99 Francs (2007) – Büyük daha iyidir!

99_francs_00_pbig

Evet. Kesinlikle etkileyici ve şaşırtıcı, insanı bir oraya bir buraya götüren, kendi benliğinde de seyahat ettirme zevki tattıran bir film aynı zamanda. Gerektiğinde izleyicisinin de fikrini kabul eden ya da kabul ettirten bir film. Üzerine zevkle düşünülebilen bir soru belki.

Filmle ilk karşılaştığımda Japon pazarı (Çin pazarı mı yoksa?) aklıma geldi. Çoğunlukla şu 1 tl lik ürünlerin yığıldığı sepetler dolusu plastik mallardan bahsediyorum. Arz talep ilişkisi, ürünler, tüketiciler, dağıtımcılar, üreticiler ve tüm bu ağın bağlantı elemanı olan reklamcılar. Adeta hormonlar gibi dengeleme yapmaya çalışan, ilgili maddenin ilgili birime ulaşmasını sağlayan aracılardan bahsediyorum.

Filmde verilen bir istatistik özellikle dikkatimi çekti. Sayıyı tam olarak anımsayamıyorum ama hayatımız boyunca maruz kaldığımız reklam adedi tahminlerimin epey üzerindeymiş. İşin can sıkıcı yanı radyo dalgaları kadar fevri bir biçimde buna maruz bırakılmamız. Düşününce mide bulandırıcı bir hal bile alabiliyor.

Reklamlar çarkı çeviren etmenler bana göre. Peki ya işin içinde olan birinden bunları dinlemek ister miydiniz? Bilmiyorum gördünüz mü halay çeken inekleri? Ya da inadına “kinder çaklıt” telafuzu yapan reklamları? Adeta erotik filmden farkı kalmayan çikolata reklamlarına de demeli? Yediğimiz çikolata bizi uzaya mı götürüyor? Yedikten sonra başka bir kişiliğe mi bürünüyoruz yoksa? İçerisinde bir dünya reçelimsi madde barındıran koca kekler gerçekte neden o kadar ”koca” değil peki?

elisa-tovati1
Aslında sorulacak çok sorum var. Liste böylece uzayıp gider. Aynı zamanda bu yazıyı yazarken filmin müziklerini dinlemem de zihnimi epeyce açtı gece gece. Film müzikleri bana göre mükemmel tasarlanmış. Octave (Jean Dujardin) ın içinde bulunduğu ruh hallerini iyi yansıtıyor. Özellikle kız arkadaşı ile olan bölümde etkilenmemek mümkün değil. Hele o “reklamsal aileye” ne demeli? Suratlarındaki o salak gülümseme ve tekrarlayıp durdukları replikleri? Cenin görüntüsü önündeki çılgın ve bir o kadar anlamsız dans? () Otomobille girilen şekerleme diyarı?

movies_0-9_99_francs_009369_11
Reklamlara bir bakacak olursak eğer hep sırıtan, gülen insanlar olduğunu görüyoruz karşımızda. Hiç birinin kusuru yok. Adeta mükemmel yaratılmışlar. Kilo problemleri yok, boy problemleri yok, dişleri kabul edilemeyecek kadar beyaz, traş olan dayımlar kas yumağı, ne bir sivilce ne bir iz söz konusu. Hepsi fabrikalarda üretilmiş gibi.

Kısacası koca bir yalandan ibaret bir dünya reklam dünyası. Yalan söylemek ve inandırmak mühim olan. Ne kadar çok mürit o kadar çok para ve üretim demek. İşte bu film bu işe giriyor biraz. Bilirsiniz gelenekçi ve zeki reklamlar vardır. Bu benim kendi düşüncem tabi. Çok miktarda yoğurdumuz var istemez misiniz?

vahina-giocanteGelenekçi reklamlara Calgon ve çamaşır makinasını izin almaksızın götürme eğilim olan dayımın geçtiği reklam örnek gösterilebilir. Zeki reklamlar ise yaratıcı bir sürecin ürünleri olup benzerlerinden kolaylıkla sıyrılan yapımlardır. Bundan bahsettim çünkü devamında reklamcılığı konu alan bu filmin ne kadar reklamcılıkla harmanlanmış bir yönetimi olduğunu söylemek istedim. Uyuşturucu madde kullanımı, kendi kendini arayış, depresyon, aldatma, yalnızlık, reklamların içinde olup reklamların yarattığı dünyanın esiri olmak bu filmi tanımlamak için kullanılabilecek diğer kelimeler olabilir.

