Çamur (2003) – Aşılamamış sınırlar üzerine…

Derviş Zaim’in 2003 yılında Kıbrıs sorunu üzerine Gökçeada, Konya ve Kıbrıs gibi farklı konumlarda çektiği film güncelliğini korumaya devam ediyor. Hala sınırlar ve sırlar açılmamış durumda Kıbrıs’ta. Derviş Zaim’de çocukluğunu geçirdiği topraklara bir gönül borcu gibi görmüş Çamur’u.

kurek

Çamur, askerliğinin bitmesine az bir süre kalmış olan Kıbrıslı Ali’nin bir anda sebebi anlaşılamayan bir hastalıktan konuşma yeteneğini kaybetmesi ile başlıyor. Ardından bağıramayan Ali, bölge halkının medet umduğu her türlü hastalığa iyi geldiği söylenen “çamur”un bulunduğu tuz gölü çivarında nöbet tutmakla görevlendiriliyor. Ardından çamurla ilgili olarak saplantılı hale gelen Ali üzerinden, Kıbrıs tarihi ve hızlı yoldan zengin olma hevesliliği üzerine bir senaryo anlatılıyor.

Film Kıbrıs konusunda gerçekçi olmak konusunda taraf tutmama konusunda gerçekten çok çaba sarfediyor. Olayların saçmalığı her iki tarafın yaptıkları saf seçilmeksizin yapılmış. Bu konuda başarılı olduğunu söylemek gerek. Özellikle Birleşmiş Millerler için bir proje yürütmeye çalışan karakter sanki Derviş Zaim’in gerçek hayatta gerçekleştirmek istediği projeleri gerçeğe dökmek isteyen kişi gibi. Bu kadar yakın tarihte önem arzeden bir olayı adam gibi ilk defa ele almış olmasıyla Derviş Zaim’i kutlamak gerek.

Çamur doğrudan anlatım yerine konusunu karakterlerine yediriyor. Taner Birsel’in oynadığı karakter tam anlamıyla çok güzel oluşturulmuş, bacakları kesilmiş arkadaşları da aynı gerçekçilikte, Ali’nin saflığı ve sonunda açıkladığı kadarıyla Kıbrıs sorunun üzerine etkisi inandırıcı kesinlikle. Çamura çıkartma zamanında topların saplanmasından dolayı çitlerle çevrildiği anlatılıyor filmde bir asker tarafından. Bu “Çamur’un cezalandırılmış olması” yalanı, bilinçaltına bakıldığında oldukça sert bir tavır. Aynı zamanda sadece ihtiyaçları, iyileştirici olan çamur, sınırın diğer tarafında olduğu için dışarıda kalmış olanlar Kıbrıs sorununun anlamsızlığı ile denk seviyede.

reynaud

Fakat film Kıbrıs konusuna değinirken araya farklı konular sokarak ve sonunda da kara film benzeri bir şaşırtmaca içermesiyle arada bir saçmalıyor. Saatlerce Kıbrıs sorununun Çamur üzerinden betimlenmesi ile meşgul seyirciye <spoiler>tarihi eser kaçakçılığı sonucunda filmdeki tüm erkek karakterlerin ölmesi durumu</spoiler> olabildiğince saçma ve gereksiz geliyor. Yavaş giden tempoya bir anda sokulan bu saçma dönüş filmin dokusunda kötü bir iz bırakıyor. Aslen kara mizaha yakın bazı espriler içermesine karşın bu son espri anlamsız kaçıyor.

