Mustafa (2008) – Aynı zamanda Kemal ve Atatürk

Öncelikle belirtmekte gerek var, benim eleştirim hiçbir şekilde okura yol gösterici bir gaye taşımamaktadır. Bunu bilerek eğer filmi henüz izlemediyseniz, bu yazıyı okuyarak filme kendi yorumunuzu yapmaktan eksik kalmayın. Bu çabayı desteklemek adına en azından filmi izleyip ondan sonra okuyunuz. Teşekkürler…

“Mustafa, ahhh” diye başlama ihtiyacı duyuyorum. Filmin zaten tanıtım yazısında da belirtildiği gibi anlatabilme güçlükleri, ortak paydada buluşamama gibi sebeplerden bu güne kadar tarafsız ve samimi bir Atatürk filmi/belgeseli izlememiz mümkün olmadı. Bu boşluğu doldurmak adına Can Dündar’ın fragmanındaki profesyonelliğine ve kendisine güvenerek bunun farklı bir Atatürk belgeseli olduğunu düşünerek önceden heyecanla filme biletimi ayırttım.

Tekrar bir uyarı ile devam edeyim, aslen filmin eleştireceğim kısımlarını ayıklayıp ortaya koyarak anlatmak daha mantıklı geldi bana, o yüzden okuyup “of amma kötü” diye düşünmeyin. Yazıyorsam daha iyisi için yazıyorum.

Öncelikle filmi gene “Atatürk’ü adam akıllı anlatan bir film” kategorisine sokmak mümkün değil. Gerçi Atatürk hakkında yapılacak herhangi bir belgeseli de bu kategoriye koymak mümkün değil. Çünkü Atatürk’ü tüm açılarından ele alan bir filmin 10 saat altında kalması pek olası değil. Bu filmde ele alınan Atatürk’ün Mustafa hali yani saf kendisi idi. Tabi sadece kişisel hayatı ve ruh hali incelendiği için kendimizi hiç Atatürk’ün yerine koymadığımızı hissettirmesi çok önemli. Umarım bu motivasyonla çıkmıştır tüm seyirciler de.

Filmde özellikle ses mühendisliğine özen gösterilmesi hoşuma gitti fakat keşke başarılabilseydi. Yıllardır sessiz izlediğimiz siyah beyaz filmler sese gelmişti ama hiçbiri gerçek olduğunu hissettiremedi. Bu filmi izleyen herkes sanırım ses mühendisi kavramının ne olduğunu bilmiyorsa da öğrenmiş oldu. Çaba güzel, umarım bu konuda daha da ilerleyebiliriz.

Özel efektlere gelirsek, özellikle filmin girişinde bir özel efekt bombardımanına tutuluyoruz. Gerçekten Türkiye’de üretilen özel efektlerden üstün olsalar da(bilumum sihirli diziyi düşünürseniz :) ), onlar da filmin gerçekliğine yedirilememiş duruyorlardı. Özellikle karga kovalama sahnesi, Atatürk’ün abisinin mezarı ve mezarına hayvanların saldırması gerçeklikten kopuş anları oldu izlerken. Ayrıca başta gösterilen Zübeyde Hanım’ı kaybetme sahnesinin tekrar filmin sonlarına doğru kullanılması hatalı bir hareket, gerçek anlamda bir flashback yani geçmişe dönüş yoksa seyirci bir sahnenin tekrarlanışından asla memnun kalmaz. Üç boyutlu olmayan animasyonlar ise filmin görselliğine çok büyük katkıda bulunuyordu. En çok ilgimi çeken filmin gidişhatında Atatürk’ün hayatında önemli yerlerde çektiği fotoğraflardan faydalanması, o fotoğrafların çekilişlerinin canlandırılması ve o fotoğrafların hikayelerinin anlatılmasıydı. Anlatım açısından çok yaratıcı bir tercih olduğunu belirtmek gerek. Özellikle de filmin sonunda Selanik’teki evde o fotoları ard arda görmek hüzünlüydü. Filmdeki görsel efekt çabalarını takdirle karşılıyorum ama maalesef üç boyutlu animasyon konusunda hala sınıfta kalmasak da ancak geçer not alabiliyoruz.

Goran Bregoviç ve müzikler ise gerçekten muhteşem özellikle fragmanda da kullanılan ana tema gerçekten müthiş. Müzikler film boyunca güzel yerleştirilmiş ve tatmin edici. Özellikle Bregoviç’in Türk ezgilerini bu kadar güzel verebilmiş olması büyük başarı. Tam puan müzikler.

