Filmi izlerken oluşan düşüncelerin toplamına biz burada, izlerkenkiler diyoruz. Niye mi öyle diyoruz? Web denen şey artık alınabilir tüm alan adlarını tükettiği için.
1. Dünya savaşı sırasında bilim adamlarının yaşadıkları zorlukları ve bu zorlukları aşmanın yine bilim olduğunu düşünen iki teorem çürütücünün, yani Alman Einstein ve İngiliz Eddington’ın gerçeklere dayanan hikayelerini, yarı belgesel yarı film havasında izleyiciyle buluşturuyor.
1919 da Afrika’daki Güneş Tutulması ile başlayan filmin hikaye zincirini anlatmak için 1914 yılına geri dönüş yapıyor.Eddington, İngiltere’nin en iyi ölçüm yapan bilim adamı olarak kabul edilirken,Einstein şöhretten uzak, çekim kuvveti hakkındaki görüşlerinde yeni yeni ilerleme kaydeden bir bilim adamı olarak tanıyoruz.Bu sırada yine fizikçi olan karısı ile olan ufak problemleri ve çocuklarıyla olan yakın ilişkisine de anlatan hikaye, belgesellerin o sıkıcı havasını dağıtıyor.
Bilimi takip eden izleyicilerin karşısına bu sefer yine tanıdık bir isim, Max Planck çıkıyor ve İsviçrede sevimli bir hayat yaşayan eski dostu Einstein’ı Almanya ya zor bela geri götürüyor.Almanya ya geri dönen Einstein, Hitler hegomanyasındaki Üniversitede, bir yanda araştırmalarını tohumlandırıyor, diğer yanda Hitler politikasına karşıinsancıl yönünü kaybetmiyor ve bilimin yanlış kullanılmasına karşı olan tepkilerini korkmadan dile getiriyor.
İngiltere’de ise bilim konusunda bağnazlığın diz boyu olduğu bir ortamda çalışan Eddington ,bu bağnazlığı yıkmaya ve bilimin ilerlemesini sağlamaya çalışıyor.Bunu Einstein’ın elektromanyetik ışınım konusundaki kitabını okuduktan sonra Almanya daki Einstain ile karşılıklı yazışılan mektuplarla gerçekleştiriyor.
Yer yer iki ülkenin koşullarına yüzeysel olarak değinen filmde Einstein’ı canlandıran Andy Serinks’in oyunculuğu tatminkar bir iş çıkartıyor.Eddington’u canlandıran ve genelde dizilerde oynayan David Tennant ise bu yapımla yüksek bütçeli filmlere göz kırpıyor.Film bittiğinde, savaş döneminde bilimin de diğer konular gibi ambargoya uğrayabildiğini ve genel görelelik teoreminin nasıl geliştiğini sıkılmadan izliyorsunuz.
Markéta Irglová ve Glen Hansard’dan Falling Slowly’yi dinlemek için tıklayın.
Günlük yaşantının koşuşturmacasında arkafonda sokak akustiğine bulanmış, kulağımızı okşayan güzel tınılar duyarız bazen. Kimi seslerin hikayeleri vardır, kimilerinden duyduğumuz sesin ise sadece 25 kuruş için can çekişen, kulağımıza girmeye çalışan hırsızlar olduğunu biliriz. Lakin ülkemiz koşulları altında gerçek “sokak müzisyenleri” samanlıktaki iğne gibidir. Değil sokakta, müzik sektöründe bile bir şeyler ortaya koymak imkansızdır. “Busker” deniyor onlara.Bazıları göreli olarak yükselip müzik sektörüne dalış yapıyorlar. Bizden çıkan isimler de var, Avrupa’da meteliksiz kalan, Erkin Koray da onlardan biriymiş. Beck, Tracy Chapman, Bob Dylan, David Gilmour, Badly Drawn Boy, The Memphis, River Phoenix, Damien Rice, Violent Femmes, Louis Armstrong, Muddy Waters, Robin Williams gibi isimlerde aynı şekilde sokaklardan başlayarak, yeni cadde başlarını “dünya” olarak değiştirmişlerdir. Peki neden güzel gelir bu sokak müziği kulağımıza? Ekspertler viskiye attığımız buzun bile tadını bozduğunu söyler, sokak müziğinde de müzik en saf, en temiz haliyle kulağımıza çalınır, dijitallikten uzak hayatın stereosuyla kulağımıza gelir… Gelin kendimizi bu filmle birlikte İrlanda sokaklarına atalım. (Filmi izlemeyenlere alttaki kısmı sonra okumalarını tavsiye ederim)
Kazıyorum yeri şimdi
Başarmaya çalışıyorum
Anlaşılmayan kelimeler var aramızda
Ve bu gizem şüpheleri getiriyor
Anlayamadım
Uzanıp elimi tutacağın zaman
İçinde varsa bir şeyler
Şimdi söylemekten çekinme
Çünkü bekliyordun her zaman
Durumu eşitleme şansını
Bu gölgeler düştükçe üzerime
Kazanacağım bir şekilde
Çünkü Tanrı söyledi bana
Hiç olmadığı kadar yakınmışım
İçinde varsa bir şeyler
Şimdi söylemekten çekinme
De hemen bana, bana.