Oyunculuklarda da Taner Birsel ve Mustafa Uğurlu dışında başarı görmek mümkün değil. Kıbrıs’ın yerlisi olarak canlandırılan bu karakterlerin bazen Kıbrıs ağzına yaklaşmaya çalışmaları bazen ise tamamen İstanbul Türkçesi ile konuşmaları karakterlerin oyuncular tarafından tam anlamıyla hazmedilemediğini ya da film öncesi yeterince yerel çalışma yapılmadığını hissettiriyor. Çünkü Kıbrıs ağzı tam anlamıyla Türkiye’de konuşulan Türkçeden ayrı bir tada ve dokuya sahiptir ve ayırd edilmemesi imkansızdır. Ama filmde Kıbrıslılara öykünen karakterler görüyorsunuz sadece. Ama Mustafa Uğurlu’nun filmin neredeyse tamamında sergilediği mimiklere dayalı oyunculuk oldukça başarılı. Taner Birsel ise karaktere tam anlamı ile kendisini adamış, filmdeki en olmuş karakter. Yelda Reynaud’u ise sadece imdat çığlığı ile hatırlamak mümkün, filmde en donuk karakter kendisi.

Çamur’un DVD’sinde kamera arkasını ve Derviş Zaim’le bir röportajı içeren bir ekstra da mevcut. Oradan anladığım kadarıyla filmde gerçekten kurguda çok fazla oynama yapılmış, 15-20 dakikaya yakın bir kısmın montajda kesildiğini düşünüyorum. Ekstralarda da bu sahneleri izlediğinizde hikaye anlatımına katkısı düşük ve gerçekten gereksiz sahneler olduğunu farkedeceksiniz. Sanki Derviş Zaim filmi kafasında tam oturtmadan çekmiş gibi anlaşılıyor bu sahneleri gördüğünüzde. Dünyanın en saçma ve başarısız ropörtajlarından birine de tanıklık edebilirsiniz DVD’de. Şansa ki Derviş Zaim soruları anlayabiliyor da filmin motivasyonları ile ilgili ipuçları veren anlamlı bir ropörtaja dönüşebiliyor sonuç.

Kısaca Çamur anlatmak istediklerini anlatmaya çalışırken sergilediği tutum ile saygı toplarken maalesef hikaye örgüsünde girdiği anlamsız detaylarla vuruculuğunu kaybediyor. Fakat anlatılmaya çalışılan tema tek başına incelendiğinde başarılı ve tarafsız bir film. Fakat toplamda başarılı olduğunu söylemek pek doğru olmaz. Kıbrıs sorunu ile ilgilenen bağımsız sinemaya meraklı veya Derviş Zaim filmlerini takip edenlere tavsiye edilebilir. Filmin DVD’si de internet sitelerinden 2.5 TL’ye temin etmek mümkün, verilen paranın ederinden fazlasını karşıladığı kesin.

Sonbahar (2008) – İnsanın içindeki F Tipi

297430

Sonbahar, 2000 yılında hapishanelerde tutukluların F Tipi hapishanelere geçişe karşı başlattığı açlık grevlerine katılmış ve ardından -adının aksine- kanlı geçen “Hayata Dönüş Operasyonu”nda ciğerlerinden sağlık sorunu yaşamaya başlamış ve durumunun vahimiyetinden salıverilmiş Yusuf’un hikayesini ele alıyor. Artvin’in doğasının ortasında çekilen film mevsimin sonbahardan kışa dönüşü ile Yusuf’un yitip gidişini pekiştirerek anlatıyor.

Yönetmenlerin memleketlerine saygısını ve oraları seyirciye keşfettirme isteğini genelde çok takdir etmesem de, Özcan Alper bu ilk filminde mekan-duygu ilişkisini kurmayı çok güzel başarıyor. Filmin çekildiği mekan, Artvin, dekor olmaktan çıkıp filmin duygusal halini sürükleyen ve besleyen bir unsur oluyor. Biraz da yönetmenlerin ilk filmlerinde yuvaya sığınmalarını hoşgörmek gerektiği düşüncesindeyim. O yüzden gerçekten Artvin, film için çok güzel bir tercih olmuş.

