Assembly – Ji jie hao – (2007) – Yapılan her fedakarlık ölümsüzleştirilmeyi hak eder.

434848731_bad6lfumkeslzvnns8ny0f6emyilsv5o6auufgl0o2l7tgbgAssembly orijinal adı ile “Ji jie hao” Çin Sivil Savaşı sırasında yitirdiği askerlerinin onurunu geri kazanmaya çalışan bir adamın yaşamını ele alıyor. Yüzbaşı Gu Zidi (Hanyu Zhang) isimli bu askerin yaşadıkları filme aktarılmış.

Buraya kadar konunun pek etkileyici bir yanı olduğunu söyleyemem. Bu tarz filmlerin Amerikan sinemasında bol örnek bulunmaktadır. Fakat Assembly her yönü ile iyi bir savaş filmi olmuş bana göre. Diğer filmlerle benzer unsurlar içermesine rağmen en azından Amerikan sinemasının ürünü olmamasından dolayı takdir ediyorum yönetmenini.

Çatışma, patlama sahneleri oldukça gerçekçi ve etkileyici. Hatta zaman oldu fazlaca abarttıklarını bile düşündüm fakat savaş böyle bir şey olsa gerek. Yine Amerikan filmlerinde olduğu gibi “gevrek” askerlerin olmayışı konuyu daha gerçekçi yapıyor sanırım.

Yaşanan savaşın tüm şiddetine ve insandan kopardıklarına rağmen, görevini başarı ile yerine getirmiş askerlerin savaş sonrasında “kayıp” olarak görülmesi yapılabilecek en kötü tanımla olur kanaatimce. Burada bahsedilen kayıp, ölü anlamanda değil tabi ki. Bu kayıp, esir kaçak veya başka türlü kayıp olan askerler için kullanılan bir terim. Şehit ailelerine 3 ton pirinç yardımı yapılırken kayıp ailelerine 1 ton yardım yapılıyor. Yine filmde bu konu ile ilgili olan güzel bir replik vardı. 2 tonluk farkın oldukça önemli olduğuna dair bir replik.

64051875cg8
Peki ya tüm askerlerini kendisine verilen doğrultuda yönetmiş olan bir komutanın savaş bittikten sonra birliğinde kalan tek “gazi” olması onun için ne anlama gelecektir. Bu durumun suçluluğunu yaşayan Gu Zidi ise kalan yaşamını askerlerinin onurunu kazanma mücadelesiyle geçirir.

Tipik bir savaş filmi olmasına rağmen konunun gerçeğe paralel olması ve gerçekten Gu Zidi isimli bir yüzbaşının başından geçenlerin anlatılması bakımından filmi izlemeğe değer buluyorum. Ayrıca biz ne zaman bu tip filmler çekebilecek teknolojiye erişiriz bilmiyorum.

99 Francs (2007) – Büyük daha iyidir!

99_francs_00_pbig

Evet. Kesinlikle etkileyici ve şaşırtıcı, insanı bir oraya bir buraya götüren, kendi benliğinde de seyahat ettirme zevki tattıran bir film aynı zamanda. Gerektiğinde izleyicisinin de fikrini kabul eden ya da kabul ettirten bir film. Üzerine zevkle düşünülebilen bir soru belki.

Filmle ilk karşılaştığımda Japon pazarı (Çin pazarı mı yoksa?) aklıma geldi. Çoğunlukla şu 1 tl lik ürünlerin yığıldığı sepetler dolusu plastik mallardan bahsediyorum. Arz talep ilişkisi, ürünler, tüketiciler, dağıtımcılar, üreticiler ve tüm bu ağın bağlantı elemanı olan reklamcılar. Adeta hormonlar gibi dengeleme yapmaya çalışan, ilgili maddenin ilgili birime ulaşmasını sağlayan aracılardan bahsediyorum.

Filmde verilen bir istatistik özellikle dikkatimi çekti. Sayıyı tam olarak anımsayamıyorum ama hayatımız boyunca maruz kaldığımız reklam adedi tahminlerimin epey üzerindeymiş. İşin can sıkıcı yanı radyo dalgaları kadar fevri bir biçimde buna maruz bırakılmamız. Düşününce mide bulandırıcı bir hal bile alabiliyor.

Reklamlar çarkı çeviren etmenler bana göre. Peki ya işin içinde olan birinden bunları dinlemek ister miydiniz? Bilmiyorum gördünüz mü halay çeken inekleri? Ya da inadına “kinder çaklıt” telafuzu yapan reklamları? Adeta erotik filmden farkı kalmayan çikolata reklamlarına de demeli? Yediğimiz çikolata bizi uzaya mı götürüyor? Yedikten sonra başka bir kişiliğe mi bürünüyoruz yoksa? İçerisinde bir dünya reçelimsi madde barındıran koca kekler gerçekte neden o kadar ”koca” değil peki?

elisa-tovati1
Aslında sorulacak çok sorum var. Liste böylece uzayıp gider. Aynı zamanda bu yazıyı yazarken filmin müziklerini dinlemem de zihnimi epeyce açtı gece gece. Film müzikleri bana göre mükemmel tasarlanmış. Octave (Jean Dujardin) ın içinde bulunduğu ruh hallerini iyi yansıtıyor. Özellikle kız arkadaşı ile olan bölümde etkilenmemek mümkün değil. Hele o “reklamsal aileye” ne demeli? Suratlarındaki o salak gülümseme ve tekrarlayıp durdukları replikleri? Cenin görüntüsü önündeki çılgın ve bir o kadar anlamsız dans? () Otomobille girilen şekerleme diyarı?

movies_0-9_99_francs_009369_11
Reklamlara bir bakacak olursak eğer hep sırıtan, gülen insanlar olduğunu görüyoruz karşımızda. Hiç birinin kusuru yok. Adeta mükemmel yaratılmışlar. Kilo problemleri yok, boy problemleri yok, dişleri kabul edilemeyecek kadar beyaz, traş olan dayımlar kas yumağı, ne bir sivilce ne bir iz söz konusu. Hepsi fabrikalarda üretilmiş gibi.

