Once (2006) – Bir kerecik aşık olabilir misin?

Markéta Irglová ve Glen Hansard’dan Falling Slowly’yi dinlemek için tıklayın.

Günlük yaşantının koşuşturmacasında arkafonda sokak akustiğine bulanmış, kulağımızı okşayan güzel tınılar duyarız bazen. Kimi seslerin hikayeleri vardır, kimilerinden duyduğumuz sesin ise sadece 25 kuruş için can çekişen, kulağımıza girmeye çalışan hırsızlar olduğunu biliriz. Lakin ülkemiz koşulları altında gerçek “sokak müzisyenleri” samanlıktaki iğne gibidir. Değil sokakta, müzik sektöründe bile bir şeyler ortaya koymak imkansızdır. “Busker” deniyor onlara.Bazıları göreli olarak yükselip müzik sektörüne dalış yapıyorlar. Bizden çıkan isimler de var, Avrupa’da meteliksiz kalan, Erkin Koray da onlardan biriymiş. Beck, Tracy Chapman, Bob Dylan, David Gilmour, Badly Drawn Boy, The Memphis, River Phoenix, Damien Rice, Violent Femmes, Louis Armstrong, Muddy Waters, Robin Williams gibi isimlerde aynı şekilde sokaklardan başlayarak, yeni cadde başlarını “dünya” olarak değiştirmişlerdir. Peki neden güzel gelir bu sokak müziği kulağımıza? Ekspertler viskiye attığımız buzun bile tadını bozduğunu söyler, sokak müziğinde de müzik en saf, en temiz haliyle kulağımıza çalınır, dijitallikten uzak hayatın stereosuyla kulağımıza gelir… Gelin kendimizi bu filmle birlikte İrlanda sokaklarına atalım. (Filmi izlemeyenlere alttaki kısmı sonra okumalarını tavsiye ederim)

Kazıyorum yeri şimdibscap003tm3
Başarmaya çalışıyorum
Anlaşılmayan kelimeler var aramızda
Ve bu gizem şüpheleri getiriyor
Anlayamadım
Uzanıp elimi tutacağın zaman
İçinde varsa bir şeyler
Şimdi söylemekten çekinme
Çünkü bekliyordun her zaman
Durumu eşitleme şansını
Bu gölgeler düştükçe üzerime
Kazanacağım bir şekilde
Çünkü Tanrı söyledi bana
Hiç olmadığı kadar yakınmışım
İçinde varsa bir şeyler
Şimdi söylemekten çekinme
De hemen bana, bana.

…diye başlıyor film ve ilk anda ne olduğunu anlamadan, sinema büyüsünü sokak kültürüyle sentezliyorsunuz. Mesleği süpürge tamircisi olan Glen Hansard eline gitarını aldıktan sonra notaları da süpürgeleri tamir ettiği gibi, duyguları tamir etmek için kullanıyor ve film ilerledikçe ortak tutkuları müzik olan Çek kızımız Marketa ile tanışıyor. Marketa da sokakların gezgini ama o parasını çiçek satarak kazanıyor. Peki bu film sadece bir aşk filmi mi? Kesinlikle hayır. Zaten yukarda gerçek isimleriyle bahsettiğim Marketa ve Glen’in ismi yok, filmin sonuna geldiğimde “girl:Markéta Irglová,boy:Glen Hansard” yazısına çok şaşırmıştım ve yönetmenin bu isimsiz karakterleriyle izleyiciyi gizliden özdeşleştirme numarası çok hoşuma gitmişti. Filmleri senaryolarına göre değerlendiren bazı izleyiciler elleri boş dönecekler ama ceplerini daha sonra kontrol ettiklerinde o leblebilerin nası girdiğini anlamaları çok uzun sürmeyecek. Hayatın bir kesmini izleyiciyle buluşturmak kolay değil, ne mükemmel bir oyunculukla anlatabilirsiniz ne de set düzeniyle. İşte bu filmde, günlük yaşantımıza sürekli iç içe olduğumuz saz ve söz devreye giriyor ve bize  kendi alışkanlıklarımızla yol gösteriyor.