Ayrıca siyasal filmler artık Türk sinemasının vazgeçilmezi haline geldi, hele Babam ve Oğlum ile patlayan ajitasyona prim yaptırmak ve hep 12 Eylül’e yüklenmek, bu filmde göremeyeceğiniz iki özellik. Film diğer tür filmlerinin zıttına  yakın zamandan bir konu seçmesi ile takdire şayan, Türkiye gibi konu cenneti ülkede sadece tıkılı kalınmış bazı konuların tekrarlanması gerçekten gına getirdi artık. Sinemacının bir gayesi de tarihe tanıklık ettirmek, hafızalardan silinmiş bir olayı yıllar sonra hala canlı tutacak olan, o olayın etkilerini anlatan filmler çekmek olmalıdır. Bu konuyu da başarı ile becermiş yönetmen, ayrıca ajitasyon yapmaktan ağlatı izletmektense hisleri perdeye dökmeyi tercih etmiş.

Senaryoda ise ilk başlarda karakter ile bütünleşmekte sorunlar olsa da bazı amatör oyuncular aksasa da, yalnızlığın ve her birimizin içindeki hapishanelerini ele almakta başarılı. Filmde herkesin kendi F-Tipi var sanki. Yusuf’a özgür olmadığı kendi olamadığı kendini artık yitirdiği Artvin, Eka’ya Karadeniz’e bakan pencereli ile otel odası, Yusuf’un annesine tek başına 10 yıldır oğlunu beklemekte olduğu köy evi, Mikail’e yapmak istediklerini yapamayıp tıkılıp kaldığı köyündeki işi ve eşi birer hapishane. Her biri de birbirinden beter.

sonb

Filmin en vurucu sahneleri görsel olarak seyirciyi küçücük bırakan sahneler, özellikle yaylaya bir panaromik bakış içeren sahne ya da otel odasının penceresinden çekilmiş Yusuf’un iskelede kızgın dalgalara karşı yürüdüğü özellikle dalgaların iskeleye vurmadan önceki sahneler. Eka’nın sosyalizmin iki insanın hayatını ne kadar zıt yönlerden aynı yönde etkileyebileceğine dair sözleri de çok hoş.

Bu sahneleri destekleyen mükemmel müzikleri de unutmamak gerek. Yerel müzik zaten filmin ortamına uyumu kolaylaştırırken, film için yapılmış özgün müzikler uzun zamandır Türk filmlerinde dinlediğim en güzel özgün müzikler. Gerçekten çok ama çok başarılılar.

Fakat tüm bu yapılmışlıkların içinde bazen yönetmen manzaraya öyle bir dalıveriyor ki, bir ilerleme olmasa da ya da senaryoya etkisi fazla olmasa da vadinin diğer tarafındaki evlere yapılmış yakınlaştırılmış çekimler ya da safi doğa sahneleri, insanın filmdense doğayı düşünmesine ve Artvin’den hoşlanmasına sebep oluyor. Oysa ki bu sahnelerin uzun tutulmasının pek de bir gerekliliği ya da kritikliği yok. Yüzünü göstermek istemediği Yusuf’un abisi konumundaki eski solculardan biri ile sahilde buluştuğu sahnede, filtrenin etkisinden olsa gerek, sahilin sonsuz siyahlığı içinde bir türlü ne olduğunun anlaşılamaması, silüetlerinin biraz bile olsa hissettirilememesi hatalıydı. Fakat ordaki hatanın da önceden planlanmış gün batımı, bank, ağaç ve iki kişi içeren sahneye geçiş için olduğunu görmek  daha da kötüydü. O sahneye geçiş için kameranın orda beklemesi ve seyirciyi karanlığa gömmesi için hiçbir mantıklı açıklama yapmak mümkün değil.

