Wristcutters: A Love Story (2006) – Ben Bu Film İçin Bileğimi Keserim!


Wristcutters, bir insanlık dramının su yüzeyine vurmuş komedisi. Karakterleri ile mekanları ile yolun kenarına terk edilmiş ve didiklenmiş kanepeleri ile baştan aşağıya muazzam bir kompozisyon. Seyirciyi donuk gözlerden uzak, sürekli kıpır kıpır tutan oldukça tuhaf ve bir o kadar da eğlenceli.

Neden mi bu kadar övdüm hemen söyleyeyim lafı fazla uzatmadan, çünkü Wristcutters çok samimi duyularla yaratılmış bir hayal gücü şaheseri. Oldukça basit, vurucu ve etkileyici. Parlak bir zekanın ürünü olduğunu hemen ortaya koyar nitelikte. Bir yönetmenin aynı zamanda bir senarist de olması gerektiğini bize anlatan filmin yönetmeni Goran Dukic. Filmografisine göz atacak olursak az ve öz film yapan, ama yaptı mı adam gibi film yapan bir yönetmen olduğunu hemen fark edebiliriz.

88 dakikalık öykümüz hiç bitmesini istemediğimiz bir rüya gibi akıp gidiyor. Şahsen benim gözlerim bu ziyafete doyamadan ekranın kararmasını pek adil bulmadı :) .  (bu film on saat olsa ben izlerim)

Wristcutters’ı bu kadar yücelten değerin ne olduğunu tam karar veremiyorum aslında. Acaba ben de (çevremdeki herkes gibi?)  bilek kesmeye mehilli birimiyim bilmiyorum. Yoksa tüm yaşamımız boyunca bize dayatılan cennet cehennem olgusu hatalı mı?. İntahar etmek ile ilgili kısmın içeriği ne?. Yükümlülükler neler?.

Filmi anlatmadan yazabileceğim nokta görmüyorum. Fakat kesinlikle izlemek gerek diyorum ve bunu açık açık söylüyorum. Tamamı ile beğendiğim bu yapıtı zihin arşivime katmaktan onur duydum kendi hesabıma. Aşağıda burada bahsedemediğim bazı noktalardan bahsedeceğim ama bildiğiniz üzere aşağı kısım filmi izlemiş okuyucularımız için oluyor.

Keyifli seyirler diler, bileklerinize mukayyet olun diye telkin ederim :) )

ufak notlar (spoiler içerir!):

- Öncelikle giriş sahnesi hakkında biraz konuşalım, bu durağan sahne bizi gelecek olan büyük bir olaya hazırlamak ister gibi. İlk izlediğimde uzun gibi geldi diye düşünsem bile, bir merasim için çok kısa olduğunu sonradan fark ettim.

- Hemen ekleyeyim filmin müzikleri mükemmel hazırlanmış. Tabi zevkler tartışılır ama böyle bir film için daha uygun müzikler olamazdı diye düşünmekten kendimi alamadım. Dinlemenizi tavsiye ederim. “Everything Is Illuminated” ve “Big Nothing” gibi filmlerin müziklerine katkıda bulunan Gogol Bordello’yu  dinlemek güzeldi.

- Far olayına koptum, bir aksaklık bu kadar iyi irdelenir,  mesela Doomsday filminde sahneler arası geçişlerde olayları bağlamak için çok kastıklarını yazmıştım. Ama bu filmde atıyorum 45. dakikada geçecek olayın kurgusu 14. dakikada izleyiciye veriliyor. Bu tip detaylar kesinlikle film kalitesini artırıyor. Üzerinde düşünülmüş hissettiriyor.

- Eugene (Shea Whigham) ve ailesine (ne aile ama!! :) ), özellikle de küçük kardeşi ile aralarında geçen diyaloğa hayran kaldım.

- Filmin son sahnelerine doğru istasyona gelen tren kılıklı araç filmin atmosferine çok iyi oturmuş.

- Mikal (Shannyn Sossamon) un performansı etkileyici, masum olduğunu yüzü ele veriyor. Hep başından beri söylediği gibi birisi olduğunu düşünmüştüm. O yanlışlıkla orada!. :)

- Gökyüzünden gelen yöneticilere diyecek sözüm yok, hele o paraşütlerle gelip yere konmaları yok mu insanı kırıp geçiriyor.

- Ben bu filme gönlümden 10 puan verdim ama buraya 9 işleyeceğim, haklısın diyorsanız ne mutlu bana, bileğimi kesmeme gerek kalmayacak! :)

- Filmin posterleri, afişleri çok hoş tasarlanmış. Bir tanesinda türlü türlü intihar yöntemleri arkan fonda verilmiş, seç beğen al der gibi.

Blood Simple (1984) – Coen’lerin ilk göz ağrısı

Carter Burwell’den Blood Simple ana temasını dinlemek için tıklayın.

poster

Blood Simple’a ilk çocuk demek, onu öyle düşünüp hakir görmek bile abesle iştigal olur. Onun yerine Coenlerin tüm yeteneklerini ilk filmden gözler önüne serdikleri bir mucize olarak görmek en doğrusu. Ayrıca son filmleri kadar kara mizah olmasa da Coenleri tanımlayacak hikaye kurma tarzı ve sinemasal mükemmeliyetçilik özelliklerini sunan bir eser. Frances McDormand ve Coel birlikteliğinin de pek çok çocuğundan sadece bir tanesi.

Teksas’ta bir bar işleten Marty eşinin kendini aldattığını düşünmektedir, gerçek olup olmadığını öğrenmek için de gizli dedektif tutar. Abby ve Ray, dedektife yakalanır ve Marty olaylardan haberdar olur. Bir türlü durumu içine sindiremeyen Marty sonunda gizli dedektife reddedemeyeceği kadar miktar para ve karısı ile Ray’i öldürmeyi teklif eder. Fakat bundan sonra gelişenler hiç kimsenin kontrolünde olmayacaktır.Film tam anlamıyla bir kara film(film noir) altyapısına sahip, bol parası olan bir işadamı, güzel ve genç karısı, karısının sevgilisi işadamının çalışanı ile aşk üçgeni tamamlanıyor. İkiliyi takip eden M.Emmet Walsh da kara filme cuk oturan bir karakter. Filmdeki her karakter güven vermeyen, yaptıklarından emin olmayan ve aynı zamanda karşısındakinden emin olmayan kişiliklere sahip. Bu da yanlış anlaşılmalarla dolu ve sarpasaran bir senaryoyu doğuruyor. Sonucunda sürükleyiciliği de doruğa ulaşıyor filmin.

kurek

Ünlü kürek

Senaryomuz tam anlamıyla mükemmellik ve mantıklılık içerisinde yürürken, Coen’lerin kara film standartlarına uymaktaki kalıpçılığı gerçekten filmin etkileyiciliğine katkıda bulunuyor. Özellikle ışık kullanımı sanki 50-60′lı yıllarda siyah beyaz filmlerde gibi hissetmenizi sağlıyor, atmosfere de katkısı yadsınamaz. Sesler de kimi anlarda filmin etkisini arttırıcı güzellikte kullanılmış, özellikle Marty ile Ray’in ciddi konuşmasının içinde Marty’nin hemen ardında sinek kızartıcıya yakalanan sineğin çıkarttığı sağır edici cızırtı. Sesler dediysek Coen’ler seyirciyi diyaloğa bağımlı tutmaya da gerek duymamış, örneğin tarla sahnesinde yaklaşık on dakika boyunca uzunca bir sessizlik hakim.

golge

Filmde 5 saniye süren gölge oyunu

Carter Burwell’in mükemmel müzikleri ise sanki The Conversation’daki David Shire’a gönderme niteliğinde, tedirgin edici ve sürükleyici bir tada sahip. Filmden ayrı düşünülemez bir parça sunuyor. Sayfada dinleyebileceğiniz parça da o film müziklerinden filmin ana teması olan Blood Simple adlı parçası.