Aşk filmi dedim, peki sevişme ya da seks var mı? Evet var. Şöyle ki filmin başlarında oğlan ve kız bir müzik dükkanına giriyorlar ve kızdan oğlana göre mekanın koşullarına göre ahlaksız bir teklif geliyor. “Hadi şarkılarından birini çal.” İşte burada daha sonra Oscar’da bile en iyi müzik dalında birinciliği getircek piyano ve gitarın vokallerle seksi geliyor…

-Falling Slowly-
Kurtarsan bu batan gemiyi,
geçsen dümenine
Vaktimiz vardı hâlâ
Ümitli notalarını çal bana

Her bir şarkı, gizliden yaşanan yasak aşkın-isimsiz ilişkinin gladyatörleri gibi öldürücü hamlelerden uzak izleyicilerin içlerini dağlamasına sebep veriyor. Kız ve oğlan seyircilerin beyaz mendillerine karşılık vererek bir sonraki şarkıya geçmeyi bekliyorlar… Taa ki kızın oğlana Çekçe “Miluju Tebe” demesine kadar…

Bir yazıdan alıntıyla devam edeyim; “Öyle aklınıza estiğinde izleyeceğiniz türden değil. Yoğun bir anınızda izlemelisiniz belki de. Öbür türlü nereden nasıl sizi yakalar kestirmek güç. Böyle filmlerde oyunculuk, ses, ışık, kurgu, kıl, tüy aramak çok gereksiz. Sadece kendinizi teslim edeceksiniz. Yakalarsa alır götürür. Yok eğer sarmadıysa sizi romantik komedi odasına alalım.”

Çiftimiz ilişkilerinin bir bebeği olması için stüdyoya girdiklerinde, yine Dublin sokaklarından toplanmış farklı hikayelerin insanlarıyla bir grup çalışması yapıyorlar. İşte o bebek aslında filmden önce isimsiz oyuncuların gerçek hayatta çıkardıkları “The Swell Season” albümünün ta kendisi(evet filmimizin karakterleri gerçek hayatta birbirleriyle evli ve müzisyenler).

Mutsuz sonla bittiğini söyleyebileceğim film aslında dünyadaki en güzel ilişkilerden birini yaşatıyor ve nurtopu gibi bir soundtrack veriyor. Steven Spielberg’e göre yapılmış en iyi müzikal. Kimbilir daha kimler neler söylemiştir ama bence bu film bir aşk belgeseli. En duygusuz insanın bile cebindeki leblebilerin gerçek sahibinin aşk olduğu aşikar.

Wristcutters: A Love Story (2006) – Ben Bu Film İçin Bileğimi Keserim!


Wristcutters, bir insanlık dramının su yüzeyine vurmuş komedisi. Karakterleri ile mekanları ile yolun kenarına terk edilmiş ve didiklenmiş kanepeleri ile baştan aşağıya muazzam bir kompozisyon. Seyirciyi donuk gözlerden uzak, sürekli kıpır kıpır tutan oldukça tuhaf ve bir o kadar da eğlenceli.

Neden mi bu kadar övdüm hemen söyleyeyim lafı fazla uzatmadan, çünkü Wristcutters çok samimi duyularla yaratılmış bir hayal gücü şaheseri. Oldukça basit, vurucu ve etkileyici. Parlak bir zekanın ürünü olduğunu hemen ortaya koyar nitelikte. Bir yönetmenin aynı zamanda bir senarist de olması gerektiğini bize anlatan filmin yönetmeni Goran Dukic. Filmografisine göz atacak olursak az ve öz film yapan, ama yaptı mı adam gibi film yapan bir yönetmen olduğunu hemen fark edebiliriz.

88 dakikalık öykümüz hiç bitmesini istemediğimiz bir rüya gibi akıp gidiyor. Şahsen benim gözlerim bu ziyafete doyamadan ekranın kararmasını pek adil bulmadı :) .  (bu film on saat olsa ben izlerim)

Wristcutters’ı bu kadar yücelten değerin ne olduğunu tam karar veremiyorum aslında. Acaba ben de (çevremdeki herkes gibi?)  bilek kesmeye mehilli birimiyim bilmiyorum. Yoksa tüm yaşamımız boyunca bize dayatılan cennet cehennem olgusu hatalı mı?. İntahar etmek ile ilgili kısmın içeriği ne?. Yükümlülükler neler?.

Filmi anlatmadan yazabileceğim nokta görmüyorum. Fakat kesinlikle izlemek gerek diyorum ve bunu açık açık söylüyorum. Tamamı ile beğendiğim bu yapıtı zihin arşivime katmaktan onur duydum kendi hesabıma. Aşağıda burada bahsedemediğim bazı noktalardan bahsedeceğim ama bildiğiniz üzere aşağı kısım filmi izlemiş okuyucularımız için oluyor.