Ayrıca son sahnede teyzenin karakterinin yeterince empati ile oluşturulmamasından kaynaklı final sahnesine geçiş, seyircinin mantık duvarlarını yıkabiliyor. Seyirci oyuncunun gerçek olduğuna inanmak ister, fakat perdede karakterden kendinden beklenmeyen bir hareketi görmek seyircinin ilgisini dağıtır. Ki bu hareketin montajı kolaylaştırmak amaçlı bir yama gibi durması da cabası. Orada vakit atlayarak şok edici olmak istenebilir ama mazeretli bir kalkış ve hafif bir vakit geçtiğine dair ipucu, çok daha inandırıcı bir sahne yaratabilirmiş. Gene de bunlar final sahnesinin güzelliğini eksiltmiyor, fakat akıldan hemen çıktığı da düşünülmesin. Teyzenin sabit açıdan farklı tekrarlı rutinleri de vaktin yavaş geçtiğine değil de yerel kültüre vurgu yaparmış gibi duruyor ayrıca, uluslararası yarışmalara göz kırpar gibi.

sonbahar

Son bir cümle ile de eleştirileri bitireyim, filmde bazı sahneler hiç netlik yoktu; bunun tercihini yönetmen mi yapmıştır, teknik sorunmudur, sinema salonundaki mercekten midir bilemiyorum ama rahatsız edici. Ayrıca tekrarlanan televizyon kanallarından alınmış operasyon görüntüleri gereksiz ve rahatsız edici, sessizliğe alışmış seyirciye iki saniyelik hatırlatma mahiyetindeki gürültü bombardımanı sahneler seyirciyi o andan koparmaktan başka bir işe yaramıyor. Ayrıca ana fikri anlamışsak, tekrarlanmasına pek gerek yok diye düşünüyorum.

Küçük bir kitleyi hedef alan sanatsal bir ilk film olarak başarılı fakat Sonbahar’ın bazı hataları çok güzel bir film olmasını benim gözümde engelliyor. Gene de art-house sevenler izlerse memnun kalabilirler. Sonraki filmlerindeki özgünlüğü ile gidişatını belirleyecek Özcan Alper’den umutluyum. Gene de film ne kadar başarılı bulunsa da, hem memleket hem de yaşantı-gözlem temelli olması beni korkutuyor. Sinema bilgisine diyecek bir şey yok yönetmenin, umarız yeni özgün senaryolar ile karşımızda olur.

Ayrıca sanırım herkes son sahnede çok az süre gözüken altyazıyı merak ediyor, yönetmenin güzel bir jesti olan cümle şöyle;

“..her daim düşleri peşinde koşan sabırsızlık zamanının güzel çocuklarına..”

Üç Maymun (2008) – Lütfen Direktiflere Riayet Ediniz


Üç Maymun, 2008 Türkiye – Fransa – İtalya ortak yapımı Nuri Bilge Ceylan filmidir. Yönetmenin Uzak ve İklimler’den sonra Cannes Film Festivali’nin yarışmalı bölümüne kabul edilen üçüncü, toplamda ise beşinci uzun metrajlı filmidir.

Başrollerini Yavuz Bingöl, Hatice Aslan, Ahmet Rıfat Şungar ve Ercan Kesal’ın paylaştığı film, küçük zaafların büyük yalanları doğurmasıyla parçalanan bir ailenin, gerçeklerin üzerini örterek bir arada kalma çabasını anlatır. Filmin adı da, acı ve sorumluluklardan, gerçeği görmeyerek, duymayarak ve gerçekler hakkında konuşmayarak kaçmaya çalışan karakterlere göndermedir. Üç Maymun genel olarak, “üç maymunu oynamanın” gerçekleri ortadan kaldırıp kaldırmayacağını sorgular.

Nick James (Sight and Sound Editörü / İngiltere): Oldukça beğendim. Özellikle bir aşk filminde korku filmi öğesi diyebileceğim imgelerin ortaya çıkması ilgimi çekti. Ceylan bunları, birçok kez gıcırdayarak açılan kapıları vb. bir adım ileri götürdü. Sinemasında bir gelişme kaydetmekten ziyade aynı düzeyde kalmış ama oldukça iyi yapılmış bir film.

