Little Children (2006) – Kimler küçük çocuk?

Little Children, evliliklerinde evde kalan üniversite okumuş ama çalışmak yerine çocuğuna bakmayı tercih etmiş ya da bakmak zorunda kalmış ebeveynlerin yaşantılarını merkezine koyan bir 2006 filmi. Sadece bu yaşatı değil, bu ilişkilerde kişilerin içlerinde yaşadıkları çalkantılara yoğunlaşıyor. Gene de konuyu bu kadarla tanımlamak yeterli gelmiyor.

Lucy adında bir kızı olan Sarah ile Aaron adında bir kızı olan Brad çocuklarını aynı oyunparkına getirmektedir. Parktaki diğer ev hanımı tadındaki annelerden sıkılan Sarah ile zaten çocuğuna bakan bir baba olmasından dolayı sessizce yok sayılan Brad arasında bir yakınlaşma olur. İkisi de evliliklerinden ve hayatlarından memnuniyetsizdir. Ardından yakınlaşma farklı sonuçlara doğru gider.

Tabi senaryoyu sadece bir evlilik müessesi eleştirisi ve evde kalarak çocuk bakan üniversite mezunları olarak ele almak hatalı olur. Çünkü film her kişinin içindeki kendine güvensizliği ve bunun sebep ve sonuçlarını sorgulamayı daha çok tercih ediyor. Filmimiz de klasik bir “mutsuzsan aldat, kaç kurtul” döngüsündense insanların hislerine derinlikli bir incelemeye dönüşüyor. Zaten film de sadece bu iki karakterden ibaret değil. Çocuk tacizcisi bir sapık ve onu sürekli rahatsız etmeyi kendine görev bilen emekli polis memuru da filmde büyük paya sahip. Onun haricinde ana karakterlerin eşlerinin kişiliklerindeki sorunları da yoksaymamak gerek.


Tüm bu karakterleri üst üste koyduğunuzda kişisel güvensizlik duyan ve bu bozuklukları normal insanlara göre fazla olan insanlar üzerine bir film olarak yorumlamak doğru olur. Filmin ismini de evlilikle bağdaştırılabilmek oldukça kolayken gerçekte filmin tüm karakterlerinin küçük çocuklar olduğu sonucuna da ulaşmak hatalı olmaz. Çünkü ancak küçük çocukların yapabileceği hatalara sahipler, dış güzellik güvensizliği, büyümek istememek sendromu, dışlanmışlık ve kendini kabul ettirme saplantısı vs. bunlardan en dikkat çekenleri.

Fakat konu aslen sadece ikili ile bağıntılı gibi giderken bir anda emekli polis ile tacizci ilişkisinin filmde daha çok sahne alması sanki konu dağılıyormuş gibi bir his yaratabiliyor. Gene de polis ve tacizci arasındaki ilişkinin, sanki farklı yollardan aynı sona gelmiş iki zıt kardeş gibi ele alınması gerçekten mükemmel. İkisi de dışlanmış, ikisi de normal olmak için çabalıyor ama bir türlü doğaları gereği döngüden kurtulamıyor. Çok güzel bir tespit olduğuna katılmamak elde değil.

Ayrıca film anlatıcısız bir film olarak çekilebilecekken bazen öyle güzel anlatıcı kullanılmış ki. Karakterlerdeki o kendine güven eksikliği hissini iletmede sonuna kadar faydalı olmuş. Anlatıcı olmasa bile tüm kadronun özellikle Kate Winslet’in mükemmel oyunculuğu hisleri size iletmekte hiç ama hiç zorlanmıyor.

Film amacını güzel belirlemiş olsa da, kendini karakterler arasında bölerken kimi sorunlar yaşamış. Bu sorunlar bazen diğer hikayeler arası kopukluk olmasına sebep olmuş. Fakat film hem anlatım hem yönetim hem de oyunculuk açısından çok başarılı ve mükemmel bir final ile taçlandırılmış.

Üç Maymun (2008) – Lütfen Direktiflere Riayet Ediniz


Üç Maymun, 2008 Türkiye – Fransa – İtalya ortak yapımı Nuri Bilge Ceylan filmidir. Yönetmenin Uzak ve İklimler’den sonra Cannes Film Festivali’nin yarışmalı bölümüne kabul edilen üçüncü, toplamda ise beşinci uzun metrajlı filmidir.

Başrollerini Yavuz Bingöl, Hatice Aslan, Ahmet Rıfat Şungar ve Ercan Kesal’ın paylaştığı film, küçük zaafların büyük yalanları doğurmasıyla parçalanan bir ailenin, gerçeklerin üzerini örterek bir arada kalma çabasını anlatır. Filmin adı da, acı ve sorumluluklardan, gerçeği görmeyerek, duymayarak ve gerçekler hakkında konuşmayarak kaçmaya çalışan karakterlere göndermedir. Üç Maymun genel olarak, “üç maymunu oynamanın” gerçekleri ortadan kaldırıp kaldırmayacağını sorgular.

Nick James (Sight and Sound Editörü / İngiltere): Oldukça beğendim. Özellikle bir aşk filminde korku filmi öğesi diyebileceğim imgelerin ortaya çıkması ilgimi çekti. Ceylan bunları, birçok kez gıcırdayarak açılan kapıları vb. bir adım ileri götürdü. Sinemasında bir gelişme kaydetmekten ziyade aynı düzeyde kalmış ama oldukça iyi yapılmış bir film.

Burada eklemek istediğim şey filmin tüyleri ürperten sahneleri olduğudur. Bir an kendimi korku filmine dönüşecek diye gerdiğim bu sahnelerin birinde ailenin küçük oğlu kapı eşiğinden görülmekte fakat net bir biçimde seçilememektedir. Yukarıdaki yorumda hissedilen algının bununla paralel olduğunu düşünüyorum. Ayrıca yine bu sahnede izleyicinin İsmail karakterini canlandıran Rıfat Şungar’ın yüzünden akan terin aşağıya değil, yukarıya doğru yerçekimine zıt şekilde aktığını fark etmenin şokunu yaşadım.

Thomas Sotinel (Le Monde / Fransa): Zekice, ilginç ama beni baştan çıkarmadı. İlginç bir kara film.

“Kara film” sözüne katılıyorum kendi çapımda çünkü karanlık öğeler taşıyor. İnsanı bazı noktalarda gezdiği gibi çok sessizlik olduğu zamanlarda ürkütücü bir izlenim bırakıyor seyirci üzerinde.

Borislav Andelyiç (Sırbistan FIPRESCI Başkanı): Ben kişisel olarak Ceylan’ı çok severim. Bence bu çok ilginç bir film. Belki de en iyi filmlerinden biri. Görüntü yönetimini ve oyuncularla çalışmasını geliştirmiş.