Devamı spoiler niteliğinde olabilir, dikkatli okuyun…

Senaryoda o kadar küçük detaylar gidişatı belirliyor ki, senaryo yazmak isteyen bireye pek çok şey aşılaması mümkün. Mesela Marty’nin Ray’e Abby’nin bir şeyler çevirdikten sonra “I didn’t do anything funny?” diyeceğinin ipucunu vermesi, Abby’nin de Ray’e Marty’nin psikolojik sorunları olduğunu anlattığı bölümde Marty’nin kendisine de bazen “kafadan çatlak” olduğunu söylemesi ardından Ray’in her şeyi kavradığını düşünüp harekete geçmesi ile karşısında “I didn’t do anything funny?” diyen bir Abby bulması tam anlamıyla kaotik bir ortam oluşturuyor. Dedektif Loren’in de üzerinde isminin yazılı olduğu çakmağı unuttuğunu farkettiği anda tam bunun delil olabileceğini düşünürken bir de çektiği fotoğrafın kayıp olduğunu anlaması, bunun üzerine fotoğrafı çalmaya çalışırken Abby’nin bara dönmesi ve parasal durumdan sıkışmış Ray’in kasaya saldırmış olduğunu düşünüp belki de Marty’yi Ray’in öldürmüş olduğundan endişelenmesi de başka bir örnek.

mcdormand1

Genç McDormand

Ardıl Coen filmlerinde de görebildiğimiz bu örüntü, filmdeki her karakterin kendi senaryosuna göre yaşamasına izin verirken seyirciyi de olaylara kuşbakışı bakan güzel bir yere yerleştiriyor. Tüm bu karışıklık ise filmin sonundaki koca bir kahkaha ve ölmekte olan birinin yaptığı son espri ile sonlanıyor. O an bile herkesin neyin ne olduğunu anlayamadığına son bir kez tanıklık ediyoruz.

Bu hikaye yapısının sonucunda filmdeki tüm parçaları birleştirebilen sadece ama sadece seyirci olabiliyor. Bu mucizeyi daha ilk filminde yakalayan Coen’lerin benzer tarzda çektiği filmlerin her biri özgün ve izlenmesi gereken filmler. Coenlere yabancı olanlara bu ilk film başlangıç için tavsiye edilebilir, ayrıca Coenlerin benzer filmlerini izlemiş kişiler de ne acemilik ne bir çiğlik gözlemleyebileceği bu ilk film ile ikiliye saygıları artabilir. İzlenmesi gereken bir film.

Body of Lies (2008) – Ridley Scott’ın dünden kalma yemeği

body-of-lies-poster

Film aslında vasat baştan belirteyim. Yönetmen benim en saygı duyduğum yönetmenlerden biridir ama Ridley Scott bile bu sıradan senaryoyu kurtarmaya yetmemiş. Ha, bir iki tane dahiyane kamera hareketi kurgu numarası yok değil ama ne biliyim benim dişimin kovuğuna bile yetmedi. Filmimiz son dönemlerde Holywood tarafından sıkça başvurulan bir trickle başlıyor. Nedir o diye soracak olursanız, seyirciyi tavlamak için filmin giriş skansına devasa bir patlama sahnesi koymak derim ben size. Londra’ da çok büyük bir terör eylemi yapmayı planlayan yeni peydah olmuş bir radikal dinci terör örgütününün hücre evine baskın yapılır, teröristler son anda baskını farkeder ve kendilerini havaya uçururlar. Burada çok açıdan oldukça devasa bir patlama sahnesi ile ilk şokumuzu (bence ayrıca son) yaşarız. Bu örgüt dünyanın çeşitli bölgelerinde ve yoğun olarak Amerikada sivil hedeflere yönelik bombalı saldırılar düzenlemeyi planlamaktadır. Filmimizin esas oğlanı Roger Ferris (Leonardo Kaporta) orta doğuda görev yapmakta olan bir CIA ajanıdır. Bu kardeşimiz istihbarat toplamak için kendisini maceradan maceraya, tehlikeden tehlikeye atmaktan çekinmeyen gözü kara bir karaktere sahiptir. Roger, ortadoğunun çöl kumu rengi ağırlığında renk tonlarında operasyondan operasyona koşuşturuken kendisine telefon vasıtası ile teknolojinin tüm imkanlarını kullanarak, uydudan sürekli izleyerek direktifler yağdıran Ed Hoffman’a(Resul Kıro) sürekli içinden sövmektedir. Bu ikili filmin başından sonuna kadar birbirileriyle sürekli zıtlaşarak iki kocaman adama yakışmayacak hareket ve tavırlarda bulunarak genç izleyiciye kötü örnek teşkil edeceklerdir.

Filmimizin en güzel kısmı olan ilk yirmi dakikası içerisinde çok iyi kotarılmış bolca patlama ve çatışma sahnesi izleyeceğiz. Bu süre içerisinde gözüpek ajanımız tüm o macera dolu kovalamacalar, patlamalar, vızır vızır etrafta uçuşan mermiler arasından işe yarayacak bazı bilgiler ele geçirip CIA’in yönetim kadrosuna rüştünü ispatlayacak karşılığında Ürdün de Amerikan istihbarat şubesinin başına getirilecektir. Bu bölgede ekmek aslanın ağzındadır ama bilgi aslan tarafından çoktan öğütülmüştür, genç ajanımızın işi zordur. Tam bu noktada film tıkanma ve sıradan bir casus filmi olma yolunda emin adımlarla ilerlerken bence filmin kurtarıcı unsuru olan Hani Amokachi (Mark Strong) devreye girer. Bu arada adamın soyadı tam olarak amokachi diil ben atıyorum ama buna yakın bişey hatırlayamadım şimdi. Hani, Ürdün istihbarat şubesinin başındaki tek yetkilidir ve çok kral bi adamdır. Son zamanlarda bu kadar güzel yazılmış, güzel oynanmış bir karaktere rastlamak çok zor onu da belirtmek isterim. Hani abimizin karizması falan çok sağlamdır ama bir kusuru vardır. Yılandan korkmaz yalandan korktuğu kadar. Roger kendisini ziyaret edip bin bir türlü takla atarak (adama paşam demeye kadar varır bu yalakalık) kendisinden yardım ister. Hani’nin tek bir şartı vardır yardım etmek için o da; “Bana asla yalan söylemeyeceksin” dir. Bu basit gibi görünen küçük rica ilerleyen dakikalarda oldukça gerginlik yaratacaktır.