Burada eklemek istediğim şey filmin tüyleri ürperten sahneleri olduğudur. Bir an kendimi korku filmine dönüşecek diye gerdiğim bu sahnelerin birinde ailenin küçük oğlu kapı eşiğinden görülmekte fakat net bir biçimde seçilememektedir. Yukarıdaki yorumda hissedilen algının bununla paralel olduğunu düşünüyorum. Ayrıca yine bu sahnede izleyicinin İsmail karakterini canlandıran Rıfat Şungar’ın yüzünden akan terin aşağıya değil, yukarıya doğru yerçekimine zıt şekilde aktığını fark etmenin şokunu yaşadım.

Thomas Sotinel (Le Monde / Fransa): Zekice, ilginç ama beni baştan çıkarmadı. İlginç bir kara film.

“Kara film” sözüne katılıyorum kendi çapımda çünkü karanlık öğeler taşıyor. İnsanı bazı noktalarda gezdiği gibi çok sessizlik olduğu zamanlarda ürkütücü bir izlenim bırakıyor seyirci üzerinde.

Borislav Andelyiç (Sırbistan FIPRESCI Başkanı): Ben kişisel olarak Ceylan’ı çok severim. Bence bu çok ilginç bir film. Belki de en iyi filmlerinden biri. Görüntü yönetimini ve oyuncularla çalışmasını geliştirmiş.

Burada oyuncular üzerine bir şey söylemem gerekirse, Nuri Bilge Ceylan’ın konuk olduğu Mustafa Altıoklar’ın TürkMax kanalında yayınlanan “Sinemacı” adlı programında, Nuri Bilge Ceylan oyuncu seçimi sırasında Yavuz Bingöl’ü role uygun olarak görmüş fakat Hatice Aslan’ı fazla tiyatral bulduğunu söylemişti. Daha sonra yine filmin senaristi ve yönetmenin eşi olan Ebru Ceylan ile karara varıp Hatice Aslan’ın rolü almasını istemişler.

Michel Ciment (Pozitif Dergisi Editörü/ Fransa): Nuri Bilge Ceylan günümüzde en büyük ustaların düzeyine ulaşmış yönetmenlerden biri. Her filmi bir yenilik olduğu gibi aynı zamanda sinemasının devamlılığını sağlıyor. Her filminde farklı bir ustalık sergiliyor. Sesi, alan derinliğini, apartmanı, denizi kullanması olağanüstü.

Burada da ses konusunda bir şeyler eklemek istiyorum, sanırım bazı yerlerde sesi sonradan eklemişler örneğin filmin sonlarına doğru Yavuz Bingöl’ün canlandırdığı Eyüp karakteri sokakta turlamaya çıktığında dikkat ettim ayak sesleri ona ait gibi değildi. Ve yine apartman görüntüsünün planından geçen trenin görüldüğü sahnede, trenin o bilindik sesinden rayların birleşme yerini hesaplayamaya çalıştım ama çelişkili buldum. Ses sonradan bindirme olabilir diye düşündüm sonrasında ya da bana öyle gelmiş olabilir bilemiyorum.

Karakterlerimizin yaşadığı binaya hayran kaldım çok hoş gerçekten ilginç bir çarpıklaşmış kent yerleşim örneği. Bina bildiğiniz üçgen gibi bir kuşbakışı görüntüye sahip olduğunu düşünüyorum, Trabzon’da ilginç binalar görmeye alışır olmuştum ama bu yapı benim beynimin “en ilginç on bina” listesi arasındaki yerini aldı.