Anlatıma gelirsek, özellikle Atatürk’ün bazı açıklamalarına yorum yapılmadan verilmesi kötü olmasa da günümüzde cemaatler diyarına dönmüş ülkemizde bu açıklamaların kimi kötü niyetli tarafların tezlerine katkı sağlar nitelikte olması kötüydü. Özellikle Atatürk’ün ülkedeki dini dogmalarla yaşayan insanlara medeniyet götürme çabasını biraz da ateizm propagandası gibi durmadan verebilmesi mümkün olmamış. Kısa anektod halinde din sadece kişisel ibaadete indirildi gibi bir laf geçse de Atatürk’ün kimi lafları bilimsellik ve özgürlük amaçlı değil de din karşıtı gibi anlaşılabilir duruyor.

Özellikle Atatürk’ün o dönemde yaptığı bu açıklamaları artık günümüzde asla yapamayacağımız, yaparsak kesinlikle yanlış anlaşılacağımız düşüncesi içimi ürpertmedi değil. Sanırım hatalı olan o değil, biziz hepimiziz. Din konusunda o kadar hassas bir ülke haline getirildik ki, dinin pratik anlamda düşünülmesi ya da yaşam kurallarını dine uyarlamamak bile söylenmesi zor bir hale gelmiş. Üzücü ki ne üzücü. Belki bu yazdığım yüzünden Blogger bile kapatılabilir, öyle bağnaz bir ülkeyiz artık…

Neyse sadede gelirsek, film Mustafa Kemal’in özel hayatını yani sadece kendisini anlatma derdini edinmiş ve pek çok konularda devlet dilinde anılmayan konuları seyirciyle paylaşmış olsa da bunları sebep ve sonuçları açısından sorgulamaktan yoksun ve yüzeysel duruyor. Siz de ya ilk defa gördüğünüz bir şey için şaşırıyor ya da önceden sadece kimi kaynaklarda geçen bazı bilgileri gösterdiği için onaylıyorsunuz kafanızla.

Gene de Mustafa Kemal’i en az anlatan filmlerden biri olduğunu söylemek gerek, çünkü anlaşılıyor ki Mustafa’yı Kemal ve Atatürk’ten ayırınca ve bunu da biraz “Bak bunu da buldum, ne ilginç di mi?” anlatım dili ile yaratınca pek de anlamlı olmuyor. Neyse ki yapımda harcanan çaba sonraki filmlere bir kaynak olabilir.

Scener ur ett äktenskap – Scenes from a Marriage (1973)

Şimdi bir tek kelime bile yazmadan önce şunu söylemek isterim. Bu filmi yada herhangi bir Ingmar Bergman filmini anlatmak yada eleştirmek bana düşmez, düşmeyeceği gibi beni bir hayli aşar aynı zamanda. Fakat ben tüm bunlara rağmen hayatıma yakın zamanda kattığım ve iyi ki de sinemasını izlemişim diyeceğim bir yönetmenin bazı filmlerinde dikkat ettiğim noktaları anlatmak istiyorum.

Bir Evlilikten Manzaralar olarak Türkçeye çevrilen bu film bir çiftin ilişkisini uzun yıllara ve karmaşık olaylara dayanarak izleyiciye sergilemektedir. Bu filmin devam filmi de yine aynı oyuncular ( Liv Ullmann, Erland Josephson ) başrolde olmak üzere 2003 yılında Saraband ismi altında çekilmiş olup gerçek zamanlı olarak otuz yıl sonrasında neler olduğunu anlatmaktadır.

Film, oyuncuların üstün performansının doruk noktasında olduğu, iki bireyin ilişkilerini zaman içinde çeşitlenerek değişmesi sürecini çarpıcı bir şekilde sergilemektedir. İsveç’te 299 dakikalık TV sürümüne göre nispeten kısa olarak derlenen sinema filmi 167 dakika süresince izleyiciye ilginç deneyimler tattırmaktadır. Bir erkeğin eşi ile olan ilişkisi, anne ve babalarının çift üzerindeki etkileri, arkadaşlarının etkileri, sevginin zamanla şiddete dönüşmesi, aldatılma, terk edilme, ilgisizlik, bağlılık, sadakatsizlik, yeni olanda eskiye olan özlem ve saf sevgi tanımlamak için seçeceğim bazı kelimeler olabilir. Büyük ustanın her filminde tiyatro oyunu samimiyeti içermesi de ayrıca sevdiğim bir olgu olmakla birlikte, bir çiftin ilişkisi bu kadar güzel irdelenemezdi diye düşünüyorum ve şimdiden iyi seyirler diliyorum.