Burada oyuncular üzerine bir şey söylemem gerekirse, Nuri Bilge Ceylan’ın konuk olduğu Mustafa Altıoklar’ın TürkMax kanalında yayınlanan “Sinemacı” adlı programında, Nuri Bilge Ceylan oyuncu seçimi sırasında Yavuz Bingöl’ü role uygun olarak görmüş fakat Hatice Aslan’ı fazla tiyatral bulduğunu söylemişti. Daha sonra yine filmin senaristi ve yönetmenin eşi olan Ebru Ceylan ile karara varıp Hatice Aslan’ın rolü almasını istemişler.

Michel Ciment (Pozitif Dergisi Editörü/ Fransa): Nuri Bilge Ceylan günümüzde en büyük ustaların düzeyine ulaşmış yönetmenlerden biri. Her filmi bir yenilik olduğu gibi aynı zamanda sinemasının devamlılığını sağlıyor. Her filminde farklı bir ustalık sergiliyor. Sesi, alan derinliğini, apartmanı, denizi kullanması olağanüstü.

Burada da ses konusunda bir şeyler eklemek istiyorum, sanırım bazı yerlerde sesi sonradan eklemişler örneğin filmin sonlarına doğru Yavuz Bingöl’ün canlandırdığı Eyüp karakteri sokakta turlamaya çıktığında dikkat ettim ayak sesleri ona ait gibi değildi. Ve yine apartman görüntüsünün planından geçen trenin görüldüğü sahnede, trenin o bilindik sesinden rayların birleşme yerini hesaplayamaya çalıştım ama çelişkili buldum. Ses sonradan bindirme olabilir diye düşündüm sonrasında ya da bana öyle gelmiş olabilir bilemiyorum.

Karakterlerimizin yaşadığı binaya hayran kaldım çok hoş gerçekten ilginç bir çarpıklaşmış kent yerleşim örneği. Bina bildiğiniz üçgen gibi bir kuşbakışı görüntüye sahip olduğunu düşünüyorum, Trabzon’da ilginç binalar görmeye alışır olmuştum ama bu yapı benim beynimin “en ilginç on bina” listesi arasındaki yerini aldı.

Nuri Bilge Ceylan’ın fotoğrafa olan tutkusu ve filmlerinin temposu bu filmde yine aynı aklıma gelmişken ekleyeyim. Özellikle BBC radyoda yönetmen ile İngiltere’de gerçekleşen söyleşiyi dinlediğimde her ne kadar kendisi açık olarak söylemese bile fotoğrafa olan tutkusunu hissettim diyebilirim. Ayrıca bu söyleşi sırasında yönetmenin iki yıl önce beğendiği film için şimdi nasıl beğenmişim ben bunu diyorum demesi ve bu değişkenliğinden korktuğunu ifade etmesi ilginçti. Yine aynı söyleşide İngiltere’de geçirdiği gençlik yıllarında uzunca bir dönem boyunca günde ortalama iki üç film izleyerek oldukça geniş bir zihin arşivi yarattığını öğrendim.

Bu filmin kayda değer bir özelliği de teknik anlamda geliyor, 55 kopyayla gösterime giren film HD teknolojisiyle çekilen ve NBC’nin dijital teknolojinin imkanlarını kullanarak özel bir görüntü çalışmasıyla son halini almıştır. Türkiye’de de Cannes’da olduğu gibi yüksek çözünürlüğe dijital projeksiyonla izlenebilecek olup Türkiye’de Mars Entertainment’ın girişimiyle dijital projeksiyon sistemi yerleştirilen 15 Cinebonus salonunda 2K çözünürlüklü dijital projeksiyon sistemi vasıtasıyla izleyicilerlere sunulmuştur.

Filmi izlemeyen bu kısmı pas geçsin,
Aklımın köşesinde kalan bazı sahnelerden söz edecek olur isem eğer, Servet (
Ercan Kesal) ile Hacer’in (Hatice Aslan) otomobilde geçen sahnesi oldukça güzeldi. Yönetmen burada hem geçen süreyi, hem Servet’in dertlerini anlatmasını hemde Hatice’nin rahatsızlığını oldukça başarılı bir şekilde anlatmayı başarmış. Bu sahne sırasında Servet konuşmakta fakat bize yansıyan görüntüsü konuşmamakta sessiz sakin bir şekilde otomobili kullanmaktadır.

Bir başka sahne ise Hatice’nin Servet beyden yardım istemeye gittiği anda Servet beyin gergin bir telefon görüşmesi yapmasının devamında, derdini anlatacak olan Hatice’nin telefonunun çalması ve ortam böyle gergin iken telefonun neredeyse bir dakika boyunca çantasında bulamamasıdır. Burada telefonun zil sesi Yıldız Tilbe’nin “E mi” adlı parçası olup karanlık ortamı arabeskleştirmekte ve biraz da kültürümüzde olan reddedemeyeceğimiz melodileri ile filme farklı bir tat vermiştir.

Bir başka sahne yalvarma sahnesi olarak isimlendiriyorum, bu sahnede deniz manzaralı belli ki yüksek olan bir tepenin ucunda Hatice’nin Servet’e yalvarması görülür. Fakat Servet sert davranınca Hatice’nin psikopatlaşan tavrı bildiğimiz üçüncü sayfa haberleri kadar gerçektir.

Yine bir başka sahne ise Eyüp’ün kendi karanlığı içerisinde yatakta yakmakta iken ölmüş olan küçük oğlunun arkadan ona görünmeyecek şekilde kolunu dolamasıdır. Bu sahne oldukça etkileyici geldi bana, onun düşündeki özlemi fiziksel manada filme entegre etmem anlamında yerine oturmuş diyorum.

Filmi izlemeyen buradan devam edebilir,
Anlatacak söylenecek çok şey var tabi İsmail’in kendi alemi ve her Türk gencinin sınav bunalımı ile hayat kaygısına yapılan göndermeler, yine İsmail’in trene bindiği zaman başını gelen rüzgara tuttuğu bölümler içindeki karamsarlığı bir süreliğine bile olsa yok edebildiğini aktardı bana. Nuri Bilge Ceylan’ın sinemasını oldukça severim, Ingmar Bergman, Emir Kusturica veya bir Andrei Tarkovsky gibi insan davranışlarını belgesel anlamda incelemesi bana gerçek anlamda film izlediğim hissini verir. Hal böyle olunca başkaları tarafından “yavaş” olarak tabir edilen bu tarz filmlerin gerçek sinema olduğu kanaatindeyim.