Nuri Bilge Ceylan’ın fotoğrafa olan tutkusu ve filmlerinin temposu bu filmde yine aynı aklıma gelmişken ekleyeyim. Özellikle BBC radyoda yönetmen ile İngiltere’de gerçekleşen söyleşiyi dinlediğimde her ne kadar kendisi açık olarak söylemese bile fotoğrafa olan tutkusunu hissettim diyebilirim. Ayrıca bu söyleşi sırasında yönetmenin iki yıl önce beğendiği film için şimdi nasıl beğenmişim ben bunu diyorum demesi ve bu değişkenliğinden korktuğunu ifade etmesi ilginçti. Yine aynı söyleşide İngiltere’de geçirdiği gençlik yıllarında uzunca bir dönem boyunca günde ortalama iki üç film izleyerek oldukça geniş bir zihin arşivi yarattığını öğrendim.

Bu filmin kayda değer bir özelliği de teknik anlamda geliyor, 55 kopyayla gösterime giren film HD teknolojisiyle çekilen ve NBC’nin dijital teknolojinin imkanlarını kullanarak özel bir görüntü çalışmasıyla son halini almıştır. Türkiye’de de Cannes’da olduğu gibi yüksek çözünürlüğe dijital projeksiyonla izlenebilecek olup Türkiye’de Mars Entertainment’ın girişimiyle dijital projeksiyon sistemi yerleştirilen 15 Cinebonus salonunda 2K çözünürlüklü dijital projeksiyon sistemi vasıtasıyla izleyicilerlere sunulmuştur.

Filmi izlemeyen bu kısmı pas geçsin,
Aklımın köşesinde kalan bazı sahnelerden söz edecek olur isem eğer, Servet (
Ercan Kesal) ile Hacer’in (Hatice Aslan) otomobilde geçen sahnesi oldukça güzeldi. Yönetmen burada hem geçen süreyi, hem Servet’in dertlerini anlatmasını hemde Hatice’nin rahatsızlığını oldukça başarılı bir şekilde anlatmayı başarmış. Bu sahne sırasında Servet konuşmakta fakat bize yansıyan görüntüsü konuşmamakta sessiz sakin bir şekilde otomobili kullanmaktadır.

Bir başka sahne ise Hatice’nin Servet beyden yardım istemeye gittiği anda Servet beyin gergin bir telefon görüşmesi yapmasının devamında, derdini anlatacak olan Hatice’nin telefonunun çalması ve ortam böyle gergin iken telefonun neredeyse bir dakika boyunca çantasında bulamamasıdır. Burada telefonun zil sesi Yıldız Tilbe’nin “E mi” adlı parçası olup karanlık ortamı arabeskleştirmekte ve biraz da kültürümüzde olan reddedemeyeceğimiz melodileri ile filme farklı bir tat vermiştir.

Bir başka sahne yalvarma sahnesi olarak isimlendiriyorum, bu sahnede deniz manzaralı belli ki yüksek olan bir tepenin ucunda Hatice’nin Servet’e yalvarması görülür. Fakat Servet sert davranınca Hatice’nin psikopatlaşan tavrı bildiğimiz üçüncü sayfa haberleri kadar gerçektir.

Yine bir başka sahne ise Eyüp’ün kendi karanlığı içerisinde yatakta yakmakta iken ölmüş olan küçük oğlunun arkadan ona görünmeyecek şekilde kolunu dolamasıdır. Bu sahne oldukça etkileyici geldi bana, onun düşündeki özlemi fiziksel manada filme entegre etmem anlamında yerine oturmuş diyorum.

Filmi izlemeyen buradan devam edebilir,
Anlatacak söylenecek çok şey var tabi İsmail’in kendi alemi ve her Türk gencinin sınav bunalımı ile hayat kaygısına yapılan göndermeler, yine İsmail’in trene bindiği zaman başını gelen rüzgara tuttuğu bölümler içindeki karamsarlığı bir süreliğine bile olsa yok edebildiğini aktardı bana. Nuri Bilge Ceylan’ın sinemasını oldukça severim, Ingmar Bergman, Emir Kusturica veya bir Andrei Tarkovsky gibi insan davranışlarını belgesel anlamda incelemesi bana gerçek anlamda film izlediğim hissini verir. Hal böyle olunca başkaları tarafından “yavaş” olarak tabir edilen bu tarz filmlerin gerçek sinema olduğu kanaatindeyim.