Interview – Popüler bir aktris, bir savaş muhabiri, bir kamera ve bir ev

Film gerçekten başlıktan ibaret, bir savaş/politika muhabiri ünlü bir film yıldızı ile ropörtaj etme görevini alır ve bundan hiç memnun değildir. Ropörtaj yürümez ama bir şekilde muhabir kendini aktrisin evinde bulur. Ardından sonu gelmez diyaloglar başlar(iyi anlamda)…

Bu uzuun diyaloglara ses veren iki kişi de Steve Buscemi ve Siena Miller. Buscemi, hep sinir bozucu ya da garip karakterlerde görmeye alıştığımız birisi ve burda da bu geleneği bozmamış ve sinir bozuculuğunu ve rahatsız ediciliğini eksik etmemiş. Miller ise gerçek hayatta da popüler bir aktris ve çok da güzel film tercihleri yaptığını ve başarılı bir oyuncu olduğunu söyleyemeyiz, bu bilgi ile filme tam uyuyor zaten ama beklenenin üstünde performans verdiğini de söylemek gerek. Ve ikisi 60 dakikadan uzun bir süre sadece bir apartman katındalar…

Dar alanda diyaloğa dayalı filmler çoğu insana sıkıcı gelmesine rağmen şahsen gördüm mü dayanamıyorum. Bu filmler mekan darlığını mükemmel senaryoları ile gizlerler genelde, bir bağımsız sinema senaryosu olarak ortaya çıkar ve öyle küçük film olmaya devam ederler. Steve Buscemi’nin çektiği bu film de düşük bütçeli bir filmin yeniden çevrimi. Aslı 2003 yılında Hollandalı Theo Van Gogh tarafından çekilmiş. Yeniden çevrim olmasına rağmen senaryosu nedeniyle bu filmin de büyümüş ve eski halinden ileri gitmemiş olmamasına şaşırmamalı.

Açıkcası filmi izlerken yeniden çevrim olduğunu bilmiyordum ve filmden memnun ayrılırken de bunu öğrenmek içimi burkmadı değil. Çünkü genellikle yeniden çevrimleri özgün hallerini görmeden seyretmeyi tercih etmem. Fakat filmin başında sonunda Buscemi’nin önceki yönetmene saygısını belirten yazıları, kendisine bir gönül borcunu giderir ve kendisinin de filmin aslından çok da dışarı çıkmadığını belli eder nitelikte. Gene de filmin ilk çekimini Türkiye’de bulma imkanımız olmadığı için sadece bu umutla yorum yapmaya devam edeceğim.

Neyse ister ilk çekim ister yeniden çevrim olsun filmin senaryosu çok basit. Birbiri ile zıt iki insan bir şekilde bir eve tıkılı kalır. Her an birinin gitmesi için bir engel olmamasına rağmen hem de. İkisi de kalmak için sebeplere sahiptir. Pierre(Buscemi), ropörtajı kotarmak zorunda ve Katya’nın iç hayatına ilgi duymaktadır. Katya(Miller)’nın ise canı sıkkındır, arkadaş çevresinde tanışamayacağı bir tip olan Pierre’e oyun oynamaktan keyif almakta ve onu aslında anlattığı bazı hikayeleri sonucunda merak etmektedir.

İkili sürekli olarak birbiri ile oyun oynarken neyin ciddi neyin rol olduğunu anlamakta hem ikili hem de seyirci güçlük çeker. İlişkide iktidar sürekli değişir ve belirsizleşir. Senaryonun oyuna seyirciyi dahil etmesi de burda gerçekleşiyor. Seyirci de her yeni diyalogda yeni bir şeyler öğrenmek derdi ile tutuşuyor ve ilgi ile izliyor. Naiflik mi gerçeklik mi emin olamıyor. Bu ikilem biraz bir tarafa yatacakmış gibi gözükse de diğer tarafa da yatacak gibi geliyor ve filmin sonuna kadar bu devam ediyor.

Eleştirinin devamı seyir zevkinizi baltalayabilir. Kendi sorumluluğunuzda okuyunuz…

Sonuç olarak bir buçuk saatlik keyifli bir seyir ortaya çıkıyor. Eleştiri kısmına gelirsek filmde apartmandan ayrılma kırılma noktaları çok da inandıcı gelmiyor, apartmanda kalacaklarına inanarak izliyorsunuz. Ayrılış da bile bu sefer ayrılacaklarını biliyorsunuz. Ayrılış sahnelerinin ardından gelişmeler de film izlediğinizi hatırlatıyor, o anlık bir gerçekliğe dönüş ve filmden kopuş yaşıyorsunuz.