Son zamanlarda izlediğim en yaratıcı bakış açısına sahip film diyebilirim. İzlemesi oldukça eğlenceli, sürükleyici ve süratliydi. Kesinlikle tavsiye ederim.

Conan the Barbarian (1982) – Crom bana intikam bağışla, bağışlamazsan da canın cehenneme!

movie-poster-conan-the-barbarianConan the Barbarian, 1982 yapımı John Milius filmidir. Film, Conan’ın küçüklüğünden başlayarak 20 li yaşlarının sonlarına kadar olan bölümü gözler önüne serer.

Conan henüz küçük bir çocukken köylerine çift yılan başı işareti taşıyan bir grup asker saldırır. Saldırı sırasında babasını, annesini ve halkını yitirir. Öksüz kalan Conan vakit kaybedilmeden köleleştirilir. Yıllarca bedensel kuvvet gerektiren bir işte çalıştırılır. Sonrasında bir gün güçlü yapısı ile keşfedilip başka bir hayata yelken açar. (meşhur olur)

Kısaca filmin Conan ile Thulsa Doom arasında geçen intikam savaşını olduğunu görüyoruz. Zaten bir Conan filminden de fazla bir şey beklemek mantıksız olacaktır diye düşünüyorum. Adamın çoluk çocuğa karışacak hali yok ya :)

Fakat tüm bu bilindik hikayeye rağmen filmin oldukça başarılı olduğunu düşünüyorum. Özellikle film müzikleri mükemmel olmuş. Gerek filmin en başındaki kılıç dökme sahnesi gerekse özel efektler bakımından yeterli olmayı başarıyor. Yılına göre değerlendirecek olursak görsel efektleri yabana atmamak lazım.

Conan benim gözümde Schwarzenegger ile bütünleşmiş bir karakterdir. Filmin daha önce izlememiş olmama karşın birisi bana Conan’ı göster dese elimle Kaliforniya Valisini işaret ederdim :) . Thulsa Doom (James Earl Jones) filme epeyce renk kattığını düşünüyorum. Bunun dışında Bergman filmlerinden alışık olduğumuz Max von Sydow’u da bu filmde izleyebiliyoruz.

conan-barabarian-1-set-2

Conan the Barbarian kendisinden sonra çıkmış olan pek çok filme esin kaynağı olmuştur diye düşünüyorum. Filmde saçmalıklar da yok değil tabi. Bunların en göze batanları; iskeleti kalmış atların canlı atlar gibi dik durabilmesi, ilk sahnede o kadar uzaktan sallanan kılıcın Conan’ın annesine zarar verebilmesi ve Conan’ın cinsel bağlamda Cengiz Han’dan aşağı kalmadığıdır.

subotai

Ayrıca seyahat ederken neden koşuyorlar anlayabilmiş değilim. Yürüyerek gitseler gidecekleri yer kaçacak sanki. Schwarzenegger’in kararsız kalmış bakışlarını da film içerisinde görmek mümkün, yönetmenim şimdi ne yapayım der gibi bakınıyor ara ara :)

Bunlara rağmen izlemesi eğlenceli bir film. Özellikle müzikleri çok iyi. Eskilere dönmek isteyen herkese tavsiye olunur. Yenisini çekseler de izlesek.

Australia (2008) – Bir davar çobanı hikayesi

avustralya-australia-2008-dcdscr-imdb-72-turkce-alt-yazi

Australia, 2008 yapımı Baz Luhrmann filmdir. Konu itibari ile İkinci Dünya Savaşı öncesinde Avustralya’da beyazların uyguladıkları politikayı, dolayısı ile kayıp bir neslin nasıl yok edildiğini anlatma vaadi ile başlar yoluna.

Ama gelin görün ki konumuz bununla kısıtlı değildir. Hikayenin içinde bir çoban (celep?), torunu ve kızından başka bir yakını kalmamış bir Aborjin kralı – ki genelde kendisi bir ruh gibi yaşamaktadır, ayrıca filmin en sempatik karakteri olduğunu düşünüyorum – kötülükte sınır tanımayan hayal gücü, et şirketleri, kuraklık, misyonerlik, savaş, sığır sürüleri, istismar, soyluluk ve daha pek çok gibi konuya değinmektedir.