Son olarak filmin kazandığı başarıları ve ödülleri listeliyorum, izlemenizi tavsiye eder iyi seyirler dilerim.

2008 – Cannes Film Festivali
· En İyi Yönetmen
2008 – Osian’s Cinefan Film Festivali
· En İyi Yönetmen
2008 -”Manaki Kardeşler” Film Festivali
· Mosfilm Ödülü
· Özel Mansiyon
2008 – Haifa Film Festivali
· En İyi Film
2008 – Asya Pasifik Görüntü Ödülleri
· En İyi Yönetmen

Mustafa (2008) – Aynı zamanda Kemal ve Atatürk

Öncelikle belirtmekte gerek var, benim eleştirim hiçbir şekilde okura yol gösterici bir gaye taşımamaktadır. Bunu bilerek eğer filmi henüz izlemediyseniz, bu yazıyı okuyarak filme kendi yorumunuzu yapmaktan eksik kalmayın. Bu çabayı desteklemek adına en azından filmi izleyip ondan sonra okuyunuz. Teşekkürler…

“Mustafa, ahhh” diye başlama ihtiyacı duyuyorum. Filmin zaten tanıtım yazısında da belirtildiği gibi anlatabilme güçlükleri, ortak paydada buluşamama gibi sebeplerden bu güne kadar tarafsız ve samimi bir Atatürk filmi/belgeseli izlememiz mümkün olmadı. Bu boşluğu doldurmak adına Can Dündar’ın fragmanındaki profesyonelliğine ve kendisine güvenerek bunun farklı bir Atatürk belgeseli olduğunu düşünerek önceden heyecanla filme biletimi ayırttım.

Tekrar bir uyarı ile devam edeyim, aslen filmin eleştireceğim kısımlarını ayıklayıp ortaya koyarak anlatmak daha mantıklı geldi bana, o yüzden okuyup “of amma kötü” diye düşünmeyin. Yazıyorsam daha iyisi için yazıyorum.

Öncelikle filmi gene “Atatürk’ü adam akıllı anlatan bir film” kategorisine sokmak mümkün değil. Gerçi Atatürk hakkında yapılacak herhangi bir belgeseli de bu kategoriye koymak mümkün değil. Çünkü Atatürk’ü tüm açılarından ele alan bir filmin 10 saat altında kalması pek olası değil. Bu filmde ele alınan Atatürk’ün Mustafa hali yani saf kendisi idi. Tabi sadece kişisel hayatı ve ruh hali incelendiği için kendimizi hiç Atatürk’ün yerine koymadığımızı hissettirmesi çok önemli. Umarım bu motivasyonla çıkmıştır tüm seyirciler de.

Filmde özellikle ses mühendisliğine özen gösterilmesi hoşuma gitti fakat keşke başarılabilseydi. Yıllardır sessiz izlediğimiz siyah beyaz filmler sese gelmişti ama hiçbiri gerçek olduğunu hissettiremedi. Bu filmi izleyen herkes sanırım ses mühendisi kavramının ne olduğunu bilmiyorsa da öğrenmiş oldu. Çaba güzel, umarım bu konuda daha da ilerleyebiliriz.