body-of-lies-leo

Ürdün ve ABD ortaklaşa bir operasyonla teröristleri yakalama uğraşısı içerisindeyken, Ed taa Ebesinin am…. öhöm pardon… Amerikasından yan bir operasyon düzenler. Bu yan operasyonla bizim elemanların operasyon çakışınca bir çuval incir berbat olur fakat bu olayın en kötü sonucu Hani’nin Roger’a olan güveninin sarsılmasıdır. Aslında Roger’ın bu operasyondan haberi yoktur fakat gel de bunu Hani’ye anlat. Hani kız kardeşini bile emanet edecek seviyeye gelmişken bu olay vuku bulunca Rogar’a çok sert bir uyarı ile ülkeyi terk etmesini söyler. Bütün bu olaylar olurken Roger yaşadığı bir aksiyon sonucunda aldığı yara berelere pansuman yaptırmak için gittiği hastanedeki hemşireye abayı yakar. Kıza çeşitli teknikler uygulayarak yazılır fakat kız ilk başlarda yüz vermez. Kız Roger’ı titanikteki kıza arkadan fortlayan oğlana çok benzetir ve bu cazibe karşısında yelkenleri suya indirir. Filmde politika, Irak olayları, casusluk, aksiyon derken birde aşk peydahlanır. Fakat bu aşk ileriki dakikalarda filmin finaline etki edecek bir dizi olaylar zincirinin ilk halkasıdır. Roger yediği posta ve bir dolu zılgıttan sonra çaresiz Amerika’ya döner. Burada Ed Hoffman ile olayı tartışırken aklına çok piç bi plan gelir. Plan şudur; Bir türlü ulaşamadıkları terör örgütünü sürekli kovalamaktansa örgütün kendilerine gelmesini sağlayacaklardır. Nasıl olacak peki bu? Bizim akıllılar sahte bir terör örgütü kurup, sahte eylemler yapacaklar ve dikkatleri üzerlrine çekecekler ve peşinde oldukları adamların kendileriyle kontağa geçmesini bekleyeceklerdir. Çok geçmeden planı uygulamaya sokarlar, ilk adım olarak adı terör listesinde bulunan iki farklı örgütten iki iş adamını çeşitli fırldaklıklarla bir araya getirip aynı karede fotoğraflarlar daha sonra Adana İncirlik Amerikan hava üstünde sahte bir patlama düzenlerler. Bu patlamada birsürü Amerikalıyı ölmüş gibi gösterip tüm dünya basınının dikkatin, çekerler. Eylemi bu iki iş adamı yapmış gibi gösterip teröristlerin adamlarla irtibata geçmesini beklerler. Teröristler zokayı yutarlar ve irtibata geçerler fakat plan tam çözülecekken Roger ve Ed arasındaki saçma sürtüşme yüzünden suya düşer. Roger’ın kimliği de açığa çıkmıştır. Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de hatun kaçırılır. Roger bu olaylar karşısında dötünden solumaktadır. Küçükken çok Cüneyt Arkın film seyretmiş olmann etkisiyle Malkoçoğlu gibi olaylara balıklama dalar. Yardım etmesi için Hani abisine gider ama olumsuz yanıt alır. Kader ağlarını örer ve bizim oğlan teröristler tarafından çok zeki bir hamleyle kaçırılır. Buradan sonrasını yazmayacağım çünki az da olsa izlemek isteyenler için heyecenını kaçırmak istemiyorum. Ama dayanamıyacağım söyliyecem… kız ölüyor…. şaka şaka ölmüyor..ama ölüyo da olabilir… merak eden izlesin… zaten çok fazla bi olay olmuyo ondan sonra…

Şimdi gelelim bu filmi seyretmelimiyiz? yoksa seyretmemelimiyiz? sorularının cevaplarını aramaya. Bir kere şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki film casusluk filmi türüne hiçbir yenilik getirmiyor. Yönetmen Ridley Scott’ın filmografisinin en zayıf filmi. Hani karakterini oynayan Mark Strong hariç oyunculuklarda hiç bir nane yok. Esas kız güzel değil, bu arada bir dip not Ayşe demişken, Ayşe karakterini oynayan İranlı aktrist kızcağız Golshifteh Farahani’nin filmde saçı açık göründüğü için ülkesine girişi yasaklanmış, aforoz edilmiş yazık. Kısacası bu filme gitmek için tek bir neden sayabilirim o da; eğer akşam son matineye gidip de o saatte bunun haricinde gidilebilecek Muro’dan başka film olmamasıdır.
Son olarak buradan tüm Ridley Scott hayranlarına bir çağrıda bulunmak istiyorum. Haydi arkadaşkar kraliçeyi mail yağmuruna tutup Ridley abi’nin Sör ünvanının alınmasını talep edelim, belki ünvanını geri alabilmek için iyi bir film çeker.

Sonbahar (2008) – İnsanın içindeki F Tipi

297430

Sonbahar, 2000 yılında hapishanelerde tutukluların F Tipi hapishanelere geçişe karşı başlattığı açlık grevlerine katılmış ve ardından -adının aksine- kanlı geçen “Hayata Dönüş Operasyonu”nda ciğerlerinden sağlık sorunu yaşamaya başlamış ve durumunun vahimiyetinden salıverilmiş Yusuf’un hikayesini ele alıyor. Artvin’in doğasının ortasında çekilen film mevsimin sonbahardan kışa dönüşü ile Yusuf’un yitip gidişini pekiştirerek anlatıyor.

Yönetmenlerin memleketlerine saygısını ve oraları seyirciye keşfettirme isteğini genelde çok takdir etmesem de, Özcan Alper bu ilk filminde mekan-duygu ilişkisini kurmayı çok güzel başarıyor. Filmin çekildiği mekan, Artvin, dekor olmaktan çıkıp filmin duygusal halini sürükleyen ve besleyen bir unsur oluyor. Biraz da yönetmenlerin ilk filmlerinde yuvaya sığınmalarını hoşgörmek gerektiği düşüncesindeyim. O yüzden gerçekten Artvin, film için çok güzel bir tercih olmuş.

Ayrıca siyasal filmler artık Türk sinemasının vazgeçilmezi haline geldi, hele Babam ve Oğlum ile patlayan ajitasyona prim yaptırmak ve hep 12 Eylül’e yüklenmek, bu filmde göremeyeceğiniz iki özellik. Film diğer tür filmlerinin zıttına  yakın zamandan bir konu seçmesi ile takdire şayan, Türkiye gibi konu cenneti ülkede sadece tıkılı kalınmış bazı konuların tekrarlanması gerçekten gına getirdi artık. Sinemacının bir gayesi de tarihe tanıklık ettirmek, hafızalardan silinmiş bir olayı yıllar sonra hala canlı tutacak olan, o olayın etkilerini anlatan filmler çekmek olmalıdır. Bu konuyu da başarı ile becermiş yönetmen, ayrıca ajitasyon yapmaktan ağlatı izletmektense hisleri perdeye dökmeyi tercih etmiş.

Senaryoda ise ilk başlarda karakter ile bütünleşmekte sorunlar olsa da bazı amatör oyuncular aksasa da, yalnızlığın ve her birimizin içindeki hapishanelerini ele almakta başarılı. Filmde herkesin kendi F-Tipi var sanki. Yusuf’a özgür olmadığı kendi olamadığı kendini artık yitirdiği Artvin, Eka’ya Karadeniz’e bakan pencereli ile otel odası, Yusuf’un annesine tek başına 10 yıldır oğlunu beklemekte olduğu köy evi, Mikail’e yapmak istediklerini yapamayıp tıkılıp kaldığı köyündeki işi ve eşi birer hapishane. Her biri de birbirinden beter.

sonb

Filmin en vurucu sahneleri görsel olarak seyirciyi küçücük bırakan sahneler, özellikle yaylaya bir panaromik bakış içeren sahne ya da otel odasının penceresinden çekilmiş Yusuf’un iskelede kızgın dalgalara karşı yürüdüğü özellikle dalgaların iskeleye vurmadan önceki sahneler. Eka’nın sosyalizmin iki insanın hayatını ne kadar zıt yönlerden aynı yönde etkileyebileceğine dair sözleri de çok hoş.