…diye başlıyor film ve ilk anda ne olduğunu anlamadan, sinema büyüsünü sokak kültürüyle sentezliyorsunuz. Mesleği süpürge tamircisi olan Glen Hansard eline gitarını aldıktan sonra notaları da süpürgeleri tamir ettiği gibi, duyguları tamir etmek için kullanıyor ve film ilerledikçe ortak tutkuları müzik olan Çek kızımız Marketa ile tanışıyor. Marketa da sokakların gezgini ama o parasını çiçek satarak kazanıyor. Peki bu film sadece bir aşk filmi mi? Kesinlikle hayır. Zaten yukarda gerçek isimleriyle bahsettiğim Marketa ve Glen’in ismi yok, filmin sonuna geldiğimde “girl:Markéta Irglová,boy:Glen Hansard” yazısına çok şaşırmıştım ve yönetmenin bu isimsiz karakterleriyle izleyiciyi gizliden özdeşleştirme numarası çok hoşuma gitmişti. Filmleri senaryolarına göre değerlendiren bazı izleyiciler elleri boş dönecekler ama ceplerini daha sonra kontrol ettiklerinde o leblebilerin nası girdiğini anlamaları çok uzun sürmeyecek. Hayatın bir kesmini izleyiciyle buluşturmak kolay değil, ne mükemmel bir oyunculukla anlatabilirsiniz ne de set düzeniyle. İşte bu filmde, günlük yaşantımıza sürekli iç içe olduğumuz saz ve söz devreye giriyor ve bize kendi alışkanlıklarımızla yol gösteriyor.
Aşk filmi dedim, peki sevişme ya da seks var mı? Evet var. Şöyle ki filmin başlarında oğlan ve kız bir müzik dükkanına giriyorlar ve kızdan oğlana göre mekanın koşullarına göre ahlaksız bir teklif geliyor. “Hadi şarkılarından birini çal.” İşte burada daha sonra Oscar’da bile en iyi müzik dalında birinciliği getircek piyano ve gitarın vokallerle seksi geliyor…
-Falling Slowly- Kurtarsan bu batan gemiyi,
geçsen dümenine
Vaktimiz vardı hâlâ
Ümitli notalarını çal bana
Her bir şarkı, gizliden yaşanan yasak aşkın-isimsiz ilişkinin gladyatörleri gibi öldürücü hamlelerden uzak izleyicilerin içlerini dağlamasına sebep veriyor. Kız ve oğlan seyircilerin beyaz mendillerine karşılık vererek bir sonraki şarkıya geçmeyi bekliyorlar… Taa ki kızın oğlana Çekçe “Miluju Tebe” demesine kadar…
Bir yazıdan alıntıyla devam edeyim; “Öyle aklınıza estiğinde izleyeceğiniz türden değil. Yoğun bir anınızda izlemelisiniz belki de. Öbür türlü nereden nasıl sizi yakalar kestirmek güç. Böyle filmlerde oyunculuk, ses, ışık, kurgu, kıl, tüy aramak çok gereksiz. Sadece kendinizi teslim edeceksiniz. Yakalarsa alır götürür. Yok eğer sarmadıysa sizi romantik komedi odasına alalım.”