Filmin sonu hakkında ise biraz adaletsizlik olduğunu düşünüyorum. Çünkü filmin sonuna getirilebilecek yorumun ucu açık ve seyirciye Katya’nın hangi hareketinin rol ya da gerçek olduğunu doğrudan söylemiyor. Şahsen Katya’nın son videoyu tüm gerçekleri saklamak için planladığını ve günlüğün de kendisine ait olduğunu düşünüyorum ama bir yandan da günlüğün bile rol olduğunu düşündüğünüz bir yol var. İkisinden hangisinin doğru olduğunu söylemek zor ve birinden birini seçip filmin sonuna klişe demek bana haksızlıkmış gibi geliyor. Ayrıca Siena Miller’ın son sahnelerde bu muallaklığı desteklercesine oyunculuğu gerçekten başarılı.

Son dakikada eklemeyi de unutmadan eline bu kadar sigara yakışmayan birini daha görmedim, sigara içişi tamamen emanet durmuş Siena Miller’ın, her ne kadar ocak çakmağı ile yakışı güzel olsa da :) .

Sonuç olarak bu tür diyalog ve senaryoya dayalı filmleri sevenlere tavsiye edilir. Filmi seyretmiş olanlara ise The Man From Earth ve Linklater’ın Tape’i son raddede tavsiye edilir.

Jeux d’enfants – Love Me If You Dare (2003)

Bu yazıma başlamadan önce beni açıklayan ve yazımın daha sonraki bölümlerini aydınlatacak olan birkaç bilgiyi sizlerle paylaşmayı uygun görüyorum. Bir sinema sever olarak yönetmenlerin kendilerine özgü olan görüntü yakalama stillerini kafamda istemsiz bir şekilde kategorize etmeye başladığımı oluşan birikim sonucu yakın zamanda fark etmiş bulunmaktayım. Şimdi bu birikim sadece bir izleyici gözünün sahip olduğu yalın birikim olup profesyonel anlamda herhangi bir çağrışım yapmamalıdır.


Öncelikle Fransız filmlerinin üzerimde oluşturduğu çekici etkiyi açıklamak isterim sizlere, lisan olarak duyduğum bu dil, filme olan bağımı ne zaman olursa olsun artırmış dikkatimi daha kolay vermeme neden olmuştur kanaatimce. Dilin ahenkli ve vurgulu tınısı filmin atmosferini, karakterler arası diyalogların inceliklerini, estetik bir şekilde yoğurup zihnime enjekte emiştir. Ayrıca resim olarak kayıt alınan görüntülerde oldukça sevdiğim birşey, film renklerinin abartılması olmuştur. Hani kırmızı kırmızı gibi değildir yada mavi ise mevzuu bahis olan mavi değildir. Renkler öyle güzel tatlandırılmıştır ki onları izleyen gözlerim doymak bilmez olur tayfın çeşitliliğine. Bu tip resim kalitesi yüksek filmere yine bir Fransız yapımı olan 2001 yılına ait Amélie filmini örnek verebilirim. Bu filmi izleyen gözler eğer dikkatli bakacak olurlarsa ekranda akan görüntüye, filmin aktardığı duygularının büyük bir kısmını görme değil bakma algısı ile tadılacaktır, görüntüyü görüp yorumlamaktan ziyade. Hüzünü, çoşkuyu, heyecanı, yalnızlığı, sevgiyi, kızgınlığı doğru tonlarda seçimliş renkler aktaracaktır izleyiciye film süresince. Kısaca bahsetmek istediğim başka nokta ise yönetmenin filmi görmek istediği açının yaratıcılığıdır bana göre. Filmi gözlemleme sürecinde yönetmenin bize bahşettiği gözlerimizi ne kadar etkileyici bir şekilde kullanacağı oldukça önemlidir.

Şimdi bu kadar sözden ve kendimce açıklamaya çalıştığım detayları anlatabilmiş olduğumu ümit edip daha derinlere inmek istiyorum izninizle. “Cesaretin var mı aşka ?” şeklinde dilimize çevrilen bu karmaşık duygulara bulanmış film makarası 90 dakikalık çok hoş bir deneyimdir. Filmin yönetmeni aynı zamanda filmin senaristi olan ve her iki rolün de hakkını fazlasıyla vermiş olan Yann Samuell dir. Filmin ana öğesi, benim algıladığım kadarı ile iddaalaşan farklı cinsiyetten iki çocuğun, yetişkine ermelerinden sonra bile kendi aralarındaki bu lezzetten vazgeçmeyecek olmaları ile gelişen aşk, nefret ve intikamı üzerine kuruludur. Oldukça yaratıcı bulduğum senaryo bir an bile sıkmadan beni sadece çocukların sahip olabilecekleri saflıkta hayallerden, yetişkinlerin tekdüze olmaya mecbur edilen hayatına götürerek eşlik etmiştir film süresince.

