-right-one-in03285501-13-34

Oyunculuklara da değinmekte fayda var, iki çocuk oyuncunun da ilk filmi olmasına rağmen hem oyuncu yönetmenliğine hem de yeteneklerine şaşırmamak mümkün değil. İkisi de gerçekten yılların oyuncularıymış gibi filmin ruhunu oluşturmakta inanılmaz bir paya sahip. Özellikle Eli, yaşını asla belli etmeyen mimiklere ve olgunluğa sahip filmin ilk başında sadece yüzünü görebildiğiniz sahnelerde yaşını tahmin etmek imkansız, ancak Oskar’ın yanına oturduğunda aynı boyda olduklarını gördüğünüzde 12 yaşında olduğuna inanabiliyorsunuz.

Tüm bu yaklaşımları ile vampir kültürüne farklı bir bakış getiren film hem Avrupa sinemasından hoşlanan hem de vampir ikonunu seven insanlar tarafından beğenilebilecek bir film. Perdede her gün görmediğiniz gerçekten kendine has bir film, sırf bu sebepten bile sinemaseverlerin izlemesi gerekli bence…