Çiftimiz ilişkilerinin bir bebeği olması için stüdyoya girdiklerinde, yine Dublin sokaklarından toplanmış farklı hikayelerin insanlarıyla bir grup çalışması yapıyorlar. İşte o bebek aslında filmden önce isimsiz oyuncuların gerçek hayatta çıkardıkları “The Swell Season” albümünün ta kendisi(evet filmimizin karakterleri gerçek hayatta birbirleriyle evli ve müzisyenler).
Mutsuz sonla bittiğini söyleyebileceğim film aslında dünyadaki en güzel ilişkilerden birini yaşatıyor ve nurtopu gibi bir soundtrack veriyor. Steven Spielberg’e göre yapılmış en iyi müzikal. Kimbilir daha kimler neler söylemiştir ama bence bu film bir aşk belgeseli. En duygusuz insanın bile cebindeki leblebilerin gerçek sahibinin aşk olduğu aşikar.
1970 lerde çekilmiş b-movie kategorisindeki,araba yarışlarının Fallout’u diyebileceğim Death Race 2000 hayranları için bu 2008 yapımı bol bütçeli remake Death Race 3000 tamamen hayal kırıklığı.Oysaki yapım aşamasında kadroda, araba ve aksiyonun yeni etiketi olan Jason Statham’ı görünce çok büyük heyecan yapmıştım.Gel gör ki ilk filmin aksine Jason’a rağmen, filmi gerek konusunun zayıflığı, gerek filmde kullanılan arabaların estetikten uzak metal yığını olması,bu büyük bütçeli yapımdan alacağınız zevki,ilk versiyonu bir b-movie olan yapımın vereceği zevkin yarısına zor bela yaklaşıyor.
Death Race 2000′in gizemli kahramanı Frankenstein,bu filmde bizimle sadece maskesiyle ve namıyla birlikte oluyor ki tahminimce ilk filmin fanlarının eleştirilerinden uzak kalmak için böyle birşey yaptıklarını düşünüyorum.Zaten bu filmin saçma konusuna politik kişilikteki Frankenstein’i sıkıştırmak hiç yakışmazdı.Yarışcıların birbirleriyle olan etkileşimi minimum düzeyde tutulması,daha çok aksiyon sahnesini getirse de filmin ruhunu alıp götürüyor.
Günümüzde “internetten canlı vahşet” filmleri gitgide artıyor ve bu filmin temasıda bunun üstüne kurulu.Film 2012 yılında geçiyor.Ekonominin çökmesiyle, hem bir yarışçı hem de fabrika işçisi olan Jensen rolündeki Jason çalıştığı işten çıkarılıyor.Fakat “internetten canlı vahşet”in sahiplerinin, Jensen’a özel bir planları vardır.Bir komployla hapse düşen Jensen’ın kurtuluşu hapisane müdiresi rolündeki Joan Allen’ın ellerindedir.Müdire, yetenekli sürücü Jensenin yarışlara katılmasını ve Frankenstein’ın ruhunu reyting namına sürdürmesini ister.Fazla seçeneği olmayan Jensen’e geride bıraktığı kızına dönme şansı doğmuştur.
Film ilerledikçe atmosfer yarı Carmeggedon yarı Fast and Furious havasına bürünüyor.Hapishane içindeki yapılan yarışlardaki kıyım,saf aksiyonu daha önce Resident Evili yönetmiş Paul W.S. Anderson’un “soluk renk çekimi” yorumuyla kanımızda hissettirmeye başlıyor.Death Race 2000 in aksine ana rollerdeki yarışcıların dışındaki diğer yarışçıları süpürmek için baştan savma bir ölüm makinası yaratılıyor ve “pacman” vari diğer yarışcılar filmden elemine ediliyor.Final yarışında artık sadece Jensen ve zenci yarışçımız kalıyor.Bu iki yarışcının verdikleri radikal bir kararla yarış sona eriyor.
İlk filmin aksine arabalardaki “ruh” yerine “beygir gücü” gelmiş.