Dikkat edilmesi gereken önemli noktalardan bahsedecek olursak eğer, ana karakterlerin hem şaka hem iddaa hemde intikam üzerine kurulu çılgın aşklarıdır. Bu aşk öyle bir aşktır ki hem bir bağımlılık hemde bir erdem olmuştur her ikisi için. Ne yan yana uzun süre kalabilirler ne de tamamen ayrı durabilirler. Denge kanunu gibi ne kadar öfke, şiddet ve birtakım başka davranışlarını biçimlendiren etkiler altında olsalar bile, eninde sonunda aynı çukura yuvarlanmaya mahküm iki bilye gibi kavuşurlar birbirlerine. Aslında bu tezat ilişki filmin ana iskeletidir zaten.

Film süresince yönetmeni takdir ettiğim sahne pek çok olmak ile birlikte, final bölümdeki yağmur altında buluşma sahnesi tabir yerinde ise beni hayretler içerisinde bırakmıştır. Bunlardan ilki yuğmurun yiyen erkek karakterin ağır çekimde düşmesi sırasında aynı kadrajdaki öteki karakterlerin davranış hızının gerçek zamanlı olması, takip eden süre içerisinde ağır çekimdeki karakterin ıslak asfalta düşmesi ve asfaltın bir anda havuza dönüşerek çarpma ile içine batması, daha sonra ise karakter batmakta iken suyun içinde bir atlı karınca makinasının çalışmakta olduğunun görülmesi tek kelime ile büyüleyicidir.

Bütün filmi burada tek tek anlatmak isterim fakat bu mümkün olmayacağından ötürü size tavsiyem en kısa zamanda bu filmi belleğinize kazandırmanız olacaktır. Pişman olmayacağınızı garanti eder, tadacağınız deneyimle günümüzde mutlu olmak bu kadar güçleşmiş iken içinizde hoş bir sıcaklık yaratacağına güvence veririm.




Kramer vs. Kramer – Sizin Bildiğiniz Aile Dramlarından Değil

Kariyerin peşinde koşarken evini ihmal eden bir adam, işini bırakıp çocuğuna bakan mutsuz bir kadın ve sonunda ayrılık. Nasıl bugünkü duruma ulaşmışsak artık, o kadar normal ve alışıldık bir tablo haline gelmiş ki konu. 79 yapımı film günümüzde güncelliğini korumayı geçin artık özel bir konu olma özelliğini bile çok geride bırakmış.

Fakat dikkat edilmesi gereken nokta zaten filmin 79′da da sadece senaryosundaki ağlaklık ile göz önünde olmadığı. Türk seyircisi olarak dramanın hasını isteyen alışkanlıklarımıza biraz zıt ve sabırlı bir film. Çünkü bu filmi klasik bir Türk çevrimi olarak görmek herhalde gözyaşı pınarlarımızı kuruturcasına bir etkiye sebep olabilirdi. Ama senaryonun işlenişi öyle güzel ve sade ki, film sadece yaşanışı üçüncü bir gözle gösteriyor. Hiçbir karakterini karşısına almıyor, herkes kendisi sadece, iyi ya da kötü değil.

Özellikle film baba oğul arasında kalarak mükemmel bir tercih yapıyor. Filmin başındaki ayrılık sahnesi haricinde Joanna ve oğlu arasındaki hiçbir sahneye ve diyaloğa burnumuzu sokamıyoruz. Her sahneyi Ted’in gözünden ve Ted’in önyargılarından bağımsız bir şekilde izliyoruz. Sonuç olarak Ted ile bütünleşmemiz hayat buluyor. Onun ile pişmanlık duyuyor, üzülüyor, seviniyor ve sinirleniyoruz.

Oyunculukta gerçekten herkes kendine düşen rolü öyle bir gerçekleştiriyor ki, inanmaktan başka bir şey düşmüyor bize. Dustin Hoffman’ın filmin başından itibaren karakterini baştan yaratışı, Meryl Streep’in hep bir sorunlu kendinden emin olmayan duruşu, isteklerinin çelişişi ve çocuğuna sevgisi, ilişkinin üçgenini tamamlayan Jane Alexander’ın naif dinleyen ve paylaşan tavrı. Ve elbette Billy’yi oynayan küçük Justin Henry, sanki bilinçsizmişcesine doğal, o sete sıkışıp kalmış film bitiminde puf diye yokolacak, gerçek hayatı olmayan bir hayalet gibi.