Bu sahneleri destekleyen mükemmel müzikleri de unutmamak gerek. Yerel müzik zaten filmin ortamına uyumu kolaylaştırırken, film için yapılmış özgün müzikler uzun zamandır Türk filmlerinde dinlediğim en güzel özgün müzikler. Gerçekten çok ama çok başarılılar.

Fakat tüm bu yapılmışlıkların içinde bazen yönetmen manzaraya öyle bir dalıveriyor ki, bir ilerleme olmasa da ya da senaryoya etkisi fazla olmasa da vadinin diğer tarafındaki evlere yapılmış yakınlaştırılmış çekimler ya da safi doğa sahneleri, insanın filmdense doğayı düşünmesine ve Artvin’den hoşlanmasına sebep oluyor. Oysa ki bu sahnelerin uzun tutulmasının pek de bir gerekliliği ya da kritikliği yok. Yüzünü göstermek istemediği Yusuf’un abisi konumundaki eski solculardan biri ile sahilde buluştuğu sahnede, filtrenin etkisinden olsa gerek, sahilin sonsuz siyahlığı içinde bir türlü ne olduğunun anlaşılamaması, silüetlerinin biraz bile olsa hissettirilememesi hatalıydı. Fakat ordaki hatanın da önceden planlanmış gün batımı, bank, ağaç ve iki kişi içeren sahneye geçiş için olduğunu görmek  daha da kötüydü. O sahneye geçiş için kameranın orda beklemesi ve seyirciyi karanlığa gömmesi için hiçbir mantıklı açıklama yapmak mümkün değil.

Ayrıca son sahnede teyzenin karakterinin yeterince empati ile oluşturulmamasından kaynaklı final sahnesine geçiş, seyircinin mantık duvarlarını yıkabiliyor. Seyirci oyuncunun gerçek olduğuna inanmak ister, fakat perdede karakterden kendinden beklenmeyen bir hareketi görmek seyircinin ilgisini dağıtır. Ki bu hareketin montajı kolaylaştırmak amaçlı bir yama gibi durması da cabası. Orada vakit atlayarak şok edici olmak istenebilir ama mazeretli bir kalkış ve hafif bir vakit geçtiğine dair ipucu, çok daha inandırıcı bir sahne yaratabilirmiş. Gene de bunlar final sahnesinin güzelliğini eksiltmiyor, fakat akıldan hemen çıktığı da düşünülmesin. Teyzenin sabit açıdan farklı tekrarlı rutinleri de vaktin yavaş geçtiğine değil de yerel kültüre vurgu yaparmış gibi duruyor ayrıca, uluslararası yarışmalara göz kırpar gibi.

sonbahar

Son bir cümle ile de eleştirileri bitireyim, filmde bazı sahneler hiç netlik yoktu; bunun tercihini yönetmen mi yapmıştır, teknik sorunmudur, sinema salonundaki mercekten midir bilemiyorum ama rahatsız edici. Ayrıca tekrarlanan televizyon kanallarından alınmış operasyon görüntüleri gereksiz ve rahatsız edici, sessizliğe alışmış seyirciye iki saniyelik hatırlatma mahiyetindeki gürültü bombardımanı sahneler seyirciyi o andan koparmaktan başka bir işe yaramıyor. Ayrıca ana fikri anlamışsak, tekrarlanmasına pek gerek yok diye düşünüyorum.

Küçük bir kitleyi hedef alan sanatsal bir ilk film olarak başarılı fakat Sonbahar’ın bazı hataları çok güzel bir film olmasını benim gözümde engelliyor. Gene de art-house sevenler izlerse memnun kalabilirler. Sonraki filmlerindeki özgünlüğü ile gidişatını belirleyecek Özcan Alper’den umutluyum. Gene de film ne kadar başarılı bulunsa da, hem memleket hem de yaşantı-gözlem temelli olması beni korkutuyor. Sinema bilgisine diyecek bir şey yok yönetmenin, umarız yeni özgün senaryolar ile karşımızda olur.

Ayrıca sanırım herkes son sahnede çok az süre gözüken altyazıyı merak ediyor, yönetmenin güzel bir jesti olan cümle şöyle;

“..her daim düşleri peşinde koşan sabırsızlık zamanının güzel çocuklarına..”

71 Fragmente einer Chronologie des Zufalls (1994) – Bir katliama seyirci olmak, her gün yaptığımız gibi

0005600

Michael Haneke’nin izleyebildiğim ilk filmi oluyor, “Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası”. Film 1993′te 19 yaşında bir gencin tabancasıyla bir banka şubesine girip rastgele ateş eterek üç kişiyi öldürüp sonra da intihar etmesini konu olarak kendine seçiyor. Sonra isminden de aldığı ilhamla olaydan etkilenen kişilerin hayatlarına kesitler atıyor, sanki olayı görecek ardından insanlara yoğunlaşacakmışız gibi gelmesine rağmen film karakterlerini bizden gizliyerek ilerlemeyi tercih ediyor. Seyirci uzun aralarla kesilen sahnelerle başka bir vakte ve konuma sıçrayacağımız konusunda uyarılıyor.

Başlamadan önce belirtmekte fayda var, yönetmen üçüncü bir kişi olarak ortak ediyor seyirciyi sahnelere ve kişilerin sıradan hayatlarından kesintiler sunuyor ve bunu yaparken de anlatıcı rolü üstlenmeyi tercih etmiyor. Daha çok seyirciyi yorumlamadan ya da görsel uyarıcılarla yönlendirerek başkalarının hayatlarına ortak ediyor. Eğer bunlardan hoşlanmıyorsanız filmi de beğenmeniz pek olası değil, devamını okumanıza gerek yok.

Haneke’nin hedefinde iletişimsizliğimiz, hissizliğimiz ve bu hissizleşmede medyanın rolü var. Bu sebeple her kadraja giren karakter kendi iletişimsizlik problemlerine sahip insanlar, içlerindeki çelişkiler de ekranda gördüklerimiz. Bu karakterlerin yaşamları arasında sıçramalar yapıyor, Avusturya’ya kaçak giriş yapmış olan Romanyalı çocuk, çocuklarının sağlığının neden kötü olduğunu çözemeyen bir çift, çocukları olmayan ve bir çocuk evlat edinmeye çalışan çift, babası ile iletişim kuramayan banka memuresi ve tabii ki masa tenisi çalışan tesadüfi katilimiz sırayla ekranda kendilerine düşen payı alıyor…

Yüzyüze konuşmaktan aciz çift evde sessiz bir hayat sürmektedir. Erkek sabah alarm sesi kalkar ve tuvalete girip dizleri üzerine çöker, kızının iyileşmesi ve herkes için dua eder, hatta üçüncü dünya savaşı çıkmasın diye bile, ama bunu karısından ve herkesten gizli yapar. Yemek masasında otururken kendi kendine dermiş gibi “Seni seviyorum” lafı çıkar ağzından ama ardından gelen tokat da eksik olmaz. Tokat ardından kadında hafif bir masadan kalkma çabası görürüz ama yerine oturur ve yemeğine devam eder peşi sıra sessizce.