Keyifli seyirler diler, bileklerinize mukayyet olun diye telkin ederim :) )

ufak notlar (spoiler içerir!):

- Öncelikle giriş sahnesi hakkında biraz konuşalım, bu durağan sahne bizi gelecek olan büyük bir olaya hazırlamak ister gibi. İlk izlediğimde uzun gibi geldi diye düşünsem bile, bir merasim için çok kısa olduğunu sonradan fark ettim.

- Hemen ekleyeyim filmin müzikleri mükemmel hazırlanmış. Tabi zevkler tartışılır ama böyle bir film için daha uygun müzikler olamazdı diye düşünmekten kendimi alamadım. Dinlemenizi tavsiye ederim. “Everything Is Illuminated” ve “Big Nothing” gibi filmlerin müziklerine katkıda bulunan Gogol Bordello’yu  dinlemek güzeldi.

- Far olayına koptum, bir aksaklık bu kadar iyi irdelenir,  mesela Doomsday filminde sahneler arası geçişlerde olayları bağlamak için çok kastıklarını yazmıştım. Ama bu filmde atıyorum 45. dakikada geçecek olayın kurgusu 14. dakikada izleyiciye veriliyor. Bu tip detaylar kesinlikle film kalitesini artırıyor. Üzerinde düşünülmüş hissettiriyor.

- Eugene (Shea Whigham) ve ailesine (ne aile ama!! :) ), özellikle de küçük kardeşi ile aralarında geçen diyaloğa hayran kaldım.

- Filmin son sahnelerine doğru istasyona gelen tren kılıklı araç filmin atmosferine çok iyi oturmuş.

- Mikal (Shannyn Sossamon) un performansı etkileyici, masum olduğunu yüzü ele veriyor. Hep başından beri söylediği gibi birisi olduğunu düşünmüştüm. O yanlışlıkla orada!. :)

- Gökyüzünden gelen yöneticilere diyecek sözüm yok, hele o paraşütlerle gelip yere konmaları yok mu insanı kırıp geçiriyor.

- Ben bu filme gönlümden 10 puan verdim ama buraya 9 işleyeceğim, haklısın diyorsanız ne mutlu bana, bileğimi kesmeme gerek kalmayacak! :)

- Filmin posterleri, afişleri çok hoş tasarlanmış. Bir tanesinda türlü türlü intihar yöntemleri arkan fonda verilmiş, seç beğen al der gibi.

Little Children (2006) – Kimler küçük çocuk?

Little Children, evliliklerinde evde kalan üniversite okumuş ama çalışmak yerine çocuğuna bakmayı tercih etmiş ya da bakmak zorunda kalmış ebeveynlerin yaşantılarını merkezine koyan bir 2006 filmi. Sadece bu yaşatı değil, bu ilişkilerde kişilerin içlerinde yaşadıkları çalkantılara yoğunlaşıyor. Gene de konuyu bu kadarla tanımlamak yeterli gelmiyor.

Lucy adında bir kızı olan Sarah ile Aaron adında bir kızı olan Brad çocuklarını aynı oyunparkına getirmektedir. Parktaki diğer ev hanımı tadındaki annelerden sıkılan Sarah ile zaten çocuğuna bakan bir baba olmasından dolayı sessizce yok sayılan Brad arasında bir yakınlaşma olur. İkisi de evliliklerinden ve hayatlarından memnuniyetsizdir. Ardından yakınlaşma farklı sonuçlara doğru gider.

Tabi senaryoyu sadece bir evlilik müessesi eleştirisi ve evde kalarak çocuk bakan üniversite mezunları olarak ele almak hatalı olur. Çünkü film her kişinin içindeki kendine güvensizliği ve bunun sebep ve sonuçlarını sorgulamayı daha çok tercih ediyor. Filmimiz de klasik bir “mutsuzsan aldat, kaç kurtul” döngüsündense insanların hislerine derinlikli bir incelemeye dönüşüyor. Zaten film de sadece bu iki karakterden ibaret değil. Çocuk tacizcisi bir sapık ve onu sürekli rahatsız etmeyi kendine görev bilen emekli polis memuru da filmde büyük paya sahip. Onun haricinde ana karakterlerin eşlerinin kişiliklerindeki sorunları da yoksaymamak gerek.