Sahnelerine girsek filmin çıkmamız sanırım saatler alır. Ama asla unutulmayacaklar; uzun mahkeme sahneleri, Billy’yi Joanna’ya Ted’in bir günlüğüne emanet ettiği an ve bir de sonbaharda parkta Billy ile Ted arasındaki diyalog.

Dibe batmış ana akım filmlere rağmen, Robert Benton’a hem günümüz hem de 79 yılı için ne kadar imkansız olsa da bu kadar içten ve sade bir şekilde dünyanın en ağlak filmi yerine bir şaheseri sunduğu için teşekkürler borçluyuz. Hem yönetip hem uyarladığı film, zamanın sınamasına da oldukça dirayetli gözüküyor, evlilik kurumu varolmaya devam ettiği sürece de bu özelliğini koruyacak gibi.

Şimdi tek talebim, izlediğiniz tüm o ağlak aile dramlarını unutun ve bu kadar insani bir senaryonun nasıl, olması gerektiği gibi, yani insani bir şekilde sunulduğuna tanık olun. İyi seyirler…

The Brave One – Amerikan adaleti(!) bir kadının ellerinde

Amerikan rüyasının günümüz sonu ve hatta modern western filmi olarak görülebilecek bir film, The Brave One. Aslında oldukça ana akım duruşuna rağmen bilinçaltında taşıdıkları endişe verici.

Filmimiz programında New York’un sokaklarında kaydettiği sesleri yayınlayan Amerikalı bir bayan radyo sunucusu ile onun -üstüne basılmasa da- etnik kimliğe sahip doktor erkek arkadaşının bir gece parkta yürüyüşe çıktıklarında rastgele bir çete tarafından öldürülesiye dövülmesi ile başlıyor. Bu olay sonucunda evlenme planları yaptığı erkek arkadaşını kaybeden ana karakterimiz sokaklardan korkar hale geliyor ve karakterin korkusunu yenmek için bir silah satın almasının ardından suçluların hakkından gelen, suçluları öldüren, bir kahramana dönüşüşü anlatılıyor.

Filmin ilk incelenmesi gereken noktası, etnik kimliği olmasına rağmen(!) bir insanın eğitimli olabileceği ve iyi bir yere gelebileceği vurgusu. Amerikalıların “diğeri korkusu”nun dışavurumu olarak bu pozitif tezin yapay durduğunu belirtmeye gerek yok. Çünkü erkek karakteri öldürenlerin Latin kökenli olması ile bu detay yokoluyor anında. Zaten böyle garip ve içi boş bir karakterin filmde yaşayabildiği süre bile bir başarı. Baştan sona kötü karakterlerin hep etnik kimliklere sahip olması ile iyi polisin de etnik kimliğe sahip olması da başarısız bir objektiflik çabasından başka bir şey değil.

İkinci nokta ise, Amerikan rüyasının günümüz hali. Silahın bakkaldan alınabildiği, alınamıyorsa da yasadışı temin edilebildiği “kendi adaletini kendin yarat” mantığının yürüdüğü bir dünya. Amerika’nın artık gözönündeki çürümüşlüğünü eleştirmek için nefret dolu ama narin bir karakter yaratıp eline silah vermek bana pek mantıklı gelmiyor. Sanki çürümüşlüğe adanmış bir karakter kendisi de. Başta western benzetmemin sebebi ise adaletin silahlara kaldığı inancını güçlendiren ve destekleyen filmin bakış açısı. Aslında filmin bazı sahnelerinde bu düşünce doğrudan eleştirilse de karakterin ve herkesin bunun yanlış bir şey olduğunu bilmesine ve belirtmesine rağmen bir yandan da buna karşı çıkamaması ve karakterin bir anti kahraman olarak şekillendirilmesi bu çabaların havada kalmasına sebep oluyor. Özetle Amerikan adaleti sadece ve sadece kötüleri öldüreceğine yemin etmiş birine teslim ediliyor. Artık gözü bağlı adaletin başına neler gelir bilinmez.

Aslında söylediklerim filmin bilinçaltı, yani ortalama bir seyirciye verdikleri şeyler değil. Ortalama seyirciye filmin vaadettikleri acının insana neler yaptırabildiği ve aslında yapılanlar ne kadar kötü olursa olsun iyi içinse doğru hareketler olarak kabul edilebileceği düşüncesi. Tabi hak, hukuk dediğimiz şeyler arada güme giderse de gitsin, elden bir şey gelmese de ilahi adalete inancımız sonsuz. Silahını cebinde taşıyan bir millete de başka türlüsü yakışmazdı zaten.