Son olarak filmin kazandığı başarıları ve ödülleri listeliyorum, izlemenizi tavsiye eder iyi seyirler dilerim.

2008 – Cannes Film Festivali
· En İyi Yönetmen
2008 – Osian’s Cinefan Film Festivali
· En İyi Yönetmen
2008 -”Manaki Kardeşler” Film Festivali
· Mosfilm Ödülü
· Özel Mansiyon
2008 – Haifa Film Festivali
· En İyi Film
2008 – Asya Pasifik Görüntü Ödülleri
· En İyi Yönetmen

Mad Max (1979) – Kötü film yapma rehberi

Mad Max, Avusturalya’da çekilmiş Mel Gibson’ı ünlü eden, arada sırada televizyonda kaçıncısına denk geldiğimizi sallamadan izlediğimiz bir film. Peki bu film hem kıyamet sonrası türünde anılmayı hem de övgüleri hakediyor mu? Hangi aklı eksik övgüde bulunuyorsa bilemiyorum fakat oldukça başarısız bir film olduğunu söylerek başlamayı tercih ederim.

Öncelikle film, yakın bir gelecekte nasıl olmuşsa bir şekilde kıyamet sonrası adaletin yokolduğu bir düzeni tasvir ediyor. Tasvir ediyor dediysekte, yönetmenin ne anlattığından pek haberi yok. Benzin stoklarının kısıtlı olduğunu anlıyoruz. O zaman benzin çalıp otobanda gezerek çarçur eden motorsikletli denyoların imparatorluk kurması nasıl tutarlı oluyor, henüz ona karar verilememiş. Benzin stoklarında bir sorun yoksa bu safsata ne diye, böyle bir senaryonun gelişmesi için hiçbir geriplan bilgisi yok. Bu senaryoya anti-ütopya demek bile bu kadar köklü bir türe hakaret olur. Bir yanda Brazil, 1984, Cesur Yeni Dünya dururken aynı kefeye bu filmi koymak garip geliyor. Filmi ancak John Carpentervari B Filmler ile aynı kategoriye koymak mantıklı, özellikle Assault on Precinct 13 bunlara en güzel örnek. Tabi filmin biraz da anti-ütopyaymış gibi ciddiye alınıyor olması B Filmi bayağılığından keyif almayı son raddede engelliyor.

Filmin senaryo açısından B Filmi bayağılığı da mevcut, intikam almaya kalkan adam teması gazlanıyor. Ama sorarım karısını öldürtmeye çalışan bir adamın intikam alması ne kadar mantıklıdır :) ? Max öncelikle karısını tek başına dondurma almaya gönderiyor, orada karısı bir saldırıya uğruyor. Ardından sığındıkları evde ıssız ormanın içinden sahile tek başına gitmesine izin veriyor, karısı dönerken gene saldırıya uğruyor. Kadın bundan da kurtulduktan sonra eve geldiğinde Max karısının yanında durup korumak yerine, ormana saldıranları bulmaya gidiyor. Tabi o gittiğinde de saldırgan çete karısına ulaşmış oluyor. Ardından karısını ve çocuğunu öldüren çeteyi intikam ateşiyle anında yokeden Max’in bunun için harcadığı eforun anlamsız derecede küçük olması, bunu da sol dizinden vurulmuş ve sağ kolundan motorsiklet geçmişken yapması oldukça absürd. Bu kadar dandirik bir çeteyle başa çıkamayan devlete koyayım afedersiniz, o değil buna film çeken mantığa koyayım. On beş dakikada bitecek filmi iki saatlik motor sesi seremonisine çevirmek nasıl mantıklı gelmiş merak konusu…

Filmin tekniği de “B Film de B film” diye kıvranıyor. Müzik kullanımı, müziksiz filmler istemenize sebep oluyor. Hiçbir gerilim anı, sahne başlamadan 20 saniye önce giren gerilim müziği yüzünden gerici olmuyor. Konuşmaların ardına konmuş olan müziklerin anlamsız ve gereğinden fazla yüksek seste olması da cabası. Sahneler ise komiklik derecesinde sınır tanımıyor, kabustan uyanan Max sahnesi ya da Max’in yanmış iş ortağını gördüğü sahne başlı başına birer kabus.

Kısaca demek istediğim, bu filmi hala anti-ütopya kategorisine koyanlar tekrar tekrar kitaplarını filmlerini karıştırmalı. B Filmi olmayı da kabullenemeyen film, keşke B Filmi olmayı becerebilseymiş. B-(B Eksi) Filmi belki doğru tanım olabilir.

Volver (2006) – Almodóvar’a yakışmayan bir film

Film bir anda bir sürü konuya değinmiş ama açıkçası hiçbirini tam olarak anlatamamış. Ortada cinayet, tecavüz, yalan ve doğüstü olaylar hatta aile bağları bile var. Bu kadar malzemenin içinden toparlayıp bir konu çıkaramamış yönetmen. Sıkıcı bir film değil ama film bittikten sonra eee tepkisini vermekten alıkoyamıyor kendisini insan. Karakterlerin hangi hareketi ne amaçla yaptığı bir türlü anlaşılamıyor. Kopuk kopuk saçma birşeyler ortaya çıkıyor.

Film mezarlıkları temizlerken neşeli neşeli sohbet eden bir grup kadını göstererek başlıyor. Sonra bayanlar yaşlı ve alzheimer olan teyzelerini ziyaret ettiken sonra hippi bir annenin ot kafasıyla gezinen 40′larında olan komşuyu da ziyaret ediyorlar. Sonunda bütün bu ziyaretler bir anlam kazanıyor fakat sahneler o kadar abartılı, o kadar “bağımsız sinema”vari yapılmaya çalışılmış ki insanın gözünü oyuyor. Yel değirmenleri, parlak renkler, iri göğüslere dikizler… Bu film cidden benim tarzım değil. Sözümona doğal ve seyirciyi umursamaksızın geçen diyaloglar filmi film olmaktan uzaklaştırıyor.

Bilmiyorum ben mi çok ağır eleştiriler yapıyorum ama filmde olumlu pek birşey bulamıyorum. İlginç bir şekilde bu film kült filmlerden biri ve oylama yapılan sitelerde en az 7/10 almış, ayrıca Oscar’a aday gösterilmiş ve farklı yerlerden 44 ödül de kapmış.

Benim mi gözden kaçırdığım bir şeyler var bilmiyorum ama bu filmi Almodóvar’a kesinlikle yakıştıramadım.