Tüm bu karakterleri üst üste koyduğunuzda kişisel güvensizlik duyan ve bu bozuklukları normal insanlara göre fazla olan insanlar üzerine bir film olarak yorumlamak doğru olur. Filmin ismini de evlilikle bağdaştırılabilmek oldukça kolayken gerçekte filmin tüm karakterlerinin küçük çocuklar olduğu sonucuna da ulaşmak hatalı olmaz. Çünkü ancak küçük çocukların yapabileceği hatalara sahipler, dış güzellik güvensizliği, büyümek istememek sendromu, dışlanmışlık ve kendini kabul ettirme saplantısı vs. bunlardan en dikkat çekenleri.

Fakat konu aslen sadece ikili ile bağıntılı gibi giderken bir anda emekli polis ile tacizci ilişkisinin filmde daha çok sahne alması sanki konu dağılıyormuş gibi bir his yaratabiliyor. Gene de polis ve tacizci arasındaki ilişkinin, sanki farklı yollardan aynı sona gelmiş iki zıt kardeş gibi ele alınması gerçekten mükemmel. İkisi de dışlanmış, ikisi de normal olmak için çabalıyor ama bir türlü doğaları gereği döngüden kurtulamıyor. Çok güzel bir tespit olduğuna katılmamak elde değil.

Ayrıca film anlatıcısız bir film olarak çekilebilecekken bazen öyle güzel anlatıcı kullanılmış ki. Karakterlerdeki o kendine güven eksikliği hissini iletmede sonuna kadar faydalı olmuş. Anlatıcı olmasa bile tüm kadronun özellikle Kate Winslet’in mükemmel oyunculuğu hisleri size iletmekte hiç ama hiç zorlanmıyor.

Film amacını güzel belirlemiş olsa da, kendini karakterler arasında bölerken kimi sorunlar yaşamış. Bu sorunlar bazen diğer hikayeler arası kopukluk olmasına sebep olmuş. Fakat film hem anlatım hem yönetim hem de oyunculuk açısından çok başarılı ve mükemmel bir final ile taçlandırılmış.

Volver (2006) – Almodóvar’a yakışmayan bir film

Film bir anda bir sürü konuya değinmiş ama açıkçası hiçbirini tam olarak anlatamamış. Ortada cinayet, tecavüz, yalan ve doğüstü olaylar hatta aile bağları bile var. Bu kadar malzemenin içinden toparlayıp bir konu çıkaramamış yönetmen. Sıkıcı bir film değil ama film bittikten sonra eee tepkisini vermekten alıkoyamıyor kendisini insan. Karakterlerin hangi hareketi ne amaçla yaptığı bir türlü anlaşılamıyor. Kopuk kopuk saçma birşeyler ortaya çıkıyor.

Film mezarlıkları temizlerken neşeli neşeli sohbet eden bir grup kadını göstererek başlıyor. Sonra bayanlar yaşlı ve alzheimer olan teyzelerini ziyaret ettiken sonra hippi bir annenin ot kafasıyla gezinen 40′larında olan komşuyu da ziyaret ediyorlar. Sonunda bütün bu ziyaretler bir anlam kazanıyor fakat sahneler o kadar abartılı, o kadar “bağımsız sinema”vari yapılmaya çalışılmış ki insanın gözünü oyuyor. Yel değirmenleri, parlak renkler, iri göğüslere dikizler… Bu film cidden benim tarzım değil. Sözümona doğal ve seyirciyi umursamaksızın geçen diyaloglar filmi film olmaktan uzaklaştırıyor.

Bilmiyorum ben mi çok ağır eleştiriler yapıyorum ama filmde olumlu pek birşey bulamıyorum. İlginç bir şekilde bu film kült filmlerden biri ve oylama yapılan sitelerde en az 7/10 almış, ayrıca Oscar’a aday gösterilmiş ve farklı yerlerden 44 ödül de kapmış.

Benim mi gözden kaçırdığım bir şeyler var bilmiyorum ama bu filmi Almodóvar’a kesinlikle yakıştıramadım.