Kısacası koca bir yalandan ibaret bir dünya reklam dünyası. Yalan söylemek ve inandırmak mühim olan. Ne kadar çok mürit o kadar çok para ve üretim demek. İşte bu film bu işe giriyor biraz. Bilirsiniz gelenekçi ve zeki reklamlar vardır. Bu benim kendi düşüncem tabi. Çok miktarda yoğurdumuz var istemez misiniz?

vahina-giocanteGelenekçi reklamlara Calgon ve çamaşır makinasını izin almaksızın götürme eğilim olan dayımın geçtiği reklam örnek gösterilebilir. Zeki reklamlar ise yaratıcı bir sürecin ürünleri olup benzerlerinden kolaylıkla sıyrılan yapımlardır. Bundan bahsettim çünkü devamında reklamcılığı konu alan bu filmin ne kadar reklamcılıkla harmanlanmış bir yönetimi olduğunu söylemek istedim. Uyuşturucu madde kullanımı, kendi kendini arayış, depresyon, aldatma, yalnızlık, reklamların içinde olup reklamların yarattığı dünyanın esiri olmak bu filmi tanımlamak için kullanılabilecek diğer kelimeler olabilir.

Son zamanlarda izlediğim en yaratıcı bakış açısına sahip film diyebilirim. İzlemesi oldukça eğlenceli, sürükleyici ve süratliydi. Kesinlikle tavsiye ederim.

Conan the Barbarian (1982) – Crom bana intikam bağışla, bağışlamazsan da canın cehenneme!

movie-poster-conan-the-barbarianConan the Barbarian, 1982 yapımı John Milius filmidir. Film, Conan’ın küçüklüğünden başlayarak 20 li yaşlarının sonlarına kadar olan bölümü gözler önüne serer.

Conan henüz küçük bir çocukken köylerine çift yılan başı işareti taşıyan bir grup asker saldırır. Saldırı sırasında babasını, annesini ve halkını yitirir. Öksüz kalan Conan vakit kaybedilmeden köleleştirilir. Yıllarca bedensel kuvvet gerektiren bir işte çalıştırılır. Sonrasında bir gün güçlü yapısı ile keşfedilip başka bir hayata yelken açar. (meşhur olur)

Kısaca filmin Conan ile Thulsa Doom arasında geçen intikam savaşını olduğunu görüyoruz. Zaten bir Conan filminden de fazla bir şey beklemek mantıksız olacaktır diye düşünüyorum. Adamın çoluk çocuğa karışacak hali yok ya :)

Fakat tüm bu bilindik hikayeye rağmen filmin oldukça başarılı olduğunu düşünüyorum. Özellikle film müzikleri mükemmel olmuş. Gerek filmin en başındaki kılıç dökme sahnesi gerekse özel efektler bakımından yeterli olmayı başarıyor. Yılına göre değerlendirecek olursak görsel efektleri yabana atmamak lazım.

Conan benim gözümde Schwarzenegger ile bütünleşmiş bir karakterdir. Filmin daha önce izlememiş olmama karşın birisi bana Conan’ı göster dese elimle Kaliforniya Valisini işaret ederdim :) . Thulsa Doom (James Earl Jones) filme epeyce renk kattığını düşünüyorum. Bunun dışında Bergman filmlerinden alışık olduğumuz Max von Sydow’u da bu filmde izleyebiliyoruz.

conan-barabarian-1-set-2

Conan the Barbarian kendisinden sonra çıkmış olan pek çok filme esin kaynağı olmuştur diye düşünüyorum. Filmde saçmalıklar da yok değil tabi. Bunların en göze batanları; iskeleti kalmış atların canlı atlar gibi dik durabilmesi, ilk sahnede o kadar uzaktan sallanan kılıcın Conan’ın annesine zarar verebilmesi ve Conan’ın cinsel bağlamda Cengiz Han’dan aşağı kalmadığıdır.

subotai

Ayrıca seyahat ederken neden koşuyorlar anlayabilmiş değilim. Yürüyerek gitseler gidecekleri yer kaçacak sanki. Schwarzenegger’in kararsız kalmış bakışlarını da film içerisinde görmek mümkün, yönetmenim şimdi ne yapayım der gibi bakınıyor ara ara :)

Bunlara rağmen izlemesi eğlenceli bir film. Özellikle müzikleri çok iyi. Eskilere dönmek isteyen herkese tavsiye olunur. Yenisini çekseler de izlesek.

Australia (2008) – Bir davar çobanı hikayesi

avustralya-australia-2008-dcdscr-imdb-72-turkce-alt-yazi

Australia, 2008 yapımı Baz Luhrmann filmdir. Konu itibari ile İkinci Dünya Savaşı öncesinde Avustralya’da beyazların uyguladıkları politikayı, dolayısı ile kayıp bir neslin nasıl yok edildiğini anlatma vaadi ile başlar yoluna.

Ama gelin görün ki konumuz bununla kısıtlı değildir. Hikayenin içinde bir çoban (celep?), torunu ve kızından başka bir yakını kalmamış bir Aborjin kralı – ki genelde kendisi bir ruh gibi yaşamaktadır, ayrıca filmin en sempatik karakteri olduğunu düşünüyorum – kötülükte sınır tanımayan hayal gücü, et şirketleri, kuraklık, misyonerlik, savaş, sığır sürüleri, istismar, soyluluk ve daha pek çok gibi konuya değinmektedir.

Hatta film bir ara bitecek gibi olur ama bitmez devam eder. Üzücü olan bitmemesi değil devam etmesidir. Basit bir izleyici olarak o kısımdan sonrasına anlam veremediğimi söylesem anormal olmayacaktır sanırım.

Özellikle bu filmden sonra daha fazla Nicole Kidman izleyebileceğimi sanmıyorum. Kidman kendisini geliştiremiyor. Uzun zamandan beri yerinde sayması artık gözüme batar bir şekil almış durumda, tüm bunlar benim fikrim tabi kendisi bu konuda ne düşünüyordur bilemem :)

Bu film ile ilgili çok fazla konuşmak istemiyorum. İzlerken gerek hikaye gerek yönetmenlik gerek özel efektler olarak gözüme batan pek çok şey ile karşılaştım. Filmin büyük bölümü stüdyoda çekilmiş belli, bunu anlıyorum ama neden bu kadar belirgin ve yapmacık bunu anlamıyorum.

12

Yine filmimin kopuklukta sınır tanımıyor. Bana göre iki ayrı filmi birbirine kaynatmışlar gibi geldi. İlk kısımda senaryo kontrolden çıkmış olacak ki film tam bitmeye doğru 1 saatlik anlamsız bir bölüm daha eklenmiş.

australia_10

Seyirciyi oldu da bitti maşallah tuzağına düşürmeleri kınıyorum. Filmde yapılan pek çok hareketin mantıklı bir temeli yok. Mantığını geçtim nedeni bile yok diyebilirim. Sadece film devam etsin Kidman oynasın kendini göstersin gibi bir düşünce güdülmüş olsa gerek.