Casino Royale (2006) – Bond başlıyor

Aynen Batman serisinin yenilemeden geçme sürecinden geçmesi gibi Bond serisi de bir yenileme sürecinden geçmeye mahkum kaldı. Bond, Batman serisinden kat be kat demode ve kalıplara sıkışmış durumdaydı ki böyle bir yenilik yapılmasa dünyanın en eski seri filmlerinden birinin artık anlamlılığını yitirmesi kaçınılmazdı. Bunun için de öncelikle yeni Bond araştırıldı, Daniel Craig ilk sarışın 007 olarak önümüze sunuldu. Ardından senaryoda biraz daha günümüze uyum sağlaması amaçlı değişiklikler yapıldı. Bond yeniden başlamaya hazırdı.

Bu yenilemenin sonucu olarak senaryoda Bond’un Bond oluşunun yani MI6′daki ilk günlerinin anlatılması uygun görülmüş. Filmin James Bond’u tekrar hareketlendirdiği ve Pierce Brosnan’dan kalan ölü toprağını silkelediği söylenebilir ama film gene de bir James Bond filmi. Bu bağlamdan çıkmadan değerlendirmek daha doğru olur diye düşünüyorum. Öyle düşününce de gene filmin Bond kalıplarına sıkıştığını söylemek yalan olmaz. Aklınızda bulunarak devam edin.

Filmin açılış sahnesi hareketliliği ile insanı içine alan güzel bir sahne olmuş. Vinçlerin büyüklüğünün vurgulanması ve Free Running’in filme sokulması mükemmel olmuş. Tip ve hareketler tanıdık gelince bombacımızın Sebastien Foucan yani Free Running’in mucidi olduğunu öğrenmek daha mesut edici ve hoş. Bu spor(!) akımının 007 filmine girmesi önemli. Filmimiz açılış sahnesinden aldığı gazla son sahneye kadar akıyor gidiyor.

Spoiler başlıyor
Fakat film Vesper ile Bond’un iyileşmesinden sonra saçmalıyor. Her insan evladı bilir ki Bond asla emekli ya da aşık olamaz. Olursa nolur film serisi biter. Bu durgun saadet sahneleri de hanım kızımızın -beklenen- gizemli ölümü ile bitiyor. Devam filmine kapı açılıyor. İlk defa bir Bond filmi devam filmi beklentisi ile jeneriğe ulaşıyor.
Spoiler bitiyor

Film boyunca Bond karakteri elbette eski filmlere göre daha sağlıklı anlatılmış artık Bond da hata yapıyor. Belki de bundan sonra daha az hata yapacak, çünkü Bond bu filmde henüz taze bir ajanımız. İleride kaşarlanıp Bond kızlarından Bond kızlarına, maceradan maceraya atlayacak ve hataya vakti dahi olamayacak. Gene eski Bond’umuza erişmemiz yakındır.

Spoiler başlıyor
Duş sahnesi konusundaki abartıları da kınamadan geçemiyorum. Belki Bond için yenilikçi olabilir ama sahnenin şişirildiği görüşündeyim. Sahneyi izlerken benim midem bulanmıştı açıkcası. Birisi “Ellerimde kan var gibi, bir türlü temizlenmiyor.” derken parmaklarını sanki tahrik edermişcesine boğazına kadar sokmak ve “Şimdi daha iyi!” demek, kötü hisseden kişinin daha da moralman çökmesine neden olur. Bir kişi eğer ellerinde kan olduğuna inanıyorsa ve kendini kirlenmiş hissediyorsa, Bond’un yapması gereken sanki çok kötü bir leke varmış gibi kızın ellerini kendi elleriyle temizlemeye çalışmak olmalıydı. Böyle sanki hayali kanı yalayarak ya da emerek temizlemeye çalışıyor gibi oluyor. Bunun kadar iğrenç bir metafor da sanırım kimsenin istemediği bir şey olurdu. Resme bakarsanız Bond amcamızın kızın elini nasıl sömürdüğünü görebilirsiniz. Neyse yeni ajan ya, acemiliğine ve yaptığı hatalara verebiliriz bunu da. Gene de bunun mantıksızlık içeren bir sahne olması gerçeğini değiştirmesi mümkün değil. Senaryo oturduğun yerden yazınca o kadar oluyor demek ki.
Spoiler bitiyor

Son olarak filmin jeneriğine hasta olduğumu söylemeliyim. Belki de Bond filmlerindeki en iyi jenerik olmuş. Chris Cornell’in Bond parçası da hoşuma gitti. Filmin çekimleri de çok dinamik ve aksiyonu hissettiriyor ama keşke bir de Daniel Craig amcamıza benzeyen bir dublör bulsalarmış bu sahneleri ızdıraba çevirmeselermiş. Daha önce de söylediğim açılış sahnesi gerçekten müthiş. Fakat toplama bakarsanız günümüze uyarlanmış bir Bond’dan başka bir şey bulamayacaksınız. Ne sinema için ne aksiyon filmleri için bir dönüm noktası, olsa olsa Bond’un ölümden döndüğü film denebilir. Diğer Bond filmleri gibi izleyip unutacaksanız bir sorun yok, izlemek hiçbir şey kaybettirmez.

2 Days in Paris (2007) – Kadına, erkeğe ve ilişkilere dair

Amerika’da yaşayan ve sevgili olan Marion (Julie Delpy) ve Jack (Adam Goldberg) Avrupa tatilleri kapsamında Marion’un Paris’teki ailesini ziyarete gidiyorlar. Fakat Paris’te Marion’un sadece ailesi değil eski sevgilileri ve anıları da bulunuyor. Aynı zamanda aile de öyle bildiğimiz ailelerden değil kendine has uçuk kaçık bir aile. Ne sınırlar, ne nezaket ne de gizlilik sözkonusu. ***Spoiler: Baba tam bir Jim Morrison düşmanı. Filmin ilerleyen sahnelerinde Marion’un annesinin Jim Morrison’la uzun yıllar önce yatmış olduğunu öğreniyoruz ve Jack’in muhteşem tepkisiyle karşılaşıyoruz: Annesi de kaşarmış!!

Marion film boyunca eski erkek arkadaşlarıyla görüşüp eski ilişkilerini hatırlıyor ve Jack de sevgilisinin hiç bilmediği yanlarına tanık oluyor ve sırlarını öğreniyor. Bu da Jack’te kandırılmışlık ve aldatılmışlık hissi yaratıyor ve ilişkiyi sorgulamaya başlıyor. Jack’in son derece huysuz ve aksi bir adam olması da Marion’un aklını karıştırıyor. Paris’teki iki günlük tatil tam bir işkenceye dönüşüyor.