Hatta film bir ara bitecek gibi olur ama bitmez devam eder. Üzücü olan bitmemesi değil devam etmesidir. Basit bir izleyici olarak o kısımdan sonrasına anlam veremediğimi söylesem anormal olmayacaktır sanırım.

Özellikle bu filmden sonra daha fazla Nicole Kidman izleyebileceğimi sanmıyorum. Kidman kendisini geliştiremiyor. Uzun zamandan beri yerinde sayması artık gözüme batar bir şekil almış durumda, tüm bunlar benim fikrim tabi kendisi bu konuda ne düşünüyordur bilemem :)

Bu film ile ilgili çok fazla konuşmak istemiyorum. İzlerken gerek hikaye gerek yönetmenlik gerek özel efektler olarak gözüme batan pek çok şey ile karşılaştım. Filmin büyük bölümü stüdyoda çekilmiş belli, bunu anlıyorum ama neden bu kadar belirgin ve yapmacık bunu anlamıyorum.

12

Yine filmimin kopuklukta sınır tanımıyor. Bana göre iki ayrı filmi birbirine kaynatmışlar gibi geldi. İlk kısımda senaryo kontrolden çıkmış olacak ki film tam bitmeye doğru 1 saatlik anlamsız bir bölüm daha eklenmiş.

australia_10

Seyirciyi oldu da bitti maşallah tuzağına düşürmeleri kınıyorum. Filmde yapılan pek çok hareketin mantıklı bir temeli yok. Mantığını geçtim nedeni bile yok diyebilirim. Sadece film devam etsin Kidman oynasın kendini göstersin gibi bir düşünce güdülmüş olsa gerek.

Hugh Jackman için de bir çift söz söylemek isterim. Kendisini geliştiren ve girdiği rolleri götüren bir adam ama bu filmde olmamış. Neden böyle bir projede yer almış olabileceğini anlamıyorum.

Filmin vaat ettiği konuyu işlediğini düşünmüyorum. Film olsun diye film yapmışlar o kadar. Büyük bölümü stüdyo işi zaten, sanat yönetmenini tebrik ederim, tek işçilik orada yapılmış bana göre. Saçma sapan bir film, karşılaştığınız yerde kaçmanızı tavsiye ederim. Hepsini geçtim bir de 165 dakika. Ömrümü çaldın davar çobanı hikayesi…

Filmin fotoğrafları çok güzelmiş bu arada :) fotoğrafları için izlenebilir?! :) )

Match Point (2005) – Şans üzerine kurulu hayatlar

matchpoint

Başta filmin isminin ne kadar abuk olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Aynı zamanda afişi de başarısız buldum. Bu filmi yaklaşık 3 seneden beri biliyorum. Fragman izlemeksizin film izlemeyi tercih ettiğimden film hakkında en ufak bir bilgim yoktu. Afişine bakıp ya da ismini düşünüp “Scarlett Johansson niye böyle bir filmde oynamış ki?” diye söylenip duruyordum. Kafamda hep bir sporcunun aşkı ve sporu arasındaki çelişkiyi ele aldığını kurup durdum. Sonunda bir yerden fragmanını izleyince iyi olabileceğine karar verip kuruldum ekran başına. Filmi izledikten sonra da afişin filmi hiç yansıtmadığına karar verdim. İsim ise idare eder…

Film hayatı şans üzerine kurulu bir adamın hikayesini ele alıyor. Bu şansın ne kadar iyi ne kadar kötü olduğu ise tartışılır. Fakir bir geçmişe sahip Chris Wilton (Jonathan Rhys Meyers) geçmişte başarılı bir tenisçiyken para kazanmak için pek de hayallerinin mesleği olmayan tenis öğretmenliği yapmaya başlıyor. Hocalığı sırasında Tom Hewett (Matthew Goode) ile tanışıyor ve anında iyi bir dostluk kuruyor. Yeni dostunu hayatına hızlı bir giriş yapan Chris, Tom’un kızkardeşi Chloe (Emily Mortimer) nin kalbini çalıveriyor. Fakat Tom’un nişanlısı Nola ile tanışınca (Scarlett Johansson) işler karışıveriyor.