Bilinçaltını geçip yüzeye bakarsak da film tatmin edici olmayan raslantılara sahip. Rastlantıları mantıklı düşürsek, filmi bayağılığın sınırlarında göstermek yanlış olmaz. Ama bu raslantılarda “Tanrının bir oyunu mu bu?” dedirtilirse izleyiciye her şey mantıklılaşıyor. Silahı tutan karakter değil de Tanrı ise ve karakter orada o kişiyi vurmak için Tanrı tarafından görevlendirilmişse dediğimizde karakterin suçlarını aklamamız da filmin mantık kazanması da anında mümkün oluyor. Benim düşüncem film böyle mantık kazanacaksa hiç kazanmasın daha iyi olur. İçimden film mantıksız deyip geçmek geliyor fakat bu da mümkün değil.

Özetle The Brave One, Amerikan rüyasının son halinin bir fotoğrafı hepimiz için. Nefret ve intikamın sonucunda işlenen -kötü adam- cinayetlerinin karakterin bunları yapmaktaki haklılığıyla ve -bir yorumla da- Tanrı’nın eliyle aklanmasına göz yumduğumuz bir film. Film sadece başarısız değil aynı zamanda bilinçsiz bir şekilde yapılmış Amerika belgeseli. İçiniz kaldırırsa Amerikalıların adalet anlayışına bir giriş olması için izlenebilir. Yoksa ne kendinizi bu saçmalıklarla yorun ne de zaten bildiğiniz Amerikan önyargıları ve çarpık gerçeklerinin artık ana akım olması ile uğraşın.

Kundun – Bir Dalai Lama’nın doğuşu

Geçenlerde izlemek için sabit diskte film ararken, hala ismini nerden bulduğumu hatırlamadığım Kundun gözüme çarptı. Genelde filmlerin senaryolarını derinlemesine inceleyip de sonra filmi izleyen bir insan değilim. Tercihlerimde daha önceden izlediğim filmlerden kalan yönetmen/senarist/oyuncu yorumları ve senaryonun özetinin özeti yeterli oluyor. Maksatını aşan özetlerden de hep nefret etmişimdir. Bir filmi karşımdaki insana izletmek istiyorsam hep tek yaptığım cd’ye çekip vermek ve bir bak ben beğendim genel olarak şunu işliyor ve şu oynuyor şeklinde olur.

Neyse ben bir zamanlar incelemişim Kundun’u beğenmişim, tabi üstünden vakit geçince insanın bir filmi neden beğendiğini unutması normal. Aklımda kalanlar Budizm ve Tibet olmuş bir de Scorsese, sakin ve sanatsal bir film beklentisi ile izlemeye koyuldum bu sebeple.

Film de bu erken yargıma tüm içtenliğiyle cevap verdi. Geçtiği zaman ve mekan gerçeklerinden dolayı film oldukça dingin ve elbette tablo gibi dalınıp gidilecek sahnelere sahip. İlk olarak filmimizin baş karakterinin küçüklüğünü ve Dalai Lama’nın 14ncü kez vücut bulduğu kişi oluşunun keşfedilişini izliyoruz. Film ilk kısmında Kundun’un fiziksel ve zihinsel gelişmesini, çocukluktan ergenliğe varmasını incelerken ikinci kısmında Tibet’in, Komünist Çin tarafından istilasına ve Kundun’un erken gelen erişkinliğine değiniyor.

Filmin parmak bastığı noktalara yaklaşımının objektifliği göz dolduruyor. Elbette filmin sonunda Tibet’e sempati besliyoruz ama tüm taraflar gözden geçirildiğinde günümüzde de böyle düşünmememiz imkansız. Neyse en iyisi iki konuya da değinmek…