Filmde kadının özgürlüğe düşkünlüğü ve kendi fesatlığı yüzünden erkeğini çileden çıkartması erkeğin ise büyük anlayış göstermesi ve kadının yaptıklarının zerresini yapmamasına rağmen haksız konuma düşmesi çok tatlı ve komik bir şekilde işleniyor. Anlatılan olaylar o kadar tanıdık o kadar bilindi ki film boyunca gülüp gülüp düşüncelere dalıyor insan. Kadın erkeğe karşı duruşunu korumaya çalışırken farketmeden yaptığı çirkeflikler ve erkeğin yağ sabır çekerken yavaş yavaş aşkını kaybetmesi rengarenk bir atmosferde sunuluyor. Sahneler o kadar güzel mekanlarda, o kadar güzel renkler içinde çekilmiş ki insanın koşup Paris’e gidesi geliyor. O yüzden Julie Delpy’i muhteşem yönetmenliğinden ve şirin oyunculuğundan dolayı ayakta alkışlıyorum.





Karşı cinsi azıcık da olsa anlamaya çalışan, terkedilmiş, aldatılmış, ilişki üzerine kafa patlatan ya da sadece eğlenmek isteyenlere kesinlikle tavsiye ediyorum…

Das Leben Der Anderen (2006) – Doğu Almanya’dan Sevgilerle

Film, Berlin duvarı yıkılmadan kısa bir dönem önceki Almanya’da geçiyor. Dönem hükümetin her alanda baskı kurduğu, sansürlerin, takiplerin, insanların özel hayatlarına müdahalenin havalarda uçuştuğu zamanlar… Her ülkede olduğu gibi sanatçı hükümete muhalif bir tavır sergiliyor ve sanatını özgürce icra edemiyor. Başrol kahramanlarımız Georg ve Christa-Maria da (Sebastian Koch, Martina Gedeck) bu sanatkarlarımızdan. Sevgili Georg solcu tiyatro senaristlerinden, Christa ise kendine güvenini kaybetmiş, sevgili kontenjanından Georg’un oyunlarında oynayan bir tiyatrocu. Diğer başrol oyuncumuz ise bu çiftimizi dinlemekle görevlendirilmiş gizli bir ajan (Ulrich Mühe). Ajan işini hayatı haline getirmiş, mutluluktan yoksun bir vatanseverken, dinlediği çift onun hayatını değiştiriyor. Kendi hayatını değil çiftin hayatını kendi hayatı gibi yaşamaya başlıyor ve işlerin seyri değişiyor.

Film insani duyguları çok güzel inceliyor. Benliğini korumak, işini korumak, ilişkisini korumak ve hayatını kurtarmak arasında çelişen hayatları etkili bir şekilde anlatıyor. Hepimizin yaşadığı çelişkileri o dönemin diliyle, o memleketin görenekleriyle karşımıza getiriyor. İşin güzel yanı bunu sadece bir karakter için değil filmdeki tüm karakterler için işliyor. Ayrıca duvarın yıkılışı öncesi ve sonrası değişen hayatları ve sanat anlayışını da azıcık ucundan da olsa gösteriyor.


Filmin sanatsal boyutundan da bahsetmemek olmaz diyorum. Renkler ve ışık itina ile ayarlanmış filmin verdiği duyguyu kaş göz yararak beynimize kazıyor. Her hayatın, her duygunun, her durumun rengi ve ışık tonu farklı ve itina ile seçilmiş.


Bir de gizli polisimiz Herr Wiesler’den (Ulrich Mühe) ayrıca bahsetmek istiyorum. Film boyunca hırs, acımasızlık gibi duygularla birlikte, aşk, merhamet, çocuksuluk ve yalnızlık gibi duyguların hepsini aynı karakter üzerinde şaşılacak bir tutarlılıkla aktarmış. 22 Temmuz 2007′de kaybettiğimiz son derece başarılı bu aktör film dünyası için ciddi bir kayıp bence…


Şunu da belirtmek isterim. Filmden çıktıktan sonra kendime gelmem büyük bir zamanımı aldı. Her sahneyi bir daha yaşamak hatta filmi hiç izlememiş olup bir daha bir daha izlemek istedim. Bir an önce en az 21 inch ekranda izlenmesi gereken bir film diyor iyi seyirler diliyorum…

***Spoiler: Bir parti sonrası birbiriyle romantik anlar yaşayan ve birbirine sarılan çiftimizi dinleyen ajanımızın aynı anda hemen üst katta yapayalnız kendi kendine sarılması içler parçalayıcıydı. Onların mutluluğunu ve paylaşımını azıcık da olsa yaşayabilmek için fahişeye sohbet edelim mi diye para teklif etmesi ise çok etkileyiciydi. Filmin sonunda kendine ithaf edilmiş kitabı satın alırken kendine hediye aldığını belirtmesi ve konumuna rağmen bu kitabı çocuksu bir mutlulukla eline alıp hiçbir şeyi umursamaması muhteşem bir son noktaydı. Evet bütün sahneleri anlatmak istiyorum…

Testament (1983) – Bildiğimiz felaket filmlerinden değil

Günümüzün felaket filmlerine baktığımızda yıkılan özgürlük anıtları, gökdelenler, patlayan mekanlar, fırlayan insanlardan geçilmiyor ortalık. Bir de nedense gelen hep Amerika’nın başına geliyor ve bir şekilde başkanın yarattığı mucizeler ya da bir kahraman modeli ile basit bir şekilde sorunlar çözülüp beyaz sarayın bahçesinde nuhun gemisi havası yaşanıyor. Filmler efektlerden bağımsız değerlendirildiğinde bir avuç klişeden fazlası kalmıyor elimizde…

Testament’ı ele aldığımızda klasik bir Amerikan 80′ler filmi gibi başlıyor. Sağlıklı bireyler, güzel bir ev, kendi içinde ufak tefek problemler yaşasa da mutlu gözüken ve birarada durmaya çalışan sevimli bir aile… Bu sahneler öfleyip pöflemelere yol açmaya başladığı anda filmin seyri bir anda değişiyor. Lafın gelişi bir anda değil cidden bir iki saniye içinde filmin gidişatı bambaşka oluyor. Bir anda mahvolmuş hayatlar bitmiş, yaralı, çaresiz insanlar görmeyi beklerken sadece tedirgin ve anlam verememiş insanlar görüyoruz.


Filmin en güzel yanı bir felaketi değil, bir felaket esnasındaki insan psikolojisini işliyor olması. Film insanı derinden etkiliyor çünkü konu ve durum olabildiğince doğal, ve gerçek işlenmiş, insana “ben de böyle hissederdim” dedirtecek cinsten. Özellikle anne (Jane Alexander) ve çocukların ölüme karşı duruşları yaşlarına göre ve aile içindeki konumlarına göre süper uymuş.