Filmin en başından neler yaşanacağı belli olduğundan filmi doldurmak için kullanılan bir sürü ayrıntı sıkıcı geldi bana. Elim ileri alma tuşuna gidip gidip geldi. Aynı zamanda Nola’nın abartılı seksiliği, Chloe’nin gereksiz saflığı ve Hewett ebeveynlerin şahşahalarına yakışmayacak iyi niyetliliği çok iticiydi. Filmin genelinde bir absürdlük hakimdi. Evet kurgu iyiydi hakkını vermeliyim. Filmin başının ve sonunun bağlanma şekli çok zekiceydi. Karekterlerin davranışları ve özellikleri bu kadar abartılı olmasaydı ve film “absürd” yapılmaya çalışılmasaydı daha keyifli olabilirdi. Şimdi modern sanat sevenlerden gelen eleştirileri duyuyor gibiyim fakat bu tarz bir konuda da Woody Allen tarzı olmamış, üzgünüm…

Filmin ele aldığı konu aslında hayatımızın rutinlerinden iki önemli olaya vurgu yapıyor. İlki şans kavramı. Her ne kadar hoşumuza gitmese de planlarımızdan, çalışmamızdan, tercihlerimizden çok rastlantısal olaylar hayatımızı alıp götürüyor. Bize yepyeni güzel sayfalar açıyor ya da elde ne var ne yoksa silip süpürüyor. Zaten filmin açılışında da bu şans kavamı hakkında üç beş söz söyleyip tenise gönderme yaparak buna vurgu yapılıyor. Filmin sevdiğim yanlarından biri aslen şans kavramına değinmiş çok da film olmaması. Kadere, azmin zaferlerine, şans eseri hayatta olan değişimlere gönderme yapan bir sürü film var fakat insan hayatının şans üzerine kurulu olduğunu hatta hayatı şansın yönettiğini bu kadar açıkça ,kabul etmeyi yediremeyeceğimiz doğrulukla özetleyen başka bir film izlemedim daha.

match-point

İkinci vurucu nokta ise duygu mantık ikilemi hakkında geliyor. Tabi filmde duygudan çok şehvet işleniyor. Zaten filmde de olayın duygu ile ilgili değil şehvet ile ilgili olduğu açıkça söyleniyor. Hiç de bizi kandırıp çaresiz bir aşk hikayesi safsatasına dönüştürülmüyor olay. Herneyse… Film bir ikilemi güzel işliyor. Chrisin filmin en başından itibaren Nola’yı arzulayıp, tüm romantizmiyle Chloe’yi kucaklıyor. Bunu yaparken en ufak bir çelişki, vicdan rahatsızlığı ya da mide bulantısı hissetmiyor.

match_point11

Bu çoğu insanın hayatında yaptığı birşey. Toplum tarafından ya da idealler doğrultusunda en doğru seçilen yolu kucaklayıp, içimizden gelen ve en hayvani içgüdülerimize dayanan isteklerimizi basturmamız. Bastıramıyorsak ya da bastıramadıysak da durumu temizlemek ve hiçbir  şey olmamış gibi hayata devam edebilmek için de tüm bencilliğimizle önümüze gelen herşeyi ezip geçmemiz. Film bunu ilişkileri sembol alarak başarılı bir şekilde sergiliyor.

Boş vaktiniz bolsa izlenebilecek bir film. Güzel… Belki de sadece bana göre değil bilemedim.

Blade Runner (1982) – Android’leri insandan ayıran nedir?

blade_runner

Üçüncü Dünya Savaşı’nın ardından dünyanın gün geçtikçe eskidiği bir gelecekte, diğer gezegenlerde kolonileşmede kullanılan nerdeyse tamamen insanımsı androidler Dünya’ya kaçak olarak geri dönmekte ve insanların yerini almaktadır. Burada da polis adına çalıştırılan düşük maaşlı ikramiye avcıları (Blade Runner’lar) androidleri emekli etmek için kullanılmaktadır. İnsansı oldukları ve onlarla içsel bir bağlantı kurulmaması için de öldürmek yerine emekli etmek deyimi kullanılmaktadır.