haneke_71fragments-2

Marian

Evlatlık edinmeye çalışan çift, bütün çocukların arasında en acınası olanı almayı tercih ederler, çünkü onu kurtarmaktır dertleri, iyi bir şey yapmaktır, bencilliklerini tatmin etmek ve gurur duymaktur. Bunu da yapacaksa en uçta yapmalı, tatminkar olmalıdır sonuç. Ama sonra filmin başından beri hareketlerini takip ettiğimiz sokak çocuğu televizyon haberlerine çıktığında, ki kendisi sokakta çöpten yemek yerken görüldüğünde sadece kırmızı ışıkta beklerken araba içinden seyredilecek değere sahipken bir anda bir kahraman oluverir. Televizyon bir anda gerçekliği, dram yapıyor. Gerçekliğin içindeki dram, dramın içindeki gerçeklik kayboluyor. Bizim bu pek hayırsever çiftimiz de televizyonda çocuğa vurulurlar, ellerindekinden daha aciz durumda, daha çok merhametli hissettirme anlamı taşıyabilen bir meta(!) bulmaktan mutlu olarak, Anni’yi, sorunlu evlatlıklarını bırakıverir ve Marian’ı evlatlık edinirler.

masatenisi

Hazırlıklı olmak ve sabır

Tesadüfi katilimizin profili diğer karakterlere göre oldukça basma kalıp kalıyor fakat o masa tenisi sahnesi gerçekten bir şaheser. Sadece o sahne için bile izlenmeli bence film. Kesintisiz üç-dört dakikalık top fırlatma makinesinden gelen toplara bıkmadan usanmadan vuran karakter. Kendi sabrını kendi özgüvenini sınarken biz de kendimizi bu kadar uzun bir sahne ile aynı sınamada hissediyoruz. Belki de şans eseri fileye takılan ve masanın üzerinde yuvarlanan topların tam üstüne fırlayan toplara dikkatimiz takılıyor ama sahneden de histen de kurtulamıyoruz. Tabi birkaç sahne sonra bir maçının videosunu izlerken eleştirilmesi ile karakterin özgüveni zaten sağlam destekleri olmadığı için yerle yeksan eyliyor.

Ayrıca filmde sürekli olarak kesitlerin arasına televizyon haberleri giriyor, günümüz normal şiddetinden bir nebze tattırılıyor. Fakat bunlar bazen öylesine uzuyor ki, konuyla bağlantı kopacakmış gibi oluyor. Aslında filmde bu sahnelerin de en anlamlı oturduğu yer finali, orada bu özel hayatlarına indiğimiz insanların sadece bir haber olmuş olması, Micheal Jackson’ın dava sürecinden daha önemli değilmiş gibi verilmesi aslında hem şiddeti ne kadar özümsediğimize hem de televizyon gibi medya araçlarının bu durumdaki rolünü iletmede çok başarılı. Bir anda o insanların hayatının içindeyken artık televizyonu her gün açtığımızda olduğu gibi onların ölümüne seyirci oluyoruz. Şahsen finaldeki kullanımı yerinde bulmakla beraber televizyonun bu kadar öne çıkarılmasına gerek olmadığını da düşünüyorum.

Gerçekten bir anlatım yokmuş gibi gözükse de film izleyicisine verdiği kesitlerle anlatımı oluşturacak ipuçlarını esirgemiyor, gene de bu tarz anlatım sevmeyenlere tavsiye etmiyorum. Filme benim notum 7/10.

Ayrıca yerimiz sınırsız olduğuna göre de yukarıda anlattıklarımın dışında bir-iki not eklemeyi görevim biliyorum;

  • Anni yerine Marian’ı evlatlık edince çift, asla tekrar Anni’ye ya da Anni’nin hissettiklerine geri dönülmüyor. Bu tamamlamanın seyirciye bırakılması filmi ajitasyona çevirmekten kurtarıyor. Anni’yi bir daha perdede asla görmüyoruz.
  • Marian anlamadığı bir dilde kendisine arabada durması tembih edilmişken olay patlak verince sadece Marian’ı arabanın içinde otururken görüyoruz, gürültü patırtı çıkıyor Marian meraklanıyor ama arabadan çıkmıyor. Biz de sadece onu görebiliyoruz, arabanın dışında olanları göremiyoruz. Seyircinin merak unsuru tetiklenmişken tatmin edilmiyor. Müthiş bir tercih.
  • Marian’ın dergi çaldığı sahnede uzaktaki kameranın kadrajı çok garip. Nasıl böyle hayal edilir ve çekilir merak etmiyor değilim. Başarılı.
  • Televizyonda izlediğimiz şiddet olaylarının arasında PKK’nın gerçekleştirdiği bir terör eylemi de geçiyor. Bu da değişik bilgiler tadında oldu :-) .

Deception (2008) – Gel Yarı Yarıya Kırışalım En İyisi


Kendi halinde sosyallikten uzak yaşayan bir muhasebeci, ona  odası olarak verilen toplantı salonunda çalışmakta iken içeriye “güçlü” bir karakterin girmesi filmimiz başlar. Burada çekingen muhasebecimiz Jonathan McQuarry (Ewan McGregor) ve karizmatik avukatımız Wyatt Bose (Hugh Jackman) arasında geçen, kanımca “on numara” olarak tabir edilecek çok hoş bir diyalog meydana gelir.

Muhasebecinin günlük rutinleri içerisinde hayatı yaşamaya pek vakti olmamıştır. Kısaca ele almak gerekirse sıkıcı bir adamdır. Fakat yeni arkadaş olduğu avukat onun karakterine zıt bir insan olup, muhasebecinin kendini keşfetmesini sağlayacaktır. Film bu şekilde devam ederken, özellikle bahsettiğim giriş sahnesini izledikten sonra, bu filmin kaliteli bir film olacağını düşünmüştüm. Çünkü böyle iyi aktörler filmde bir araya gelmişler ve güzel bir sahne ile hikaye girişi ortaya koymuşlardır. İlerleyen süre ile birlikte filme olan merakım arttı ve bir süre sonra adeta sömürürcesine izler buldum kendimi.

Ama gidişatını kolaylıkla tahmin edebileceğimiz bir senaryonun geldiğini hissetmem ile tüm hevesimi yitirdim. Çok açık söylüyorum bu kadar tahmin edilebilir bir senaryo olamaz. Film güzel, yönetmen iyi, oyuncular iyi peki ya senaryo?. Evet bununla beraber film bir anda ucuz bir havaya büründü gözümde, esere duyduğum saygıdan ötürü tahmin ettiğim sonu izlemeye koyuldum.

Tekrar söylemek istiyorum neden böyle bir emeği, çabayı kötü senaryolar ile telef ediyorlar bunu anlayabilmiş değilim, filmde senaryo dışında her şey güzel.

Karakterler rollere çok iyi oturmuş, özellikle Hugh Jackman’a hayran kaldım. Kendisini hep iyi rollerde izlemiş olduğumu için kötü adamı da iyi çıkardığını keşfettim. Hatta yeri geliyor psikopatlaşıyor ve bunu iyi yapıyor.

Ayrıca bir başka eksi ise zaten kolaylıkla tahmin edilen senaryonun izleyici tarafından deşifre edilmemesi için gösterilen çaba oluyor. Ama bu çaba da havada kalıyor çünkü senaristin bunu yapacağını tahmin edebiliyoruz.