Casino Royale (2006) – Bond başlıyor

Aynen Batman serisinin yenilemeden geçme sürecinden geçmesi gibi Bond serisi de bir yenileme sürecinden geçmeye mahkum kaldı. Bond, Batman serisinden kat be kat demode ve kalıplara sıkışmış durumdaydı ki böyle bir yenilik yapılmasa dünyanın en eski seri filmlerinden birinin artık anlamlılığını yitirmesi kaçınılmazdı. Bunun için de öncelikle yeni Bond araştırıldı, Daniel Craig ilk sarışın 007 olarak önümüze sunuldu. Ardından senaryoda biraz daha günümüze uyum sağlaması amaçlı değişiklikler yapıldı. Bond yeniden başlamaya hazırdı.

Bu yenilemenin sonucu olarak senaryoda Bond’un Bond oluşunun yani MI6′daki ilk günlerinin anlatılması uygun görülmüş. Filmin James Bond’u tekrar hareketlendirdiği ve Pierce Brosnan’dan kalan ölü toprağını silkelediği söylenebilir ama film gene de bir James Bond filmi. Bu bağlamdan çıkmadan değerlendirmek daha doğru olur diye düşünüyorum. Öyle düşününce de gene filmin Bond kalıplarına sıkıştığını söylemek yalan olmaz. Aklınızda bulunarak devam edin.

Filmin açılış sahnesi hareketliliği ile insanı içine alan güzel bir sahne olmuş. Vinçlerin büyüklüğünün vurgulanması ve Free Running’in filme sokulması mükemmel olmuş. Tip ve hareketler tanıdık gelince bombacımızın Sebastien Foucan yani Free Running’in mucidi olduğunu öğrenmek daha mesut edici ve hoş. Bu spor(!) akımının 007 filmine girmesi önemli. Filmimiz açılış sahnesinden aldığı gazla son sahneye kadar akıyor gidiyor.

Spoiler başlıyor
Fakat film Vesper ile Bond’un iyileşmesinden sonra saçmalıyor. Her insan evladı bilir ki Bond asla emekli ya da aşık olamaz. Olursa nolur film serisi biter. Bu durgun saadet sahneleri de hanım kızımızın -beklenen- gizemli ölümü ile bitiyor. Devam filmine kapı açılıyor. İlk defa bir Bond filmi devam filmi beklentisi ile jeneriğe ulaşıyor.
Spoiler bitiyor

Film boyunca Bond karakteri elbette eski filmlere göre daha sağlıklı anlatılmış artık Bond da hata yapıyor. Belki de bundan sonra daha az hata yapacak, çünkü Bond bu filmde henüz taze bir ajanımız. İleride kaşarlanıp Bond kızlarından Bond kızlarına, maceradan maceraya atlayacak ve hataya vakti dahi olamayacak. Gene eski Bond’umuza erişmemiz yakındır.

Spoiler başlıyor
Duş sahnesi konusundaki abartıları da kınamadan geçemiyorum. Belki Bond için yenilikçi olabilir ama sahnenin şişirildiği görüşündeyim. Sahneyi izlerken benim midem bulanmıştı açıkcası. Birisi “Ellerimde kan var gibi, bir türlü temizlenmiyor.” derken parmaklarını sanki tahrik edermişcesine boğazına kadar sokmak ve “Şimdi daha iyi!” demek, kötü hisseden kişinin daha da moralman çökmesine neden olur. Bir kişi eğer ellerinde kan olduğuna inanıyorsa ve kendini kirlenmiş hissediyorsa, Bond’un yapması gereken sanki çok kötü bir leke varmış gibi kızın ellerini kendi elleriyle temizlemeye çalışmak olmalıydı. Böyle sanki hayali kanı yalayarak ya da emerek temizlemeye çalışıyor gibi oluyor. Bunun kadar iğrenç bir metafor da sanırım kimsenin istemediği bir şey olurdu. Resme bakarsanız Bond amcamızın kızın elini nasıl sömürdüğünü görebilirsiniz. Neyse yeni ajan ya, acemiliğine ve yaptığı hatalara verebiliriz bunu da. Gene de bunun mantıksızlık içeren bir sahne olması gerçeğini değiştirmesi mümkün değil. Senaryo oturduğun yerden yazınca o kadar oluyor demek ki.
Spoiler bitiyor

Son olarak filmin jeneriğine hasta olduğumu söylemeliyim. Belki de Bond filmlerindeki en iyi jenerik olmuş. Chris Cornell’in Bond parçası da hoşuma gitti. Filmin çekimleri de çok dinamik ve aksiyonu hissettiriyor ama keşke bir de Daniel Craig amcamıza benzeyen bir dublör bulsalarmış bu sahneleri ızdıraba çevirmeselermiş. Daha önce de söylediğim açılış sahnesi gerçekten müthiş. Fakat toplama bakarsanız günümüze uyarlanmış bir Bond’dan başka bir şey bulamayacaksınız. Ne sinema için ne aksiyon filmleri için bir dönüm noktası, olsa olsa Bond’un ölümden döndüğü film denebilir. Diğer Bond filmleri gibi izleyip unutacaksanız bir sorun yok, izlemek hiçbir şey kaybettirmez.