En önemlisi filmin Budizm’i sadece ekrana yansıtırken Budizm’e yalın bir eleştiride bulunması. Sonuçta liderleri olan Dalai Lama’nın reenkarnasyon ile tekrardan başka bir insanda vücut bulabildiğine inanan bir din Budizm. Ve son liderleri ölünce 14ncüyü aramak için Tibet’in dört bir yanı kolaçan ediliyor. Kendine has özellikleri olan ana karakterimiz, ancak 13. Dalai Lama’nın bilebileceklerini bilmesi ile yeni Dalai Lama olduğu kabul edilerek başkente götürülüyor. Çocuk yaştaki karakter tahta çıkarılıp annesi babası tarafından bile saygı görüyor, binlerce insan önünde eğiliyor. Film burda belki gerçek, belki raslantı, belki de uydurma olan bu olayları sorgulamadan izleyiciye iletiyor. Çocuğun büyüme safhasında çocukluğunu yaşayamaması ve belli bir yaşa geldiğinde tahta geçmesinin ardından gerçekten Dalai Lama’nın reenkarnasyonu olup olmadığından şüphelenmesi ve bunu sorgulaması hoş bir detay. Bunun dışında yüksek seviyedeki rahiplerle Buda heykeli önünde meditasyon yaparken karakterin olanlara anlam verememesi, bir kaptan su içen bir fareye gülmesi ve saflığı, bu sorgulamayı bize de yaptırtma gayesi güdüyor ama inceden inceye. Bu ve nice sahneyle karakterin sadece bir çocuk olduğu detayı asla atlanılmıyor. Ona Tibetliler tarafından bahşedilen ünvanı tam doğru olarak empoze edilmiyor ve karakter daha çok dininin özüne bağlılığı ile öne çıkarılıyor.

Filmde Çin’in yaptıklarının haksızlıkları anlatılmasına rağmen Hollywood’dan alıştığımız kötü karakter klişeleri yok. Kötü olduğunu, Tibet’e düşman olduğunu, din rejimi ile komünizmin zaten arasının nasıl olduğunu biliyoruz ama Çin mantıksız davranan saçma ve klişe bir kötü rol oynamıyor filmde. Çin’in yaptığı Marksizm’in “Din toplumların afyonudur.” düsturunu gerçekleştirerek Tibet’in ne kadar barışcıl bir din de olsa geleneksel yapısı ve dinsel yönetimini yıkmak temelde. Tabi çıkarları yok mu Tibet’te? Bunu tartışmaya bile gerek olduğunu düşünmüyorum açıkcası.

Kendi görüşümü sorarsanız, filmin bu ikilem hakkında eksiklikleri var. Tabi Scorsese’nin film genelindeki kişisel tercihlerine bakıldığında az sonra söyleyeceklerimin filme yansıtılması filmi değersiz bir hale getirirdi. Ama dillendirmeden de duramayacağım. Öncelikle Budizm, ne kadar barışcıl ve insancıl bir din olsa da, manastırlardaki rahiplerin bir nevi soyluları oynadıkları bir feodal toplum yapısına sahip Tibet. Köylü çalışır ve tapınağa verir, gönüllü sömürü düzenidir. Ayrıca bilimsel gerçeklere oldukça uzak ruhani inanışlara sahip, ne kadar ilginç inanışlar olsa da davulun sesi uzaktan hoş gelir. Benzer yöntemlerle yönetildiğimi düşünülmek bile istemiyorum. Peki tüm bunlar bir kültürün yokedilmesini haklı çıkaracak gerekçeler midir? Kesinlikle değildir. Bence örnek bir temel isteğe sahip olduğu için devamlılığı kesinlikle sürmelidir, ama elbette feodal düzen ve geleneklerin gerçekleştirilmesi günümüzde imkansızdır. Bunların üstünden gelmesi gereken de Tibet halkıdır başka kimse değil.

Bu durumda Çin’e işgal edip “Sizi afyondan kurtaracağız” demek düşer mi? Düşmez elbette. Çin de zaten kurtarma değil, asimile etme gayesindedir. İşgal ardından bölgeye binlerce Hun Çinlisi göç ettirilmiş ve toprak reformu gerçekleştirilerek manastırların elinden araziler alınıp halka dağıtılmıştır. Bir doğru, bir yanlışı götürüyor ama maalesef. Toprak reformu ne kadar ihtiyaçsa, bir bölgenin demografik özelliklerini de kendine yakın bir kitleyle şekillendirmek de o kadar yanlış. Yüzlerce manastırın yıkılması, rahiplerin ve yöre halkının katledilmesini katmıyorum bile. Günümüzde hala Tibet, Çin’in bir parçası. Bunun sebebinin ise Tibetlilerin barışçıllığı olması ise üzüntü verici.

Filme geri dönersek, Scorsese gerçekten tüm diğer batılı yönetmenlerin düştüğü mistizm satma çabasından uzak yalın anlatımı ile göz dolduruyor. Tibet’i olduğu gibi izliyorsunuz, seyirciye bir şeyler anlatma, öğretme ve taraf tutma çabasından uzak olması izlenirliği arttırıyor. Ayrıca sahnelerin güzelliği ve müziklerin uyumu ile dinginlik içinize kadar işleniyor. En çok senaryoyu tartıştık zaten, onu anlatmaya gerek yok. Gerçekten hakettiğinden oldukça az değer görmüş, tarihsel ve sanatsal bir eser bekliyor izlememiş olanları.