Hugh Jackman için de bir çift söz söylemek isterim. Kendisini geliştiren ve girdiği rolleri götüren bir adam ama bu filmde olmamış. Neden böyle bir projede yer almış olabileceğini anlamıyorum.

Filmin vaat ettiği konuyu işlediğini düşünmüyorum. Film olsun diye film yapmışlar o kadar. Büyük bölümü stüdyo işi zaten, sanat yönetmenini tebrik ederim, tek işçilik orada yapılmış bana göre. Saçma sapan bir film, karşılaştığınız yerde kaçmanızı tavsiye ederim. Hepsini geçtim bir de 165 dakika. Ömrümü çaldın davar çobanı hikayesi…

Filmin fotoğrafları çok güzelmiş bu arada :) fotoğrafları için izlenebilir?! :) )

Trois couleurs: Bleu (1993) – Sadece Mavi

troiscouleursbleu8lyTrois couleurs: Bleu, 1993 yapımı bir Krzysztof Kieslowski filmidir. Aynı zamanda üçlemenin ilk filmi olmaktadır. Eşi besteci olan bir kadının, eşini ve çocuğunu bir kazada kaybetmesi ile farklılaşan hayatını konu alır.

Bu süreç içerisinde eşinden ileri gelen müzik ve yeni yaşam tarzı peşinden takip etmektedir. Bir kaçar bir vazgeçer fakat tüm bu belirsizliğe hakim olan bu insanı izlemek de bize düşer.
Yönetmenlik ve oyunculuk anlamında oldukça ileri düzey bir film olduğunu fark ettim. Ayrıca film boyunca kullanılan ışıklandırma kesinlikle kusursuz denecek kadar doğaldı. Özellikle insan yüzünü saran tonlar ve gölgelere doyamadım diyebilirim.

Sanırım bu filmdeki en karakteristik karelerden biri Julie Vignon/Courcy (Juliette Binoche) un elini duvara sürterek ilerlediği sahnedir. Ne kadar doğru bilemiyorum ama gerçekten bunu yapmış olduğu söylenmekte.

Buna ek olarak filmin her karesinin büyük emek içerdiğini düşünüyorum. Julie’nin karakteri dört dörtlük. Hem kendini çok iyi anlatıyor hem de kendine zıt düşecek davranışta bulunmuyor. Kafası fazlaca karışık olmasına rağmen soğukkanlı kalabiliyor.

bscap0019bk1

Film boyunca işlenen müzik teması oldukça etkileyici, özellikle müziğin çalması ile birlikte notaları takip eden sahne ve yine bu sahneye eşlik eden mavi ışık etkileyici.

Üçlemenin diğer iki filmini henüz izlemedim fakat bu filmi izledikten sonra kesinlikle devamını getirmem gerektiğini düşünüyorum.

Ufak notlar (spoiler içerir!):

- Evin hanımı yaşananları dışa vurarak yaşamadığı için hizmetçisi çektiği acıyı dışa vurur. Bunun üzerine aralarında şu tip bir diyalog geçer.
- sen neden ağlıyorsun?
- çünkü ağlamıyorsunuz

- Julie çantasını karıştırırken kızının yediği şekeri bulur. Biz kızının şeker yediğini görmeyiz ama filmin başında araba penceresinden atılan jelatini görürüz. Julie jelatini çıkarınca taşlar yerine oturur. Şeker ile kız arasında ilişki kurulur. Ardından Julie’nin şekeri nasıl yadiğini görüp hüzünleniriz.

- Julie’nin annesi ile arasında geçen konuşma da oldukça güzeldir. Tam olarak iletişim kurdukları söylenemez ama yine de anlaşırlar.

- Yönetmenin bir üslubu dikkat çekici, örneğin tam cevap verilecekken ekran kararır müzik girer, ses yükselir, müzik alçalır sonra ekran tekrar aydınlanır ve sahne kaldığı yerden devam eder.

Red (2008) – Durduğun an, işte o an, kaybettiğin andır

redposter
Red, 2008 yapımı bir Trygve Allister Diesen ve Lucky McKee filmidir. Bir adamın köpeği ile olan ilişkisini konu alır. Fakat bu ilişki öyle bildiğimiz bir ilişki değildir.

Şunları bilmemiz bu yeterli olacaktır sanırım. Filme ismini veren bir köpektir. Sahibi gibi hayat yorgunu olan Red 14 yaşındadır. Avery Ludlow (Brian Cox) ise  kendi soyadı ile işlettiği marketin sahibidir. Birgün havaların ısınmasıyla birlikte balık avına gider. Bir müddet sonra yanlarına üç genç yanaşır. Ludlow uzaktan seslerini duyduğu bu gençler için “çaylaklar” kelimesini kullanır. Filmi izledikçe çaylaklığın boyutlarını görmek bize kalır.

Bundan sonra gelişen olaylar biraz can sıkıcı maalesef. Bu öyle eğlenceli ya da insanın içini ısıtacak türden bir film değil. Çarpıcı olduğu kadar gerçekçi bir film aynı zamanda, boş vaatler verip izleyiciyi başka yerlere götürmeden kendisini anlatmaya başlıyor. Özellikle insan hayvan ilişkisine değindiği gibi anne baba, arkadaş, dost düşman ilişkilerini de akıcı bir üslupla irdeliyor.

Ben kendi adıma filmden fazlaca etkilendiğimi rahatlıkla söyleyebilirim. Özellikle köpekler karşı ayrı bir sevgi beslememin buna etkisi olmuş olabilir. Değil köpek, insanların hiçbir hayvana acı çektirmesini hoş karşılayabilecek bir insan değilim. Ayrıca filmde dikkat çekildiği gibi hayvanların hukukta “mal” olarak görülmesi son derece rahatsız edici bir gerçektir.
red02_resize1
Hikayenin tutarlı ve kurgusunun yerinde olduğuna kanaat getirdim. Bu filmi özellikle yazmak istedim çünkü yozlaşan bu dünyada, günümüzde değil hayvan, insanların bozuk para gibi harcandığı bir zamanda, bizlere basit ve açık dersler veriyor. Yine filmde geçen repliklerden dikkatimi çekenlerden bazılarını Ufak Notlar bölümünden okuyabilirsiniz.