Das Leben Der Anderen (2006) – Doğu Almanya’dan Sevgilerle

Film, Berlin duvarı yıkılmadan kısa bir dönem önceki Almanya’da geçiyor. Dönem hükümetin her alanda baskı kurduğu, sansürlerin, takiplerin, insanların özel hayatlarına müdahalenin havalarda uçuştuğu zamanlar… Her ülkede olduğu gibi sanatçı hükümete muhalif bir tavır sergiliyor ve sanatını özgürce icra edemiyor. Başrol kahramanlarımız Georg ve Christa-Maria da (Sebastian Koch, Martina Gedeck) bu sanatkarlarımızdan. Sevgili Georg solcu tiyatro senaristlerinden, Christa ise kendine güvenini kaybetmiş, sevgili kontenjanından Georg’un oyunlarında oynayan bir tiyatrocu. Diğer başrol oyuncumuz ise bu çiftimizi dinlemekle görevlendirilmiş gizli bir ajan (Ulrich Mühe). Ajan işini hayatı haline getirmiş, mutluluktan yoksun bir vatanseverken, dinlediği çift onun hayatını değiştiriyor. Kendi hayatını değil çiftin hayatını kendi hayatı gibi yaşamaya başlıyor ve işlerin seyri değişiyor.

Film insani duyguları çok güzel inceliyor. Benliğini korumak, işini korumak, ilişkisini korumak ve hayatını kurtarmak arasında çelişen hayatları etkili bir şekilde anlatıyor. Hepimizin yaşadığı çelişkileri o dönemin diliyle, o memleketin görenekleriyle karşımıza getiriyor. İşin güzel yanı bunu sadece bir karakter için değil filmdeki tüm karakterler için işliyor. Ayrıca duvarın yıkılışı öncesi ve sonrası değişen hayatları ve sanat anlayışını da azıcık ucundan da olsa gösteriyor.


Filmin sanatsal boyutundan da bahsetmemek olmaz diyorum. Renkler ve ışık itina ile ayarlanmış filmin verdiği duyguyu kaş göz yararak beynimize kazıyor. Her hayatın, her duygunun, her durumun rengi ve ışık tonu farklı ve itina ile seçilmiş.


Bir de gizli polisimiz Herr Wiesler’den (Ulrich Mühe) ayrıca bahsetmek istiyorum. Film boyunca hırs, acımasızlık gibi duygularla birlikte, aşk, merhamet, çocuksuluk ve yalnızlık gibi duyguların hepsini aynı karakter üzerinde şaşılacak bir tutarlılıkla aktarmış. 22 Temmuz 2007′de kaybettiğimiz son derece başarılı bu aktör film dünyası için ciddi bir kayıp bence…


Şunu da belirtmek isterim. Filmden çıktıktan sonra kendime gelmem büyük bir zamanımı aldı. Her sahneyi bir daha yaşamak hatta filmi hiç izlememiş olup bir daha bir daha izlemek istedim. Bir an önce en az 21 inch ekranda izlenmesi gereken bir film diyor iyi seyirler diliyorum…

***Spoiler: Bir parti sonrası birbiriyle romantik anlar yaşayan ve birbirine sarılan çiftimizi dinleyen ajanımızın aynı anda hemen üst katta yapayalnız kendi kendine sarılması içler parçalayıcıydı. Onların mutluluğunu ve paylaşımını azıcık da olsa yaşayabilmek için fahişeye sohbet edelim mi diye para teklif etmesi ise çok etkileyiciydi. Filmin sonunda kendine ithaf edilmiş kitabı satın alırken kendine hediye aldığını belirtmesi ve konumuna rağmen bu kitabı çocuksu bir mutlulukla eline alıp hiçbir şeyi umursamaması muhteşem bir son noktaydı. Evet bütün sahneleri anlatmak istiyorum…