Özel efektlere gelirsek, özellikle filmin girişinde bir özel efekt bombardımanına tutuluyoruz. Gerçekten Türkiye’de üretilen özel efektlerden üstün olsalar da(bilumum sihirli diziyi düşünürseniz :) ), onlar da filmin gerçekliğine yedirilememiş duruyorlardı. Özellikle karga kovalama sahnesi, Atatürk’ün abisinin mezarı ve mezarına hayvanların saldırması gerçeklikten kopuş anları oldu izlerken. Ayrıca başta gösterilen Zübeyde Hanım’ı kaybetme sahnesinin tekrar filmin sonlarına doğru kullanılması hatalı bir hareket, gerçek anlamda bir flashback yani geçmişe dönüş yoksa seyirci bir sahnenin tekrarlanışından asla memnun kalmaz. Üç boyutlu olmayan animasyonlar ise filmin görselliğine çok büyük katkıda bulunuyordu. En çok ilgimi çeken filmin gidişhatında Atatürk’ün hayatında önemli yerlerde çektiği fotoğraflardan faydalanması, o fotoğrafların çekilişlerinin canlandırılması ve o fotoğrafların hikayelerinin anlatılmasıydı. Anlatım açısından çok yaratıcı bir tercih olduğunu belirtmek gerek. Özellikle de filmin sonunda Selanik’teki evde o fotoları ard arda görmek hüzünlüydü. Filmdeki görsel efekt çabalarını takdirle karşılıyorum ama maalesef üç boyutlu animasyon konusunda hala sınıfta kalmasak da ancak geçer not alabiliyoruz.

Goran Bregoviç ve müzikler ise gerçekten muhteşem özellikle fragmanda da kullanılan ana tema gerçekten müthiş. Müzikler film boyunca güzel yerleştirilmiş ve tatmin edici. Özellikle Bregoviç’in Türk ezgilerini bu kadar güzel verebilmiş olması büyük başarı. Tam puan müzikler.

Anlatıma gelirsek, özellikle Atatürk’ün bazı açıklamalarına yorum yapılmadan verilmesi kötü olmasa da günümüzde cemaatler diyarına dönmüş ülkemizde bu açıklamaların kimi kötü niyetli tarafların tezlerine katkı sağlar nitelikte olması kötüydü. Özellikle Atatürk’ün ülkedeki dini dogmalarla yaşayan insanlara medeniyet götürme çabasını biraz da ateizm propagandası gibi durmadan verebilmesi mümkün olmamış. Kısa anektod halinde din sadece kişisel ibaadete indirildi gibi bir laf geçse de Atatürk’ün kimi lafları bilimsellik ve özgürlük amaçlı değil de din karşıtı gibi anlaşılabilir duruyor.

Özellikle Atatürk’ün o dönemde yaptığı bu açıklamaları artık günümüzde asla yapamayacağımız, yaparsak kesinlikle yanlış anlaşılacağımız düşüncesi içimi ürpertmedi değil. Sanırım hatalı olan o değil, biziz hepimiziz. Din konusunda o kadar hassas bir ülke haline getirildik ki, dinin pratik anlamda düşünülmesi ya da yaşam kurallarını dine uyarlamamak bile söylenmesi zor bir hale gelmiş. Üzücü ki ne üzücü. Belki bu yazdığım yüzünden Blogger bile kapatılabilir, öyle bağnaz bir ülkeyiz artık…

Neyse sadede gelirsek, film Mustafa Kemal’in özel hayatını yani sadece kendisini anlatma derdini edinmiş ve pek çok konularda devlet dilinde anılmayan konuları seyirciyle paylaşmış olsa da bunları sebep ve sonuçları açısından sorgulamaktan yoksun ve yüzeysel duruyor. Siz de ya ilk defa gördüğünüz bir şey için şaşırıyor ya da önceden sadece kimi kaynaklarda geçen bazı bilgileri gösterdiği için onaylıyorsunuz kafanızla.

Gene de Mustafa Kemal’i en az anlatan filmlerden biri olduğunu söylemek gerek, çünkü anlaşılıyor ki Mustafa’yı Kemal ve Atatürk’ten ayırınca ve bunu da biraz “Bak bunu da buldum, ne ilginç di mi?” anlatım dili ile yaratınca pek de anlamlı olmuyor. Neyse ki yapımda harcanan çaba sonraki filmlere bir kaynak olabilir.