Filmde güzel olan bir başka nokta ise uyumluluktur. Mekanlar, oyuncular ve müziklerin iç içe ayrılmaz bir bütün göründüğünü söylemekte fayda var. Özellikle McCormack ailesini her ferdi mükemmel oturmuş. Danny (Noel Fisher) i uzaktan görseniz sorun çıkaracağını anlayabilirsiniz. Michael McCormack (Tom Sizemore) yine kilit bir karakter diye düşünüyorum. Bir ailenin içyapısına da kısa bir bakış atabiliyoruz. Yine dengesizlik ve başıbozukluğun nerelerden geldiğini görebiliyoruz.

Film canınızı sıkabilir bunu tekrar söylüyorum ama bana göre kesinlikle izlemeye değer. Ben bir bütün olarak beğendiğim.
1858
Ufak Notlar (spoiler içerir!):

- Öncelikle Ludlow’konuşmasında önemli bulduğum iki repliği vereyim.
(bar sahnesi, Carrie Donnel (Kim Dickens) ile Ludlow arasında geçer)

Ludlow: Savaşta tek şey öğrendim. Tüm benliğinle mücadele etmelisin. Eline geçen her fırsatı değerlendirmeli ve asla durmamalısın. Durduğun an, işte o an, kaybettiğin andır.

(mülke izinsiz girme sahnesi, Michael McCormack ailesi ve Ludlow arasında geçer)

Ludlow: Bazen bir şeyleri anlamak için ilk elden görmek gerekir. Görürsün, tadına bakarsın, dokunursun. İşte o zaman anlarsın.

- Brian Cox’un oyunculuğa şapka çıkarıyorum. Mükemmel bir iş çıkarmış. Bizlere “adam gibi” adam nasıl olur gösteriyor. Tüm yaşadıklarına rağmen nezaketi ve sabrı elden bırakmıyor. Karşı taraf onun yaşadığını anlasın, hissetsin diye elinden geleni yapıyor. Her şeyden önemlisi insanlığını asla yitirmiyor.

- Film, 2008 Sundance Film Festivalinde En İyi Erkek oyuncu ödülünü almış. Yukarıda da dediğim gibi Ludlow karakterinin kalitesi göze batar nitelikte zaten. Ödül vermeseler ayıp ederlerdi.

- Teknik anlamda bir sinema filminin sahip olması gereken tüm özellikler bu filmde var neredeyse, ana hikaye, ana hikayeye bağlı olan yan hikaye, sonradan anlam kazanacak bazı ip uçlarının önceden gösterilmesi bunlara dahil. Tüm bunlar senaristlerin işlerinde ne kadar iyi olduklarının göstergesi. Aşağıda bu duruma iki örnek veriyorum.

- 25’50” de gösterilen kapıdaki izleri biraz tuhaf bulmuştum. Bir köpek kapıyı açmak için bu tip izler yapabilir fakat izlerin derinlikleri “hayati bir olayı” anlatır gibi geldi. Bu olaya dikkat eden birisi olarak daha sonra soruyu filmden çıkardığım gibi cevabı da filmden çıkarmam beni memnun etti.

-24’20” de gösterilen kerosen tenekelerinin de bir gösterilme sebebi var. Yine izlerken bunlar da dikkatimi çekmişti. Öyle fazla göze batar bir görüntü yok ama kapı tokmağı olayı gibi bunun cevabını da aldım, bunlar basit ama önemli detaylar diye düşünüyorum.

- Amerika’nın kuruluşundan beri ileri gelen silah hastalığının yan etkileri de açıkça ortaya serilmiş.

- Son olarak, filmin doğru düzgün tanıtımı yapılamamış, arasanız fotoğrafı bile çıkmıyor, fotoğrafını bırakın film hakkında bilgi bulmak bile güç. Ne biçim iştir anlamadım. Anlam da veremeyeceğim.

Cloverfield (2008) – Koş canavar koş, kaç insancık kaç

Cloverfield, 2008 yapımı bir Matt Reeves filmidir. Evet yine bir felaket filminde daha beraberiz bunu baştan söyleyeyim. Konu olarak özgün olduğu söylenemez ama hikayeyi anlatma teknikleri bakımından değişik bulduğumu söyleyebilirim.

Aslında en çok bu filmi izlerken fps (bir tür bilgisayar oyunu çeşidi, karakterimizin gözlerinden görüyoruz dünyayı) oyunu oynuyormuş gibi hissettim kendimi. Özellikle filmin derinden gelen yankıları, patlamaları ve bunu gibi efektleri atmosferi bize iyi vermiş.
Şimdi şöyle yüzeysel olarak bir bakacak olursak eğer, daha önce incelediğimiz rec filmi gibi düşünebiliriz bu filmi. Yine sabit bir kameradan izlemenin gerilimini yaşatma çabası var fakat bu sadece çabada kalıyor gibi geldi bana. Görsel efektler bağlamında oldukça doyurucu kareler görüyoruz, insanlar bir oradan bir buraya koşturuyor, çatışmalar çarpışmalar sizi oradaymış gibi hissettiriyor. Tüm bunlar bizi filmin içine çekiyor.

Açılış sahnesini takiben sakin başlayan tempo gittikçe hızlanıyor, 11 Eylül saldırılarında kayıt edilen görüntülere benzer özellikte kareler görmemiz pek mümkün.

Senaryo ile ilgili çok söyleyebileceğim bir şey göremiyorum. Diyaloglar ve karakterler arası iletişimler biraz saçma geldi bana, bunlara ufak notlar bölümünde değineceğim. Biraz şu ucuz felaket filmleri havası esmesine neden olabilecek mantıksızlıklar var.

Görsel anlamda biraz hareketlilik istiyorsanız filmi tavsiye edebilirim. Özellikle sesleri çok beğendiğim vurgulamak istiyorum, uzun zamandan beri film atmosferini böyle güzel yansıtan bir yapımla karşılaşmamıştım.

Ufak Notlar (spoiler içerir!):

-Şimdi öncelikle bana saçma gelen şu, Hud (T.J. Miller) un amacı ne, yani o kadar yaratık falan ortalıkta son sürat koştururken adam hala kayıt almaya çalışıyor. Zaten bu davranışının bedelini filmin sonunda ödedi :)

-Küçük bir grubu izliyoruz, telefonla görev gelir gibi bir anda Beth McIntyre (Odette Yustman) ı kurtarma operasyonu başlıyor. Kendisinin yıkılan duvarın altında kaldığını ve kan kaybettiğini öğreniyoruz. Yanına vardıklarında ise göğsünü delip geçen bir st37 inşaat demiri görüyoruz. Nereden nereye işte, o haline rağmen gayet zinde bir şekilde yaşam mücadelesine devam ediyor. Kaldırılırken biraz acı hissetmesi normal tabi.