Deception aktörleri ve yönetmenliği açısından izlenilebilecek bir film olmuş. Üzülerek söylüyorum bu şekilde heba olması görmek bana acı verdi ama meraklıları tarafından izlenebilir.

ufak notlar (spoiler içerir!):

-Filmin sonunda Bose’un vurulduktan sonra, banka yığılıp can verdiği sahnede kullanılan kan efekti çok gereksiz ve yapay olmuş.

-Zamanı azalan McQuarry’nin bilgisayara klavyeden girdiği isim ve soyadı bilgilerinin ışık hızında yazılması saçmalığı bu filmde de var. On parmak ile klavyeye girse o kadar hızlı yazamayacağını düşünüyorum ki adamın ismi de uzun, “Jonathan McQuarry”.

-Filmin kapanış sahnesinde McQuarry asıl kızı tesadüfen mi buluyor yoksa anlaşmalı mı buluşuyorlar onu çözememekle birlikte, ille de mutlu son olsun diye bir itme kakma durumu sezdim.

-Jenerik güzel olmuş ama “written by” yazısı geçerken biraz asabım bozuldu.

-Para transferi yapılırken “bitrate” verilmesi ve değerin 141 olarak sabit olması da ilginçmiş doğrusu. :) )

-82’49″ da göz göre göre sadece saçını yana taramış olduğu için alakasız iki kişiyi benzeten banka görevlisine şaştım kaldım başka bir şey söylemiyorum. O bankanın sonunu iyi görmedim.

-Son bir detay, birisi McQuarry’ye iç çamaşırı alsın, acıdım adama hep aynı sliple takıldı tüm film süresince. :) )

Doomsday (2008) – Konusunu Unutturan Felaket Filmi


Neil Marshall yönetiminde çekilen “Doomsday” filmi bir virüs sonucunda oluşan felaketi konu alarak başlayan “felaket filmlerinden” biridir. Yine standart olarak bildiğimiz bir tür virüs, insanların biyolojik yapılarını etkilemekte ve onları yok ederek hızla yayılmaktadır. Giriş sahnesinde sınıra dayanan enfeksiyonlu insanlar görülmekte, askerler tarafından yapılmış setleri aşmaya çalışan sivil halk bozuk para gibi harcanmaktadır.

Kilometrelerce uzunluğa sahip yeterli yükseklikteki bir duvar ile temiz bölge karantina bölgesinden ayrılmış olup, bu alanın dışarısında kalanlar tamamen kendi kaderlerine terk edilmiştir. Gel zaman git zaman tıpkı bir kaba konan bakteriler gibi enfeksiyonlu insan nüfusu azalmış ve tükenme noktasına gelmiştir. İşte olayların başladığı nokta tam burası oluyor.

Sonrasında bir ekip oluşturulup unutulmuş bölgeye yollanıyor. Aslında şimdi yazarken fark ettim baya bir olay oluyormuş filmde :) neyse konumuza geri dönecek olursak bu filmi sürekli zıplayan bir canlı gibi düşünebilirsiniz. Nasıl yani? diye bir soru gelirse eğer şöyle açıklamaya çalışayım. Film sürekli değişiyor, konusunu unutturuyor, bir daldan öbür dala sıçrayıp hopluyor. Adeta bir “toplama enfeksiyon” filmi ile karşı karşıyayız.

Ben şöyle bir harita çıkardım kafamda, kronolojik olarak onu vermek istiyorum. Filmin hangi dakikalar içerisinde hangi filme dönüştüğü aşağıda verilmiştir :)

00’00″ War of the Worlds, 28 Days Later…,28 Weeks Later
08’40″ S.W.A.T.
23’10″ Resident Evil: Extinction
41’55″ Black Hawk Down
43’48″ Mad Max
51’43″ Bu kısma anlam veremedim (?)
59’28″ Elektra
60’47″ The Lord of the Rings Trilogy
62’29″ Back to the Future Part III
65’36″ National Treasure
66’48″ Robin Hood: Prince of Thieves
67’50″ Kingdom of Heaven
73’16″ Yine 28 Weeks Later
77’16″ Gladiator
86’03″ Herhangi bir James Bond filmi
91’39″ Yine Mad Max
101’41″ Not Without My Daughter
104’35″ The Lord of the Rings: The Return of the King

çok ilginç bir yapım olmuş, bu kadar ilginç olduğu için beğendim, sanırım yönetmen kararsız kalmış biraz. Her şeyden azar azar koklatmak istemiş bizlere. Değişik bir deneyimdin Doomsday.

Sıradanlıktan uzaklaşmaya çalışan kararsız bir felaket filmi izlemek, aralarda geyikler olsun ama genel anlamda ciddi, görüntü kalitesi güzel, çekimleri hareket dolu olsun istiyorum diyorsanız bu film size uygun olabilir.

ufak notlar (spoiler içerir!):

-kızın gözü çok saçma olmuş, neden bu kadar kasıyorlar anlamıyorum, yani zemin ile tek noktadan temas kuran bir küre nasıl olur da sağa sola dönebilir anlayabilmiş değilim. Ayrıca ya çatışmanın ortasında gözünü düşürse, kaybetse falan o zaman ne yapacak peki merak etmekteyim.

-Arabayı çarpmasına rağmen, aracın pek hasar almaması gözüden kaçmadı değil.

-Zırhlıdan çıkıp karantina bölgesindeki kıza yardım etmek için güvenli aracı terkeden abimin mantığını anlayabilmiş değilim. İkinci aracı kaybetmek için bundan daha mantıksız bir senaryo yazılamazdı.

-Zırhlılara saldıran saldırganlar ellerinde Molotof kokteylleri ile hep hazır, her daim bekliyorlar mı buna da anlam veremdim. Nasıl olur da bu kadar organize ve tetikte olurlar.

-Zırhlı aracın ön camının olması ve bu camın kolayca kırılabilmesine karşın, biyolojik tehlikelerden tutun da kimyasal saldırılara karşı aracın dayanımlı olması ne kadar büyük bir alakasızlık. Yine senaryo metninde kasmalar görülüyor çünkü bir sonraki sahnede o kırılan camdan içeri ok girmesi lazım.

-Film yapımcılarının fizik bilgisi mi eksik onu anlayamıyorum ben, köpük bombası denilen alet düşmekte olan asansörü durdurabilecek kuvvet yaratabiliyor ise nasıl oluyor da içerisindekilerin pestili çıkmıyor?.

Dark City (1998) – Hayal Gücün Kadar Karanlık

Bir adam otel odasında küvetin içerisinde uyanır. Sahnenin girişinden de anlaşılacağı üzere hafıza kaybı söz konusudur. Bu durumuna anlam veremez ve etrafı araştırmaya koyulur. Araştırma önce bulunduğu oda ile başlar, sonrasında daire ve sokakları takiben hayatını araştırmaya başlaması ile devam eder. Karakterimiz John Murdock (Rufus Sewell) hayata olan arayışına bu güzel sahne ile başlar.

Sokaklardan tutun hikayenin geçtiği koca şehrin tüm detayları adeta beynimden vurdu beni. Neredeyse mükemmel tasarlanmış mekan ve zaman ilişkisi filme oldukça akıcı bir şekilde yerleştirilmiş. Gerek ana karakterimiz gerek diğer karakterler olmaları gereken yerlere iyi uyum sağlamış. Bu filmi izledikten sonra ne kadar çok filme ilham kaynağı olmuş olabileceğini düşünmeden edemedim doğrusu. Hayata geçirilmiş bilim kurgunun babalarından kabul edilebilecek bir yapıta hoş geldiniz.