Oyunculara değinmeden geçemeyeceğim… Filmin büyük bir kısmını aslında çocuk oyuncular götürüyor. Yaşlarına rağmen muhteşem bir performans sergilemişler. Sanki filmi yaşıyormuş gibi oynuyorlar ve izleyiciyi de filmin içinde yaşatıyorlar. Filmden sonra çocukların yaşadığı travmayı ve ruhsal çöküntüyü hayal bile edemiyorum. Filmin yan rollerinden birinde yeni anne baba olmuş genç bir çiftimiz var. Baba gözlere bir yerden tanıdık geliyor. Daha yakından bakıldığında bu gencimizin Kevin Costner olduğu anlaşılıyor. Oyunculukta ilk senesi ve oynadığı 7. film. İnsanın içi burkuluyor. Bir zamanlar ne kadar yetenekli, genç ve yakışıklıymış kendileri. Yeni baba olmuş çaresiz, toy ve endişeli bir adamı ne kadar da iyi anlatmış bizlere. Helal olsun demekten alamıyorum kendimi…



Filmi baştan sona anlatmak tek tek her sahneden ve ayrıntıdan bahsetmek isterdim sizlere. Fakat izlemenizi kesinlikle tavsiye edeceğimden susuyorum şu noktada. Kişisel takıntılarımdan yola çıkarak tek bir öneri: 80′ler filmi diyerek lütfen bu filmi izlememezlik yapmayın. 80′ler filmlerini genelde sevmem ve sıkıcı bulurum fakat kesinlikle bu fim bir istisna…


***Spoiler: Film boyunca felaketin nükleer bir felaket olması dışında konuya ait hiç bir bilgi vermemesi süper. Hala düşünüyorum bu bir savaş mıydı, santral patlaması mıydı, başka bir kaza mıydı diye…

Transformers (2007) – Tüm Autobotlara Selam Olsun

Çocukken deli gibi izlerdik. Zamanında çocuk olmuş (?) herkes anlayacak söylemek istediğimi eminim. Çizgi filmleri güzeldi büyülerdi beni adeta, hayalimde canlanırlardı, izlemeyi çok severdim. O dönem yine Ninja Kaplumbağalar vardı bilirsiniz fakat Transformers’ın yeri benim için hep ayrı olmuştur.

Yine süper kahraman filmlerinin adeta türediği bir dönemde bu neslin başaralı üyelerinden biri diyebilirim bu sinema uyarlaması için. Özellikle Michael Bay’in yonetimine hayran kaldım.
Filmde ayrıca Stephen Spielberg’in parmağı olduğunu söylemekte fayda var. İyi hafızalar bu katkının etkileri rahatlıkla ayırt edebilecektir. Çatışma sahneleri, savaş sahneleri ve fizik olgusu filmde çok mantıklı.

Biliyorsunuz tonlarca ağırlıktaki robotların savaştığı bir filmde fizik iyi değilse o film rezil olacaktır. Bu film için yerçekimi ivmesi 9.81 m/s2 ve bildiğimiz dünya koşulları aktif. Etkileri ve etkileşimleri gözlemlediğimiz saheler birbiri ile örtüşür niteliğe sahip olmakla birlikte film izlemem esnasında “vay anasını!” gibi cümleler kurmama neden olmuştur.

Bir Autobotun bile yeri çok önemli olup zaman geldiğinde onun için üzülebileceksiniz. Görsel efektlere şapka çıkarıyorum kalitesi yoğunluğu ve kullanımının yerindeliği geçer not aldı benden. Optimus Prime’ın girişte ve filmin çıkışında yapmış olduğu konuşmalar da hayli etkileyici olup robotların seslendirmeleri oldukça başarılı. Bu film görsel bir film olduğu için burada oturup olanı biteni, çatışmaları sahneleri anlatmam mantıksız olur. Bunun ötesinde birşeyler anlatmayı da uygun görmüyorum. Bizzat sizin deneyim etmeniz gerekiyor, masraftan kaçınılmamış bir film olduğu kesin. Yine aynı şekilde çok emek harcanmış olduğunu düşünüyorum.

Netice olarak çok fazla söze gerek yok diyorum, alın izleyin diyorum çünkü anlatabileceğim çok birşey yok malesef. Yazımın sonuna doğru bile olsa durumu özetlemem gerekirse şöyle söyleyebilirim. Dünyada olmaması gereken birşey dünyaya gelir. Yıllarca insanlar onun varlığından habersiz yaşar. Bir kaptan bulunmaması gereken şeyi bulur ve onun yeri gözlüğünün camına işaretlenir. Sonrasında ise kaptanın neslinden olan esas çocuk bahsi geçen gözlüğü ebay aracılığı ile satmaya çalışırken iyi ve kötü robotlar tarafından tesbit edilir. Sonrasında ise bolca aksiyon ve bu tarz filmleri sevenler için görsel yanarlı dönerli şölen var:) .

Quantum of Solace (2008) – Yine Yeniden Bond, James Bond

Evet yine bir Bond filmi ile karşı karşıyayız bu nedenle bu filmden beklentiler hemen şekilleniyor kafamızda. Bundan önce Bond filminde Daniel Craig’in performansını oldukça beğenmiştim. Çünkü bu son Bond’umuz diğer Bond’lara benzemeyen cinsten. Zaten kendisi açıklama yapmış bir daha Bond filminde siyahi bir Bond olsun demiş. Artık ne kadar doğrudur bilmiyorum orası ayrı siyahi bir Bond nasıl olur İngilizler açısından merak ettim doğrusu.

Filme dönecek olursak önce Daniel Craig’in filme çok şey katmış olduğunu söyleyebilirim. Çünkü eski Bond’lar genelde yakın dövüş yapma geleneğine sahip değillerdi. İşlerini güvenli mesafeden buna uygun silahlar kullanak çözen yaradılışa sahipleridi. Fazla pis işlere karışmayan, saçlarını düzgün tarayan eli yüzü temiz adamlardı. Ne mutlu bize son Bond’umuz öyle değil. Vuruyor, kırıyor, yüzü parçalanıyor, dövüşte kan ter içinde kalıyor, hasımları ile boğuşuyor, damdan dama atlıyor, sıçrıyor, hopluyor, koşuyor ve bize kovalamacanın adrenalini yansıtmayı başarabiliyor. Yani anlayacağınız “varolan” Bond çizgisinden izleyiciye lezzet vererek uzaklaşıyor. Zaten bunu bilen senarisler ilk filmde olduğu gibi aşırı derecede kovalamaca sahneleri ile bezemiş son filmi. Bu açıdan bu Bond’u seviyorum bana mücadele ettiğini gösteriyor. Bu filmde pek teknoloji kullanılmamış olduğunu gördüm dövüş sahneleri yine çok iyi olmuş diyorum fakat önceki filmin tadını alamadığımı da söylemek istiyorum. Önceki film bana göre yapılmış en iyi Bond filmiydi, çok esiklere gitmeyecek olursak eğer Pierce Brosnan döneminin filmlerinin bana oldukça vasat geldiğini söyleyebilirim. Hele Bond imajını bu denli etkileyen bir yüze karşı Danial Craig’i seve seve destekleyebilirim.