Blade Runner, birçok ünlü bilimkurgu kitabının yazarı Philip K. Dick tarafından 1968′de yazılmış “Bıçak Sırtı – Android’ler elektrikli koyun düşler mi?” adlı kitabın oldukça gevşekçe sinemaya uyarlanmış hali. Şimdiden söylemem gerek daha önce izlemiş olduğum Blade Runner’ı sonunda kitabın bir kopyasını bulup okuyabilmemin şerefine bir kez daha izlemeye karar verdim. Filme yapacağım eleştiriler kitap ile bağlantılı olabilir, uyarayım. Zaten bir kitap uyarlaması olan filmlerin çok da kitaptan bağımsız değerlendirilmesi taraftarı değilim. Hele de kitabın yazarı sevdiğim bir yazar olunca. İşte Philip K. Dick de o yazarların başında gelenlerden.

Açıkcası Blade Runner’ın ilk eksikliği kanımca Vangelis tarafından gerçekleştirilmiş müzikleri, Vangelis’i Chariots of Fire’ı ile bilirim ve bana bu kadarı yeterli gelir. New age türü zaten sakinleştirici ve durağan bir müzik türüdür, Blade Runner’ın da sakin sahnelerine uygun olduğu söylenebilir belki fakat yarattığı tek etki sahnelerin uzun anlamsızlıklarını pekiştirmekten öteye gidemiyor.

Filmin görselliği ise sanırım en öte noktası, o kadar güzel betimlenmiş ki geleceğin dünyası, sonraki bilimkurgu filmler için referansın ötesinde tam bir başlangıç elkitabı gibi. Paslı ve tozun altında kalan dünya gerçekten çok başarılı verilmiş. Tek anlamsızlık tozu görünür kılabilmek için her bina içi sahnede dışarıdan rastgele aralıklarla eve giren ışık hüzmeleri. Oldukça anlamsız olduklarını söylemeye gerek yok sanırım. Ayrıca ABD’nin gözünde gelecek Japonya ile sembolize edildiği için filmde yüzlerce Japon figüran kullanılmış. Abuk bir tercih kanımca, kitabın mantığında düşünürseniz bu durum tüm Japonların ya hastalıklı ya da tavukkafalı olduğunu belirtmiş oluyor. Şansa ki bu bilgiler filmde iletilmiyor.

blade-runner

Tyrell Şirketi

Senaryo literatürden uzak birine hitap edebilir belki fakat Philip K. Dick’in eserinin budanması tüm heyecanı ve sürükleyiciliğinin yokedilmesi olarak görebiliyorum ancak. Romanda her Philip K. Dick romanında olduğu gibi gerçeklik konusunda şüpheye düşmeler bolken, gerçekliği sorgular buluyorken kendimizi bu sahnelerin filmde basitçe harcandığını görüyoruz. Öyle bir uyarlanmış ki kitap, filmin kitaba bağlı olduğunu Philip K. Dick’i özümsediğini söylemek pek kolay değil.

Öncelikle şunun söylenmesi gerek Rick Deckard emekli ve efsanevi bir ikramiye avcısı değildir, aktif çalışmayan kendini kanıtlayamamış ve Dave Holden’ın gölgesinde kalmış bir ikramiye avcısıdır. Dave Holden polisin gözdesiyken, istemsizce bu iş Deckard’a kalmıştır. Deckard hem kendi idolü Holden’ı bu kadar hırpalamalarından hem de kendine güvensizliğinden Nexus 6′lara, yeni seri androidlere, karşı 1-0 geride başlamıştır savaşa. Ama Hollywood illa ki elini atacak ve kahramanı kahraman yapacak, filmde Deckard şüphelere sahip olsa da bunlar onu en iyi ikramiye avcısı yapmaktan alıkoymamaktadır. En basitinden diğer bir heba edilmiş sahne Rachael’ın ilk kez Voight Kampff testine sokulduğu andır. Bu sahnede seyirci ne baykuşun orda bulunma sebebine ne de Eldon Tyrell’in sinsi planlarına dahil ediliyor. Bence bu sahneler yüzünden filmde Philip K. Dick’in etkisi oldukça azaltılmış durumda.

blade-runner-2

Altı, beş, dört!

Hele bir de androidlerin Dünya’ya hayatlarını uzatmak ve yaratıcılarını öldürmek için gelmiş olmaları fikri tam bir zıtlık, androidlerin dünyaya aslen gelme sebepleri insan olabilmek ve kölelikten kaçmaktır. Hatta kitapta bir android ne kadar göz önünde bulunursa bulunsun opera sanatçısı olma isteğinden vazgeçmemiştir. Tek amaçları yaşıyor hissetmektir kendinlerini, insan hissetmektir. Fakat film androidleri, ölüm korkusuna sıkıştırıyor sadece, oysa ki görünenin ardında androidlerde çok daha fazlası var.