Şehri ele alarak başlayalım. Sanayi devriminin karanlık ve isli hatları, Alman mimarisini andıran karamsar binalar ile birleşerek karanlık bir şehir vermiş bizlere. Bu şehir filmin ismi kadar karanlık bir şehir aslında. Bir mekanizma belki, sürekli değişen ve yenilenen bir makina gizli içerisinde. İçerisinde yaşayan insanlar ise robotlaşmış adeta. Tepkisizleşmişler, ilgisizleşmişler zamanla. Fakat hiç bir biray bunu sorguluyabilecek ruh haline sahip değil film içerisinde. Adeta neden sorusu yitirilmiş gibi. Tek yapabidikleri kabullenmek olmuş.

İşte tam bu noktada John biz izleyicilere sorgulayan yüzü gösteriyor. Onun arayışı aslında bizim arayaşımız oluveriyor. Neden ve niçin soruları sorulmaya başlanıyor ve artan merak ile soru cümleleri kovalanıyor.

Karanlık şehir de soluk alan bazı ünlüler Rufus Sewell, William Hurt, Kiefer Sutherland, ve Jennifer Connelly gibi ilerleyen zamanın parlayan yıldızları oluyor. Film ile ilgili fazla ipucu vermeden bazı noktalara dikkat çekmek istersek eğer, John un parmak izi oldukça güzel bir düşünce olmuş. Filmin genelinde kullanılan spiral, tek bedende var olan iki vücut gibi uyumlu.

Görsel efektlerini dikkatle gözlemlediğim film 98 senesinde yapılmış olmasına rağmen beni rahatsız etmedi. Hatta oldukça beğendim bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bazı filmlerde olan teknoloji yetersizliklerinden ötürü çiğ görünen sahnelere bu filmde rastlamadım diyebilirim.

Şehrin, havası, dokusu ve çizgileri ile mekân olgusunu çok iyi yaşatmış olacak ki, bir süre sonra kendimi o şehirde yaşayan biri kadar karamsar bulur oldum. Aslında buna karamsarlık kelimesi uygun değil ama başka bir şekilde ifade edemeyeceğim hissettiğim duyguyu.

Film serim düğüm ve çözüm aşamalarında oldukça bütün ve akıcı bir gidişata sahip. Kesinlikle izlenmeli diye düşünüyorum. Özellikle bilim kurgu filmlerini dünya gerçekliklerinden kopmayarak izlemeyi seven seyirciler tarafından beğenilecektir eminim.

The Day The Earth Stood Still (1951) – Yabancılık ve paranoya üzerine bir kült

tt0043456_largecover

Posterlerdeki özetleme anlayışı hep ilgimi çekmiştir.

Filmin geçen hafta vizyona giren Keanu Reeves’li yeniden çevrimi, “yeniden çevrim izlenmeden, özgün hali izlenmeli” düsturumu tekrardan karıncalandırdı. Popüler kültürde, sağda solda ya ismine ya cismine yapılan göndermelerin ne kadar hakedilmiş olduğunun izine çıkarak başladım izlemeye.

Hikayemiz, barışçıl bir uzaylının(Klaatu) devasa robotu ile Dünya’daki tüm ulusların yöneticilerine bir mesaj iletmek üzere Dünya’ya gelmesiyle başlar. Fakat ne İkinci Dünya Savaşı’nı yeni atlatmış ülkelerin yöneticileri bir araya gelmeye yanaşır ne de uzaylıya güven sağlanabilir. Uzaylı da yöneticilerin her biri sorumlu olduğu için herhangi birine tek başına mesajını vermeye yanaşmaz. Bu kısır döngü de Klaatu’yu kendi çözümlerini aramaya iter.

Her başarılı bilimkurgu öyküsü gibi film de içimizdeki korkuları/düşünceleri önce bize yabancılaştırıp ardından durumumuzu fark edip empati kurmamız ile iletmeye çalışıyor. Göndermelerle bezeyerek üçüncü bir gözle 1951′deki propaganda bombardımanı ile dolu kutuplu dünyaya tertemiz çerçevelerden bakıyor. Şu an küreselleşme ile tüm insanlığı tek kültüre benzetme çabaları sonucunda o kadar hissetmesek de tanıdık olmayana karşı kurulan paranoyalar hala günümüzde tüm dünyanın vazgeçemediği biricik cahilliği. 50′lerin başlarına baktığımızda emperyalist ülkelerin seçtiği yabancı Sovyetlerken, günümüzde sanki tekrar Orta Çağ’a dönmüşcesine Müslümanlar yabancı rolünde. Çok ileri gitmiş sayılmayız o zamandan bu güne, ama bu hatanın sorumlusunun sıradan vatandaş değil de, zıtlıkları kaşımaktan her zaman prim yapmış yöneticiler olduğunu da söylemeye herhalde çok lüzum yok. Filmin asıl hedeflediği nokta da tam olarak bu, ayrıca gücünden korkulanın amacının sorgulanmaksızın yargısız infaz edilmesi de filmin diğer bir dayanağı.

thedaytheearthstoodstill1951dvdrip-axxo12652223-42-21

Gort ve Klaatu

Film “diğeri”ne yapılan muameleyi hem yabancı korkusu için benzetme yapmakta kullanırken hem de uzaylının üstün güçleri sebebi ile insanlığın anlamsız paranoya ve kutuplaşma içgüdüsünü yermeyi eksik etmiyor. Filmin kurulduğu temel, sırf ne kadar aşağılık ve barbar bir ırk olduğumuzu anlatmaya yardım sağlayan bir unsur olarak kalıyor. ***Spoiler: Çünkü filmin sonunda Klaatu’nun söylediklerini dinleyince aslında kendi ırkının da özünde barbar olduğunu ve ancak basit bir yargı mekanizmasına sahip robotların polisliğinde barışcıllığı koruyabildiğini öğreniyoruz. Klaatu’nun medeniyet dediği de hafiften fason kalıyor anlayacağınız, demek ki insanın içindeki kötülüğü yenme şansı yok ne olursa olsun, Klaatu’nun hayaldünyası bile basit bir hapishaneden farksız. Sadece hikayenin yazarının kötümserliği belki de.

İzleyeceklere siyah-beyaz film teknikleri sebebiyle filmde ışık kullanımının garip geleceğini söylemekte yarar var. Renkli sinema ile ışıkçıların önemi azalmış değilse de siyah-beyaz filmlerdeki kilit rollerini de kaybetmiş durumdalar. Özellikle (küfür gibi dursa da) siyah-beyaz sinemaya dayanabilecek bünyelere, dönem filmlerine ve kült bilimkurgulara ilgi duyanlara tavsiye edilir.

thedaytheearthstoodstill1951dvdrip-axxo11710023-42-10

Gort ne kadar devasa olabilir?

Birkaç gereksiz bilgiyi de eklemeyi kendime görev biliyorum;

  • Devasa robot Gort’u, Lock Martin adında 2.31′lik boyuyla Dünya’nın en uzun aktörlerden birinin oynadığını belirtmek de istiyorum. Kimi yerlerde kamera açısıyla boyutu daha da vurgulanmışsa da normal hali bile devasa bir karakter. Kesinlikle ardında yatan oyuncu ile en ilginç robot tiplemelerinden biri.
  • Ayrıca Futurama’nın filme gönderme yaptığı bölüm de pek güzeldir, çizgi dizi sevenlere “The Day The Earth Stood Stupid” bölümü ısrarla tavsiye edilir.