Önemli noktalardan biri artık izleyiciyi kusturacak derecede bol aksiyor olması olabilir. Bond’nu yaşama olan bağlılığını ve aşkını seviyorum. Adam ölmemek için 9 takla atıyor ama ölümden de ayrı düşemiyor. Resmen ölümle el kol şakası yapıyor e tabi film bu gerçekte onun yaptıklarını ben yapmaya çalışsam en az 200 kere ölürüm diye düşünmüşlüğüm vardır kendi hesabıma ( :) ). Filmin beğendiğim kısımlarından biri giriş sahnesidir. Giriş sahnesi derken jeneriğin aktığı sahneyi kastediyorum harika yapmışlar hayran kaldım. Filmin ana müziğini de tuttum ayrıca kum çöl teması ve su kıtlığına dikkat çekilmesi hoşuma gitti. Petrol petrol nereye kadar içecek suyumuz olmadıktan sonra.

Aston Martin’imizden tutun kötü adamların tiplerine ve güzel kızlarımıza kadar herşey bilindik Bond filmi çizgileri taşımakta yine. Fakat son iki Bond filminde de kadınları eşya gibi görmekten biraz uzak bir Bond resmi çiziliyor. Bu hoşuma giden bir nokta özellikle önceki filmde duşta oturdukları sahne çok hoşuma gitmişti.

Eğer okalı bir aksiyon izlemek istiyorum, dur durak olmasın istiyorum, bol bol vurdu kırdı, aha da vazo kırıldı istiyorsanız izlemenizi önerbilirim. Önceki filmi bundan önce izlemenizi tavsiye eder rahatlıkla bu filmden daha güzel olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Burn After Reading (2008) – Fargo’yu özleyen var mı?

Coen Biraderler, Oscar’lı No Country For Old Men ardından arayı fazla soğutmadan tekrar karşımızda. Bu sefer geçen sene tatmin edemedikleri hayranlarını tatmin etmeye geldiler ve favori türleri ile yani “şiddete bulanmış saçmalık-salaklık komedyası” ile karşımızdalar. Tabi favori türleri demek ne kadar doğru olur bilemiyorum çünkü bu tarzı ustalaştırıp kendi lisanslı ürünleri haline getirenler zaten bizzat kendileri. Bakalım Coen Biraderler kendi sularında bu sefer neler yapmışlar…

Alkolik olduğu gerekçesiyle işten atılan Osbourne Cox, eşinin de boşanma işlemleri başlattığından habersizdir. CIA’de çalışan kocasının finansal durumunu hukuk firması için çalmaya çalışırken bazı belgeleri de cd’ye kopyalayıverir. Bu belgeler bir şekilde vucüt geliştirme salonunda çalışan iki kafadarın eline geçer. İşte o andan itibaren istihbaratın göreceliliğine doğru bir yolculuk başlar…

Göreceli dedik ya hiçbir şey hiç kimsenin sandığı şekilde değildir. Filmin dayandığı ana nokta da burası. Sadece senaryo değil Coen Biraderlerin oyuncu seçiminde de mükemmel tercihler yaptığını söylemeye gerek yok sanırım. Filmin kadrosuna bir kez bakıldığında yıldızlar listesi gözden kaçmıyor. Francis McDormand ve George Clooney, Coen Biraderlerin filmlerinde tanıdık simalar olsa da. Filmde ilk defa Coen Biraderlerle çalışan Brad Pitt, John Malkovich, Tilda Swinton da rollerine hem cuk oturmuş hem de hiç yabancılık çekmemiş gibi, hepsi tam performanslarını göstermiş. Bu oyuncu kadrosunu Coen Biraderler yönetiminde görmek için bile kaçırılmaması gereken bir film kannımca. Ayrıca söylenmesi gerek ki, bu oyuncu kadrosunun toplanmasında prodüktörlerden çok Coen Biraderlerin emeği olduğu ortada, artık her yaptıkları projenin o kadar farklı ve kendilerine has olacağına inandırdılar ki Hollywood’u, oyuncular ikilinin kucağına kendilerini bırakıveriyorlar. Farklılaşmak, kendi kalıplarına yabancılaşmak için bir araç gibi görüyorlar.

Film aslında ajanlıkla yakından ilgileniyormuş gibi duruyor senaryoya bakıldığında, spoilersız olması için böyle verilmiş olan özet sizi kandırmasın, film ne politik bir bilinçaltı peşinde ne de ajanlarla ilgili. Aslen filmin konusu her biri bir soruna sahip karakterlerin paranoyaklıkları, kendine güven eksiklikleri ile ilgili, tabi istihbarat konusunda da saplantıları da eksik etmemek gerek. Coen Biraderler bulabildikleri tüm alakasız karakterleri önce bir güzel karıştırıp sonra da hepsini birbiri ile koparılamayan bir bağla bağladıkları bir senaryo ortaya çıkarmış. Bu kadar absürd karakter de film tarzının absürdlüğünü pekiştirmiş haliyle.

Filmden özellikle sahne seçmek istemiyorum ama her ne kadar filmin bir durum kontrolü gibi dursalar da CIA’de, gelişen olayların mercek altına alındığı dakikalar gerçekten çok güzel sahnelerdi. İnternette biraz filme getirilen yorumları araştırdım ve en garipsediğim tepki filmin sonunun eksik olduğuydu. Seyirciye bile son anda durum kontrolü veren -ki en güzel sahnelerden biri- bir filmin nasıl sonu havada diye eleştirilir merak ediyorum. Bu eleştiriler No Country For Old Men’e gelse anlamlı olacak belki ama yorumsever kitlelere tembel seyirci alışkanlıklarını bırakmalarını dilemekten başka bir şey gelmiyor elimden.