Sanırım en iyi dönüşüm Isidore karakterinin J.F. Sebastian’a dönüştürülmesinde, J.F. Sebastian’ın Dünya’da kalma sebebi ve androidlere neden yakın olduğu mantıklı şekilde kotarılabilmiş.

Kitap ile kafa kafaya bir yazı olacağını başta da belirtmiştim. Kitabının sürükleyiciliğini ve sorgulayıcılığını kenara bırakıp onun yerine boşluklar koyarak harcadığı vakitlerin ardından zamanı sıkışmış gibi koşarak biten Blade Runner, kitabın şanına yaraşır cinsten değil. Gene de 1982′de kitabın görsel yapısına sadık kaldığı ve hikaye anlatımını bir miktarda kotardığı için izlenebilir bir film. Fakat benden alabileceğiniz tek cevap kitabını okumanız olacaktır, bunu da söylemeden bitirmeyim.

Dipnot: Elektrikli hayvan ve Mercerizm gibi konuların filmde incelenmemesini mantıklı bulsam da, kitabı zenginleştiren bu unsurların filmde olmamasına üzülmüyor da değilim.

Trois couleurs: Bleu (1993) – Sadece Mavi

troiscouleursbleu8lyTrois couleurs: Bleu, 1993 yapımı bir Krzysztof Kieslowski filmidir. Aynı zamanda üçlemenin ilk filmi olmaktadır. Eşi besteci olan bir kadının, eşini ve çocuğunu bir kazada kaybetmesi ile farklılaşan hayatını konu alır.

Bu süreç içerisinde eşinden ileri gelen müzik ve yeni yaşam tarzı peşinden takip etmektedir. Bir kaçar bir vazgeçer fakat tüm bu belirsizliğe hakim olan bu insanı izlemek de bize düşer.
Yönetmenlik ve oyunculuk anlamında oldukça ileri düzey bir film olduğunu fark ettim. Ayrıca film boyunca kullanılan ışıklandırma kesinlikle kusursuz denecek kadar doğaldı. Özellikle insan yüzünü saran tonlar ve gölgelere doyamadım diyebilirim.

Sanırım bu filmdeki en karakteristik karelerden biri Julie Vignon/Courcy (Juliette Binoche) un elini duvara sürterek ilerlediği sahnedir. Ne kadar doğru bilemiyorum ama gerçekten bunu yapmış olduğu söylenmekte.

Buna ek olarak filmin her karesinin büyük emek içerdiğini düşünüyorum. Julie’nin karakteri dört dörtlük. Hem kendini çok iyi anlatıyor hem de kendine zıt düşecek davranışta bulunmuyor. Kafası fazlaca karışık olmasına rağmen soğukkanlı kalabiliyor.

bscap0019bk1

Film boyunca işlenen müzik teması oldukça etkileyici, özellikle müziğin çalması ile birlikte notaları takip eden sahne ve yine bu sahneye eşlik eden mavi ışık etkileyici.

Üçlemenin diğer iki filmini henüz izlemedim fakat bu filmi izledikten sonra kesinlikle devamını getirmem gerektiğini düşünüyorum.

Ufak notlar (spoiler içerir!):

- Evin hanımı yaşananları dışa vurarak yaşamadığı için hizmetçisi çektiği acıyı dışa vurur. Bunun üzerine aralarında şu tip bir diyalog geçer.
- sen neden ağlıyorsun?
- çünkü ağlamıyorsunuz

- Julie çantasını karıştırırken kızının yediği şekeri bulur. Biz kızının şeker yediğini görmeyiz ama filmin başında araba penceresinden atılan jelatini görürüz. Julie jelatini çıkarınca taşlar yerine oturur. Şeker ile kız arasında ilişki kurulur. Ardından Julie’nin şekeri nasıl yadiğini görüp hüzünleniriz.

- Julie’nin annesi ile arasında geçen konuşma da oldukça güzeldir. Tam olarak iletişim kurdukları söylenemez ama yine de anlaşırlar.

- Yönetmenin bir üslubu dikkat çekici, örneğin tam cevap verilecekken ekran kararır müzik girer, ses yükselir, müzik alçalır sonra ekran tekrar aydınlanır ve sahne kaldığı yerden devam eder.