-Ben bu filmi izleyene kadar video kameraların kırılgan nesneler olduğunu düşünürdüm. Filmdeki kamera her olayı atlattı. Markası neyse öğrenmek istiyorum : )

Kaseti bitirelim bari boşa gitmesin

Kaseti bitirelim bari boşa gitmesin

-Metroya girmeye karar verdikleri sahnede olay mahalline bir anda intikal eden askeri birliği tuttum. Sırf bu sahne için bu filmin izlenebileceği düşüncesine sokmuştur beni. Uçuşan füzeler, tank mermileri ve piyade ateşi oldukça etkileyiciydi. Adamlar yapmış.

-Bu yaratık, artık adı her ne ise, nasıl oluyor da devamlı bizimkileri buluyor anlayamadım. Yani adamlar nereye gitse iki dakika sonra vatandaş görülüyor. Koca şehirde bu kadar tesadüf anca filmde görülür :)

- Son olarak bir başkasını kurtarmak için iki kişiyi kaybetmeleri ve durum karşısında pek de etkilenmemeleri olmamış. Oyuncuların duyguları biraz yabani geldi. Özellikle Marlena (Lizzy Caplan) ı çok fena harcadılar, halbuki o en mantıklı karakterdi.

The Happening (2008) – Burası esiyor mu ne?


The Happening, 2008 yapımı bir M. Night Shyamalan filmidir. Filmimizin senaryosu yine kendisi tarafından ortaya çıkarılmıştır. Yine daha önceki filmlerinde gördüğümüz bir takım ekip üyelerini bu yapımda da görmekteyiz. Özellikle müzikler konusundaki vazgeçilmez tercihi olan James Newton Howard’ın tarzı bizlere film süresince eşlik etmektedir.

Daha önceki filmlerinden yola çıkarak düşünmeye başlarsak eğer az çok nasıl bir film ile karşılaşmamız gerektiğinin gayet ortada olduğunu düşünüyorum. Aksinin düşünen var mı bilmiyorum ama hep aynı tarz eserler ile karşı karşıyayız ne yazık ki. Ben bu tarz filmleri kendi adıma heyecan ile karşılayarak izliyorum fakat, her yeni yapımın bir öncekinden farklılıkları olmasını da beklemiyor değilim. Bunu anlatarak varmak istediğim nokta (benim haddime değil ama :) ) artık biraz değiştirelim şu Shyamalan filmlerini demek oluyor. Hep aynı şekilde işlenen konular ve olaylar artık kabak tadı vermeye başladı birisi kendisine iletsin.

Oyuncular konusunda bir şeyler söylemem gerekirse, son dönemlerde The Departed, Shooter ve Max Payne gibi daha çok aksiyon içerikli yapımlarda rol alan Mark Wahlberg’in bu filme pek gitmediğin düşünüyorum. Yani sen al oradan buraya atlayan, sağa sola küfürler savuran ve ne olursa olsun hayatta kalmak için kılı kırk yaran bir karakteri, getir böyle bir filme koy.

Sonra bu filmi izlememde büyük emeği geçen (lafa bak) Zooey Deschanel’ın da harcandığını düşünüyorum. Yani o da pek gitmemiş ama Wahlberg kadar alakasız durmuyor konuya en azından. Bu arada sırf Deschanel için bile ben bu filmi seve seve izlerim :) izledim de zaten.

Senaryo az çok insanların çevreye olan duyarsızlığından kaynaklanan çevresel bir bitki ayaklanmasını konu alıyor. Nasıl mı? Şöyle izah edeyim. Şimdi bir kere bitkiler faali olarak ayaklanmıyorlar. İçten içe sinsi kimyasallar salgılayarak (genellikle rüzgar formunda oluyor bunlar) insan ırkı üzerinde bir takım bozukluklara yok açıyorlar. Bu kısım çok önemli değil zaten, maksat felaket filmi olsun işte.

Ben harcanan emeğin farkındayım fakat bu filmin sırf film olsun diye yapılmış olabileceğini düşünmekten de kendimi alamıyorum. Hadi film yapalım denmiş de sonra bunu yapmışlar gibi geldi bana.

Bilim kurgu seviyorsanız, daha önceden Shyamalan filmleri izlemiş ve beğenmişseniz bu filmde zihninizin arşivlerinde yer alabilir diyorum. Aksi durumda pek tavsiye etmiyorum.

Ufak Notlar (spoiler içerir!):

-Şimdi öncelikle filmin jeneriğindeki bulut muhabbetini beğendiğimi söyleyeceğim. Yani bir olayı yok öyle oturup saatlerce çekim yapıp hızlı oynatmışlar ama müzikle beraber iyi uyum sağladığını ve ahenkli olduğunu düşünüyorum.

-Daha sonra açılış sahnesini takiben, bankta oturan kızlar arasında geçen olayı eleştireceğim. Yani öyle hava geliyor (rüzgar formunda :) ) herkes etkileniyor ama içlerinden birisi (hikayeyi bize anlatacak ya) maşallah turp gibi oluyor. Aynı olay filmin sonunda da var. Yine biri etkilenmiyor ama işin ilginç yanı onların başına gelecekleri görmüyoruz.

-Sonra saç tokası ile bir insan nasıl kendi boynunu 20 cm mesafeden delebilir? Bu ne kadar mümkün bir ölüm tekniğidir diye sorarım adama? Daha yaratıcı olalım lütfen.

-Jess (Ashlyn Sanchez) den bütün film boyunca tırstım desem yeridir :) kızda bir tuhaflık var içinden canavar falan çıkacak sandım ama olmadı. Konuyu bu küçük kız üzerinden çevirerek diğer karakterleri birbirine bağlama çabasının çok ucuz olduğunu düşünüyorum. Yani dikkat edin, o kız olmasa kimse gruplar halinde gezmez ve bitkilerin dikkatini çekmezdi sanırım :) (bağlayıcılığın bu kadarı)

- Joey (M. Night Shyamalan) her filminde olduğu gibi bu filminde de var olma ihtiyacı hissetmiş. Kendisini Joey’in telefondaki sesi olarak dinliyoruz.

- Mrs. Jones (Betty Buckley) un kısa sahneleri olmasına rağmen filme büyük katkı yapmış olduğunu gördüm. Özellikle film atmosferi üzerinde hakimiyetini kurmakta hiç vakit kaybetmiyor. Keşke kendisini daha çok izleyebilseydik diyorum.