Hiphop rüzgarıyla biten film,”hah sıçmışınız bari bir de sıvayın” dedirtiyor.Filmi izleyeceklere tavsiyem,kesinlikle önce Sylvester Stallone’un ilk filmlerinden biri olan Death Race 2000′i izlemeleri.Lakin diğer tarafta insanlar bu filmi sevmiş.(tahminimce ilk filmi izlemeyenler)Eğer sizlerden de varsa yorumlarınızı eksik etmeyin.
Filmin afişi, beklentilerinizin ne yönde olması gerektiğini anlatan bir afiş aslında.Titanic’teki girişe benzer bir klişe girişle başlayan filmde, kendinizi birden gerçekçi bir deniz çatışmasının içinde buluyorsunuz ve o anda açıkçası içimden filmin sadece deniz savaşları olarak devam etmesini istemiştim.
Film başroldeki Amiral Kolçak’ın Birinci Dünya Savaşı’nda savaş gemisi kaptanlığından Beyaz Rusya İmparatorluğuna kadar yükselirken başından geçen olayları irdeliyor.Daha önce Adolf Hitleri Max filminde farklı bir kişiliğle izlemiştik, Admiral filminde ise Türk kanından geldiğini söyleyen Kolçak’ı Rusya’nın iç çatışmalarına karşı bir itaatkar bir asker olarak, fakat elinden geldiğince kan dökmemeye çalışan insancıl kişiliğiyle izliyoruz.Türk demişken afişteki daha önce “Çöküş”te oynamış 23 yaşındaki tatlı kızcağız da filmde Türk kanından geldiğini söylüyor.(Bu aborjinlerde bir gün Türk çıkacak ama hadi hayırlısı)
Siyasi bir film olarak izlenirkenkilermediğinde ağızda güzel bir tat bırakıyor.Lakin şimdiden film hakkında bizim gazetelerimizde bile “İşte Kominist Devrimini Yerden Yere Vuran Film” olarak geçsede konuya hakim olmayışımdan mıdır yoksa 20 milyon dolar harcanmış filmin görselliğine takılmış olmamdan mıdır bilinmez büyük keyifle izledim.
İhtiras ve aşkın dozu filmde yer yer tavan yapıyor ve kimin elinin kimin cebinde olduğunu anlayamıyorsunuz.Evli olan Kolçak bir subay arkadaşının karısına abayı yakınca(Anna), filmdeki büyük aşk doğuyor.Karı-koca arasındaki dostane ilişkiyi gördüğünüzde bu Rusların tatil beldelerinde neden besin zincirinin en altında olduğunu anlıyorsunuz.
Filmin sonlarına doğru karamsarlık katsayısı yükseliyor ve Kolçak rolündeki oyuncunun performansı iyice göz doldurmaya başlıyor.Rusya’nın Sibirya bölgesinde Beyaz Rus hükümetini kuran Kolçak, Bolşeviklere karşı geniş çaplı operasyonlar düzenliyor. Fakat Kızıl Ordu birlikleri bölgeye konuşlanıyor ve karışıklıklar artıyor.Akıbetinde ilginç olaylar yaşanacak uzuun bir tren yolcuğu tamamlanamadan ihanetide yaşayan Kolçak’ın hikayesi son buluyor.
Filmin son 5 dakikasında “ulan durun ne güzel bitiyordu” demeye kalmadan Titanic efsanesi geri dönüyor ve 23 yaşındaki güzelim Anna’nın kırışık suratıyla başbaşa kalıyorsunuz.
Bir kaç not;
-Rus tarihçileri “Amiral” filminin kahramanı Aleksandr Kolçak’ın Türk İlyas Kolçak Paşa’nın soyundan geldiğini iddia ediyor. Söz konusu filmde de Amiral Kolçak, kendisinin Türk kanı taşıdığını ifade ediyor. Rus tarihçiler, Ukrayna’nın Hotin kalesi komutanı İlyas Kolçak Paşa’nın Rus Mareşali Hristofar Minih tarafından esir alındığını, daha sonra ise Kolçak Paşa’nın Polonya’ya yerleştiğini ve 1794 yılında ise paşanın torunlarının Rusya’ya göçtüklerini belirtiyor.
-Filmin afişinde ve filmde geçen yazım 1917 yılında Devrimle yasaklanmış.