Eagle Eye (2008) – Spielberg’in Büyük Birader’i

Orwell’in 1949 yılında 1984 romanını yazmasından beri hayatımız içinde gittikçe daha da fazla hissettiğimiz bir kavram Büyük Birader. Peki nedir Büyük Birader, toplumu gözaltında tutmak amaçlı iktidar tarafından geliştirilmiş bir karakter bir kavram. Günümüzde bu kavram, Anayurt Güvenliği adıyla ABD tarafından 11 Eylül saldırıları ardından hala bilim kurgu kaçan yanlarına rağmen kısmen gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Ne kadar teknoloji ile iç içe geçersek o kadar ayak izi bırakıyoruz ardımızda, kullanıcı dostu gibi görünen özellikler kötüye kullanılmaya yatkınlıkları ile paranoyamıza katkı sağlıyor günbegün. Bu konu da her gün güncelliğini korumakta.

Fakat Spielberg’in filmi konunun ne kadar çok işlendiğine ve her bir filmde politik ve sosyal açıdan nasıl bir derinliğe inildiğine bakmaksızın yeni bir Büyük Birader filmine ihtiyacımız olduğu düşüncesine dalmış. Sorun şu ki bu filmin diğerlerinden artıları sadece yeni görsel efektlerin kullanımı ve hükümet politikalarını eleştirmeden kısaca suya sabuna dokunmadan film çekmenin ne kadar gönül rahatlığı ile yapılabildiğine tanık olmak.

Film Afganistan’da aranan bir suçlunun %51 ihtimalle tanınmış olmasına rağmen öldürülmesi ile başlıyor. Aslen şüpheli de sanıldığı gibi suçlu değil ve bir cenaze töreni bombalanmış oluyor. Bunun ardından intikam almak için terörist saldırılar gerçekleştiriliyor ABD ile ilişkili her birime, bunlar ise artık alışıldıkmış gibi üstüne basılmaksızın arkaplanda açık bir radyodan ya da televizyondan haberler şeklinde izleyicinin bilinçaltına işleniyor. Yani bu terörist saldırılara nasıl tüm dünya alıştırılmış ise aynen onun gibi tek suçlu teröristlermiş düzen değilmiş gibi sunulması da filmin dipnotlarından. Sonra bir bakıyoruz dünün fotokopicisi Harvard’dan mezun olma şansını tepen Amerikan vatandaşı bir anda kahramanımız oluveriyor, sonunda elinde bir madalya ve babasının duyduğu gurur ile muhafazakar Amerikan vatandaşlarına özel biçilmiş sonda arzı endam eyliyor.

Filmin başarılı bir aksiyon filmi olduğunu yadsımak hatalı olur ama önceki örneklerinden artıları ve eksilerine göre değerlendirildiğinde Spielberg’in gene her zamanki gibi muhafazakar ABD vatandaşını hedefine koyup suya sabuna dokunmadığı bir -her ne kadar sıfatları çelişkili olsa da- apolitik gözetleme paranoyası filmi çektiğini söyleyebiliriz. Aksiyon filmi izlemek isteyenlere tavsiye edilebilecek bu filmde Hollywood’un büyüsüne kapılmamaları ve altmetinlere dikkat etmeleri de öğüdümdür.

Hancock (2008) – Beceriksiz senaristin metaforları

Hancock, daha önce tanık olmadığınız bir süper kahraman filmi olarak konuldu masamıza. Çünkü her cins süper kahramanı izlemekten sıkıldık artık şimdi de beceriksizine gelmişti sıra . Sunum kısmı ve fikir açısından oldukça başarılıydı hatta. Hem beceriksiz/isteksiz süper kahraman fikri hem de afişler oldukça dikkat çekiciydi. Ama ne demişler güzel fikir her zaman güzel sonuç doğurmuyor.

Burada da maalesef fikir iyi icraat kötü. Film Hancock’ın geçmişine girmeden başlıyor. Ard arda Hancock’un yaptığı andavallık derecesindeki kurtarma operasyonlarını görüyoruz. Eğlenceli olsa da manasız bu sahnelerin ardından kurtardığı bir insan ilişkileri uzmanı onu kamunun gözünde iyi duruma getirmek için uğraşıyor.

Buradan sonrası spoiler olacağı için filmin çok meraklısıysanız okumamanızı tavsiye ederim;

Hancock, insan ilişkileri uzmanı(Ray) ile karşılaştıktan sonra film olabildiğine saçmalamaya başlıyor. İnsanların gözünde iyi adledilmek için Hancock hapse girmeyi kabul ediyor ve kent sakinlerinin ona ihtiyaç duyacağı zamanı bekliyor. Anı da güzel değerlendirerek kalpleri alıyor. Evet, tam da filmin burasında senaristin pili bitiyor. “Biz bu karakteri sakarlığı ile varetmiştik, şimdi normal bir süper kahraman oldu, hayda şimdi biz bunla napacağız” derken, bir anda aklına senaryoyu başlangıç ile alakasız yerlere götürüp toparlamaya çalışıyor.

Senarist toparlayım derken filmin ikinci kısmı ile ilk kısmı arasındaki bağlantı kopuyor. Öyle ki, film arasında salona giren bir seyircinin nolmuş burada demeyeceği şekilde film ilerliyor. Ray’in karısı da süper kahraman çıkıyor ve Hancock’un geçmişine gidiyoruz. Aslında bizim yüzeysel kahramanımızda ne olaylar varmış öğreniyoruz. Gönül ister ki, filmin yüzeysel ilk kısmının kurtarıcısı olsun bu ikinci kısım ama öyle olamıyor maalesef. Bu sefer de Hancock’un geçmişi yüzeysel ve yapıştırma şekilde anlatılıyor.

Filmde çizilen kötü karakterler de iyi karakterler de olabildiğine andaval. Kötü karakterler, Hancock tarafından eli koparılan adam ve birinin kafasını diğerinin kıçına soktuğu iki karakter. Bunlar öyle saf ve saçma bir plan yapıyor ki bu kadar andaval karakterlere pek inancınız olmuyor. Çünkü her birinin kendine güvenleri çok düşük seviyede ve zerre zeka parıltısı da göstermiyorlar. İyi karakterler dersek, Ray’in satmaya çalıştığı şirketlere cila mahiyetindeki değersiz ürün tam anlamıyla komik. Markalandırmanın ne kadar absürd olduğunu, birilerine iyilik yaparak müşterileri biz iyiyiz diyerek sömürmeyi hedef seçmiş birisi Ray ve satmaya çalıştığı konsept de tam anlamıyla değersiz. Fakat film bize bunun değerli olduğunu iletmeyi kendine görev biliyor. Son sahnede kalbi ayın üzerine çizen Hancock artık karakterlere güvenimizi sıfırlamakta belirleyici rol oynuyor.

Naif olmaya çalışan aptal karakterlerin bir silsilesi Hancock, senaryo da sadece sinema için yapılmış olmasına karşın sonuçta ne istendiğine karar verilememiş gibi. Elimizde kalan sadece gerçekten başarılı özel efektler ve gülümseten bir kaç kare kalıyor. Bir filme film demek için de şahsi kriterlerim için yeterli değil. Olmamış bir film olarak kalmaya mahkum bir film.