-Yukarıda hepsinin duvarın dibine oturarak kaderlerini bekledikleri fotoğrafta, sağ tarafta görülen su borusu çıkıntısı iletişim amaçlıdır. Tabi  yersek. (gerçekten öyle dalga geçmiyorum, bir nevi telefon)

-Son olarak Nursery Owner (Frank Collison) u seviyorum  yok böyle bir tip ya. Adam doğuştan felaketi görmüş gibi bakıyor.

Angel-A (2005) – Benim adım André. André Moussa.

Angel-A, 2005 yapımı bir Luc Besson filmidir. Senaryosu tanıdık ya da bilindik belki de klişe olarak gelebilir ilk bakışta. Şahsen ben ismini hatırlayamadığım bir 50′ yapımı Hollywood filmi ile benzer özellikler gördüm aralarında. Bu film için senaryoyu fazlası ile irdelemek istemiyorum. İki oyuncuyu temel alarak, diyalog tabanlı bir hikayenin nasıl işleneceği konusunda fikir sahibi olmak istenilirse eğer Angel-A filmi izlenmeli diyorum.

Filmimiz André (Jamel Debbouze) isimli, engelli bir vatandaşın kendine olan yolculuğunu konu alıyor. Filmin devamı ise bu arayışın nedenlerini, sebeplerini ve sonuçlarını irdeler nitelikte izleyiciye sunuluyor.
André, kendine güveni olmayan, sürekli etrafına yalanlar söyleyen, sevgiyi daha önce dillendirmemiş ve içerisinde hissetmemiş bir kişiliği temsil ediyor. Daha sonra çok hoş bir bayan (Rie Rasmussen) ile tanışması ile hayatının seyri çark ediyor. Karşılaşmalarının devamında bu bayan kendisini André’ye adadığını söyleyerek, kalan süre boyunca ayrılmaz bir birliktelik sağlıyorlar. Sonrasında ise André’nin iç meselelerinden tutun da dış meselelerine kadar olan olaylara beraber bir bakış atıyorlar.

Görsel anlamda, filmin atmosferini oldukça tuttuğumu söyleyebilirim. Genellikle trafik yoğunluğu az olan sokaklar ile zayıf yaya yoğunluklu kaldırımlar görüyoruz Paris caddelerinde.

Bir başka detay ise “bağlayıcılığı” bize vermeye çalışan köprü temasının işlenmesi. Bu kısımda filmi izlerken anlatmak istediğim durumu daha iyi fark edebileceğinizi umuyorum. Paris’te bir o yana bir bu yana yürüyen çifti izlemek gayet eğlenceli.

Filmin yönetmenlik anlamında, özellikler sahneler arası geçişleri ile dikkat çekici buldum. Hatta iki kere izledim diyebilirim.

Ufak notlar bölümünde yapılan geçişler ve diğer dikkat ettiğim noktalardan bahsedeceğim.

Angel-A filmini fazla beklenti ile izlememenizi tavsiye ederim, belki beğenmeyebilirsiniz, ya da yukarıda yazmış olduğum gibi daha pek çok negatif etken düşünebilirsiniz. Fakat yumuşak bir hikaye işleyişi, iyi oyunculuğu ve yönetmenliği olan bu film benim gözümde önemli bir yere sahip olmasını başardı.

Ufak Notlar (spoiler içerir!):

-24’05″ de Angela’nın başının heykel üzerine bindirilecek şekilde çekilmesi,

-25’08 de köprü üzerinde geçek konuşma sahnesi, özellikle yakın plan ve uzak plan olarak iki farklı mesafeden diyalog takibini beğendim, yine bir diğer önemli nokta ise karakterlerin vücut dillerinin seçilebilir bir şekilde görünmesi olmuştur.

- Angela’nın melek olduğunu açıkladığı sahnede geçen konuşmalar, Angela’nın bu sefer dünyaya gelirken “sürtük bedenini” kullanması ve tüm bu gerçeklere saçmalık gözü ile bakan André’nin yaşadığı gerçek karşısında gözünden dökülen yaşlar. Özellikle oyunculuk bağlamında adeta “fade-in” yapar gibi, inanmaz tavırdan inanır tavra olan yumuşak geçişi etkileyiciydi.

- Filmden bir başka nokta ise basit ama yeterli görsel efekt kullanımıydı. Bu şekilde izleyiciye gerekli miktarda görsel sunulduğunu ve filmi gerçekçilikten uzaklaştırmadan bizleri Angela’nın bir melek olduğuna inandırmaya başardıklarını görüyorum.

- Filmin en çarpıcı denilebilecek sahnesi ise, André’nin kendisini sevdiğini söylediği sahnedir bana göre, burada kullanılan kamera tekniğinden bahsetmek gerekirse, karakterlerimiz etrafın açı çizerek, en son aynadaki görüntülerine geliyor. İşte burası çok önemli çünkü bize son bir defa daha “al bak bu adama” der gibi incelettiriyor. Aslında bu tip bir bakış açısı günümüzde de oldukça geçerli diye düşünüyorum. Sevgi önemli bir bileşen insan denen yaratığın hamurunda, eksikliği bir takım bozukluklar ve rahatsızlıklara sebebiyet verebilir.

- Filmin finalinde, girişinde olduğu gibi çıkış yapılması, André bize kendini tanıtmış, devamında anlatmış ve şimdi de uğurlamaktadır.

- Ayrıca bu filmi izledikten sonra aynanın karşınına geçip kendimizi sevdiğimizi söylemeliyiz diye düşünüyorum. Şaka şaka :) ) (bizim neden meleğimiz yok tutup kanadından asılacak?)

Wristcutters: A Love Story (2006) – Ben Bu Film İçin Bileğimi Keserim!


Wristcutters, bir insanlık dramının su yüzeyine vurmuş komedisi. Karakterleri ile mekanları ile yolun kenarına terk edilmiş ve didiklenmiş kanepeleri ile baştan aşağıya muazzam bir kompozisyon. Seyirciyi donuk gözlerden uzak, sürekli kıpır kıpır tutan oldukça tuhaf ve bir o kadar da eğlenceli.