Neyse yazıyı toparlamak gerekirse film Fargo gibi yavaş yavaş başlıyor fakat sonlarına doğru hızlanıp histeriye kapılıyor. Her saniye bir şok diğerini kovalıyor. Eğlenceli bir vakit geçirmek istiyorsanız, Coen’lerin diğer şiddet soslu komedilerini de izleyip sevdiyseniz(diyelim ki Big Lebowski ya da Fargo vs.) bu filmi kaçırmayın. Eğer diğer filmleri henüz izlemediyseniz de kesinlikle geri dönüp onlara bir göz atın derim. Herkese iyi seyirler…

Tropic Thunder (2008) – En hakikisinden Hollywood taşlaması

Hollywood taşlaması deyince akla Scary Movie ile zirveye ulaşan ciddi film seyircisinin bilgi seviyesini sınayan eğlence çeşidi akla geliyor. Fakat bu tür öylesine sululaştı ki, bugünlerde artık tür sınırlarına giren filmleri izlemek, bırakın keyif vermeyi, vakit kaybı olmayı ıskalayamıyor. Son örneklerden Disaster Movie, fragmanında bile insanı kusturabilecek kalitesizlikte esprilere sahip mesela. Tropic Thunder, tür filmlerinden daha tür tanımlamasında ayrıklaşıyor, çünkü film başka filmleri materyel olarak kullanmasının yanında aslen Hollywood’un film yapımı aşamasında sahip olduğu kalıplara bir sağdan bir soldan vuruyor. Vietnam filmi görünümü altında her bir tarafa verip veriştiriyor.

Öncelikle filmin afişi ile başlamak şart, afişle ilk karşılaşmam tanınmaz haldeki oyunlar nedeniyle uzun süre bilincimi kaybetmeme neden oldu. Öncelikle Ben Stiller’ı gördüm, evet bunu tanıyorum demem uzun sürmedi. Ama hemen ardından sarı saçlı bir Jack Black ve zenci(!!!???!) bir Robert Downey Jr. kafamda parantez içinde de paylaştığım anlamsızlıklara gömülmemle sonuçlandı. Tek başına ilk anlık şokun bile filmi izlemem için motive edici olduğunu söylemem gerek.

Zenci Downey Jr. demişken film Vietnam’da çekilen bir filmin setine götürüyor bizi ve o filmde oynayacak oyuncuların karakterlerine değinmemek olmaz.

Tugg Speedman(Ben Stiller), aksiyon filmleri ile yıldızı parlamış ama ardı arkası gelmeyen devam filmleri ile sönmeye başlamış durumu kurtarmak için her Hollywood yıldızının yapacağı gibi zihinsel engelli birini canlandırmış bir aktördür. Tabi son çabası da dünyanın en kötü filmi olarak anılmaya başlanınca bu film kendisi için son şans olmuştur.

Kirk Lazarus(Robert Downey Jr.), tam bir metot oyuncusudur. Çektiği filmlerde oynayacağı karakterleri yaşamakta üstüne yoktur ve bu film için de estetik ameliyat ile cilt rengini koyulaştırarak zenci olmayı kabul etmesi ne kadar metot oyuncusu olduğunu kanıtlar niteliktedir.

Jeff Portnoy(Jack Black), iğrenç ötesi espri anlayışı içeren basit filmleri ve uyuşturucu bağımlılığı ile ünlü bir oyuncudur.

Alpa Chino(Brandon T. Jackson), hiphop yıldızı filme biraz da gişe kazandırmak amacıyla katılmış bir şarkıcı/oyuncudur.

Kevin Sandusky(Jay Baruchel), her Vietnam filminin olmazsa olmazı gözlüklü ve cılız askeri canlandıran henüz kariyerinin başlarında bir aktördür.

Eh bu garip kadro, bir de gelecek vaadeden genç bir İngiliz yönetmene teslim edilince film daha ilk haftadan takviminden geride kalmaya başlar. Bunun sonucunda da filmin uyarlandığı kitabın yazarının önerisine uyan yönetmen ormanı gizli kameralarla donattıktan sonra oyuncuları ıssız bir yere bırakıp ellerine de sahne listesini ve haritayı tutuşturur. Ardından daaa, filmin laneti geri döner ve olaylar burdan sonra sarpasarar.

Filmi kısa bir şekilde özetlemek maalesef mümkün değil, ne kadar uğraştıysam da gene biraz bilgi vermek ve uzatmak zorunda kaldım. Çünkü filmi film yapan kısmı senaryonun daha başlangıçta verdiği karakter çeşitliliği. Böyle karakterleri yazan adamın sırtı yere gelmiyor zaten ve film tam gaz devam ediyor.

Filmde en beğendiğim nokta Vietman filmlerine dokundurmalar mevcut olmasına rağmen bunların çok küçük canlandırmalar şeklinde kalması. Bunun sayesinde dokundurulan filmlerin oldukça gerzek bir senarist tarafından kolaj yapılmış hali gibi duran bir filmi izlemiyorsunuz. Filmin kendi senaryosu var ve buna sadık gidiyor, sadece arada dokundurmalar devreye giriyor.

Giriş de alışılmışın dışında, filmde oynayacak oyuncuların diğer filmlerinin fragmanlarını izliyoruz. Buradaki dokundurmalar inanılacak gibi değil, özellikle Kirk Lazarus’un Satan’s Alley filminin fragmanında ilk kahkaha krizinize girmeniz olası.

Ardından devamı da geliyor, daha da fazla filmin içine girip sahne anlatmayı anlamsız buluyorum. Filmde oynayan oyuncuları seven gitsin izlesin, bence Robert Downey Jr.’ı bu rolde izlemek için bile gidilir. Ayrıca filmde sürpriz isimler çok iyi kullanılmış, Tobey Maguire, Jon Voight ve burada kim olduklarını söyleyemeyeceklerim :) .

İzleyin, izletin…

Kirk Lazarus’tan bir alıntıyla bitirelim;
“I’m the dude playing the dude, disguised as a dude.”

Gene de bir kaç spoiler yapmadan kendimi alıkoyamayacağım, işte onlar;

  • Kirk Lazarus’un Speedman’a asla tamamen gerizekalı bir karakter oynamaması konusunda öğütü çok başarılı.
  • Metot oyuncusu olsan da kimliğini ne olduğunu bilmek gerek. Lazarus filmin %90′ında zenci oynadıktan sonra Avusturalyalı kimliğine bürünüyor. NYC’li Downey Jr.’a metotsal açılımlarından dolayı hasta olmamak elde değil. Zaten zenci izlediğimize inandırmıştı, bir Avusturalyalısı kalmıştı. Mükemmel…
  • Nick Nolte ve Tom Cruise, oha hakkaten. Böyle bir casting daha önce yapılmadı. Cruise, hayatının rolünü oynamış hele şu antipatik Scientology ıvır zıvırı arasında kendisinin bir an aktörlüğü ile gördük ekranda unuttuk garip dini inanışını :) . Playaaa!