Neden mi bu kadar övdüm hemen söyleyeyim lafı fazla uzatmadan, çünkü Wristcutters çok samimi duyularla yaratılmış bir hayal gücü şaheseri. Oldukça basit, vurucu ve etkileyici. Parlak bir zekanın ürünü olduğunu hemen ortaya koyar nitelikte. Bir yönetmenin aynı zamanda bir senarist de olması gerektiğini bize anlatan filmin yönetmeni Goran Dukic. Filmografisine göz atacak olursak az ve öz film yapan, ama yaptı mı adam gibi film yapan bir yönetmen olduğunu hemen fark edebiliriz.

88 dakikalık öykümüz hiç bitmesini istemediğimiz bir rüya gibi akıp gidiyor. Şahsen benim gözlerim bu ziyafete doyamadan ekranın kararmasını pek adil bulmadı :) .  (bu film on saat olsa ben izlerim)

Wristcutters’ı bu kadar yücelten değerin ne olduğunu tam karar veremiyorum aslında. Acaba ben de (çevremdeki herkes gibi?)  bilek kesmeye mehilli birimiyim bilmiyorum. Yoksa tüm yaşamımız boyunca bize dayatılan cennet cehennem olgusu hatalı mı?. İntahar etmek ile ilgili kısmın içeriği ne?. Yükümlülükler neler?.

Filmi anlatmadan yazabileceğim nokta görmüyorum. Fakat kesinlikle izlemek gerek diyorum ve bunu açık açık söylüyorum. Tamamı ile beğendiğim bu yapıtı zihin arşivime katmaktan onur duydum kendi hesabıma. Aşağıda burada bahsedemediğim bazı noktalardan bahsedeceğim ama bildiğiniz üzere aşağı kısım filmi izlemiş okuyucularımız için oluyor.

Keyifli seyirler diler, bileklerinize mukayyet olun diye telkin ederim :) )

ufak notlar (spoiler içerir!):

- Öncelikle giriş sahnesi hakkında biraz konuşalım, bu durağan sahne bizi gelecek olan büyük bir olaya hazırlamak ister gibi. İlk izlediğimde uzun gibi geldi diye düşünsem bile, bir merasim için çok kısa olduğunu sonradan fark ettim.

- Hemen ekleyeyim filmin müzikleri mükemmel hazırlanmış. Tabi zevkler tartışılır ama böyle bir film için daha uygun müzikler olamazdı diye düşünmekten kendimi alamadım. Dinlemenizi tavsiye ederim. “Everything Is Illuminated” ve “Big Nothing” gibi filmlerin müziklerine katkıda bulunan Gogol Bordello’yu  dinlemek güzeldi.

- Far olayına koptum, bir aksaklık bu kadar iyi irdelenir,  mesela Doomsday filminde sahneler arası geçişlerde olayları bağlamak için çok kastıklarını yazmıştım. Ama bu filmde atıyorum 45. dakikada geçecek olayın kurgusu 14. dakikada izleyiciye veriliyor. Bu tip detaylar kesinlikle film kalitesini artırıyor. Üzerinde düşünülmüş hissettiriyor.

- Eugene (Shea Whigham) ve ailesine (ne aile ama!! :) ), özellikle de küçük kardeşi ile aralarında geçen diyaloğa hayran kaldım.

- Filmin son sahnelerine doğru istasyona gelen tren kılıklı araç filmin atmosferine çok iyi oturmuş.

- Mikal (Shannyn Sossamon) un performansı etkileyici, masum olduğunu yüzü ele veriyor. Hep başından beri söylediği gibi birisi olduğunu düşünmüştüm. O yanlışlıkla orada!. :)

- Gökyüzünden gelen yöneticilere diyecek sözüm yok, hele o paraşütlerle gelip yere konmaları yok mu insanı kırıp geçiriyor.

- Ben bu filme gönlümden 10 puan verdim ama buraya 9 işleyeceğim, haklısın diyorsanız ne mutlu bana, bileğimi kesmeme gerek kalmayacak! :)

- Filmin posterleri, afişleri çok hoş tasarlanmış. Bir tanesinda türlü türlü intihar yöntemleri arkan fonda verilmiş, seç beğen al der gibi.

Deception (2008) – Gel Yarı Yarıya Kırışalım En İyisi


Kendi halinde sosyallikten uzak yaşayan bir muhasebeci, ona  odası olarak verilen toplantı salonunda çalışmakta iken içeriye “güçlü” bir karakterin girmesi filmimiz başlar. Burada çekingen muhasebecimiz Jonathan McQuarry (Ewan McGregor) ve karizmatik avukatımız Wyatt Bose (Hugh Jackman) arasında geçen, kanımca “on numara” olarak tabir edilecek çok hoş bir diyalog meydana gelir.

Muhasebecinin günlük rutinleri içerisinde hayatı yaşamaya pek vakti olmamıştır. Kısaca ele almak gerekirse sıkıcı bir adamdır. Fakat yeni arkadaş olduğu avukat onun karakterine zıt bir insan olup, muhasebecinin kendini keşfetmesini sağlayacaktır. Film bu şekilde devam ederken, özellikle bahsettiğim giriş sahnesini izledikten sonra, bu filmin kaliteli bir film olacağını düşünmüştüm. Çünkü böyle iyi aktörler filmde bir araya gelmişler ve güzel bir sahne ile hikaye girişi ortaya koymuşlardır. İlerleyen süre ile birlikte filme olan merakım arttı ve bir süre sonra adeta sömürürcesine izler buldum kendimi.

Ama gidişatını kolaylıkla tahmin edebileceğimiz bir senaryonun geldiğini hissetmem ile tüm hevesimi yitirdim. Çok açık söylüyorum bu kadar tahmin edilebilir bir senaryo olamaz. Film güzel, yönetmen iyi, oyuncular iyi peki ya senaryo?. Evet bununla beraber film bir anda ucuz bir havaya büründü gözümde, esere duyduğum saygıdan ötürü tahmin ettiğim sonu izlemeye koyuldum.

Tekrar söylemek istiyorum neden böyle bir emeği, çabayı kötü senaryolar ile telef ediyorlar bunu anlayabilmiş değilim, filmde senaryo dışında her şey güzel.

Karakterler rollere çok iyi oturmuş, özellikle Hugh Jackman’a hayran kaldım. Kendisini hep iyi rollerde izlemiş olduğumu için kötü adamı da iyi çıkardığını keşfettim. Hatta yeri geliyor psikopatlaşıyor ve bunu iyi yapıyor.

Ayrıca bir başka eksi ise zaten kolaylıkla tahmin edilen senaryonun izleyici tarafından deşifre edilmemesi için gösterilen çaba oluyor. Ama bu çaba da havada kalıyor çünkü senaristin bunu yapacağını tahmin edebiliyoruz.

Deception aktörleri ve yönetmenliği açısından izlenilebilecek bir film olmuş. Üzülerek söylüyorum bu şekilde heba olması görmek bana acı verdi ama meraklıları tarafından izlenebilir.

ufak notlar (spoiler içerir!):

-Filmin sonunda Bose’un vurulduktan sonra, banka yığılıp can verdiği sahnede kullanılan kan efekti çok gereksiz ve yapay olmuş.

-Zamanı azalan McQuarry’nin bilgisayara klavyeden girdiği isim ve soyadı bilgilerinin ışık hızında yazılması saçmalığı bu filmde de var. On parmak ile klavyeye girse o kadar hızlı yazamayacağını düşünüyorum ki adamın ismi de uzun, “Jonathan McQuarry”.

-Filmin kapanış sahnesinde McQuarry asıl kızı tesadüfen mi buluyor yoksa anlaşmalı mı buluşuyorlar onu çözememekle birlikte, ille de mutlu son olsun diye bir itme kakma durumu sezdim.

-Jenerik güzel olmuş ama “written by” yazısı geçerken biraz asabım bozuldu.

-Para transferi yapılırken “bitrate” verilmesi ve değerin 141 olarak sabit olması da ilginçmiş doğrusu. :) )

-82’49″ da göz göre göre sadece saçını yana taramış olduğu için alakasız iki kişiyi benzeten banka görevlisine şaştım kaldım başka bir şey söylemiyorum. O bankanın sonunu iyi görmedim.

-Son bir detay, birisi McQuarry’ye iç çamaşırı alsın, acıdım adama hep aynı sliple takıldı tüm film süresince. :) )

Doomsday (2008) – Konusunu Unutturan Felaket Filmi


Neil Marshall yönetiminde çekilen “Doomsday” filmi bir virüs sonucunda oluşan felaketi konu alarak başlayan “felaket filmlerinden” biridir. Yine standart olarak bildiğimiz bir tür virüs, insanların biyolojik yapılarını etkilemekte ve onları yok ederek hızla yayılmaktadır. Giriş sahnesinde sınıra dayanan enfeksiyonlu insanlar görülmekte, askerler tarafından yapılmış setleri aşmaya çalışan sivil halk bozuk para gibi harcanmaktadır.

Kilometrelerce uzunluğa sahip yeterli yükseklikteki bir duvar ile temiz bölge karantina bölgesinden ayrılmış olup, bu alanın dışarısında kalanlar tamamen kendi kaderlerine terk edilmiştir. Gel zaman git zaman tıpkı bir kaba konan bakteriler gibi enfeksiyonlu insan nüfusu azalmış ve tükenme noktasına gelmiştir. İşte olayların başladığı nokta tam burası oluyor.

Sonrasında bir ekip oluşturulup unutulmuş bölgeye yollanıyor. Aslında şimdi yazarken fark ettim baya bir olay oluyormuş filmde :) neyse konumuza geri dönecek olursak bu filmi sürekli zıplayan bir canlı gibi düşünebilirsiniz. Nasıl yani? diye bir soru gelirse eğer şöyle açıklamaya çalışayım. Film sürekli değişiyor, konusunu unutturuyor, bir daldan öbür dala sıçrayıp hopluyor. Adeta bir “toplama enfeksiyon” filmi ile karşı karşıyayız.

Ben şöyle bir harita çıkardım kafamda, kronolojik olarak onu vermek istiyorum. Filmin hangi dakikalar içerisinde hangi filme dönüştüğü aşağıda verilmiştir :)

00’00″ War of the Worlds, 28 Days Later…,28 Weeks Later
08’40″ S.W.A.T.
23’10″ Resident Evil: Extinction
41’55″ Black Hawk Down
43’48″ Mad Max
51’43″ Bu kısma anlam veremedim (?)
59’28″ Elektra
60’47″ The Lord of the Rings Trilogy
62’29″ Back to the Future Part III
65’36″ National Treasure
66’48″ Robin Hood: Prince of Thieves
67’50″ Kingdom of Heaven
73’16″ Yine 28 Weeks Later
77’16″ Gladiator
86’03″ Herhangi bir James Bond filmi
91’39″ Yine Mad Max
101’41″ Not Without My Daughter
104’35″ The Lord of the Rings: The Return of the King

çok ilginç bir yapım olmuş, bu kadar ilginç olduğu için beğendim, sanırım yönetmen kararsız kalmış biraz. Her şeyden azar azar koklatmak istemiş bizlere. Değişik bir deneyimdin Doomsday.

Sıradanlıktan uzaklaşmaya çalışan kararsız bir felaket filmi izlemek, aralarda geyikler olsun ama genel anlamda ciddi, görüntü kalitesi güzel, çekimleri hareket dolu olsun istiyorum diyorsanız bu film size uygun olabilir.

ufak notlar (spoiler içerir!):

-kızın gözü çok saçma olmuş, neden bu kadar kasıyorlar anlamıyorum, yani zemin ile tek noktadan temas kuran bir küre nasıl olur da sağa sola dönebilir anlayabilmiş değilim. Ayrıca ya çatışmanın ortasında gözünü düşürse, kaybetse falan o zaman ne yapacak peki merak etmekteyim.

-Arabayı çarpmasına rağmen, aracın pek hasar almaması gözüden kaçmadı değil.

-Zırhlıdan çıkıp karantina bölgesindeki kıza yardım etmek için güvenli aracı terkeden abimin mantığını anlayabilmiş değilim. İkinci aracı kaybetmek için bundan daha mantıksız bir senaryo yazılamazdı.

-Zırhlılara saldıran saldırganlar ellerinde Molotof kokteylleri ile hep hazır, her daim bekliyorlar mı buna da anlam veremdim. Nasıl olur da bu kadar organize ve tetikte olurlar.

-Zırhlı aracın ön camının olması ve bu camın kolayca kırılabilmesine karşın, biyolojik tehlikelerden tutun da kimyasal saldırılara karşı aracın dayanımlı olması ne kadar büyük bir alakasızlık. Yine senaryo metninde kasmalar görülüyor çünkü bir sonraki sahnede o kırılan camdan içeri ok girmesi lazım.

-Film yapımcılarının fizik bilgisi mi eksik onu anlayamıyorum ben, köpük bombası denilen alet düşmekte olan asansörü durdurabilecek kuvvet yaratabiliyor ise nasıl oluyor da içerisindekilerin pestili çıkmıyor?.