The Curious Case of Benjamin Button (2008) – Hayatı tersinden yaşamak…

The Curious Case of Benjamin ButtonFilmimiz hastanede gözlerini açan bir anne ile başlar… Kızı Caroline hemen başındadır. Aralarında geçen diyalogdan da anlayacağımız üzere artık yapacak birşey kalmamıştır. Durum çoktan kabullenilmiştir. Ölüm yakındır… Anne son anlarında kızına bir hikaye anlatmaya başlar. Hikaye ters çalışan bir saatin hikayesidir. Tersine akan bir hayatın, hayata yaşlı doğan bir bebeğin hikayesidir.Garip bir rahatsızlıktan dolayı yaşlı doğan bir bebek, aynı gün içinde annesiz ve babasız kalıyor. Bir huzurevinde siyahi bir çift tarafından büyütülüyor(!) Bu yaşlı görünen ama genç adam hayatı huzurevindeki zamanını doldurmuş insanlardan öğreniyor. Tabii herkes gibi onunda hayatına başlayacağı zaman geliyor. Annenin kızına anlattığı bu hikaye filmimizi oluşturuyor. Ve filmimiz yine başladığı yerde bitiyor yani hastanede…

Filmin kadrosu güçlü diyebiliriz. Benjamin Button rolünde Brad Pitt, “the most beatiful gal” Daisy rolünde Cate Blanchett var. Kesinlikle söylemeliyim rollerinin hakkını vermişler. Filmimiz 1918-2005 (Katrina Kasırgası) arasındaki tarihte Benjamin Button adlı karakterimizin hayatını işliyor. Hiç düşünmeden 2008′in en anlamlı Hollywood yapımı diyebilirim. David Fincher Brad Pitt ikilisi yine güzel bir film çıkarmışlar. 159 dk süren filmimiz uzun ama izlerken insanı sıkmıyor. Filmle ilgili yapabileceğim eleştirilerden biri hikayenın tarihle çok içli dışlı olmaması, sadece 2. Dünya Savaşına biraz sürtünüyor geri kalan kısmında tarihe girmekten kaçınmışlar. Ama bunu anlayabiliyorum film zaten bu haliyle bile oldukça uzun. 70 yaşında görünüp bir huzurevinde yaşamanın travması güzel bir şekilde işlenmiş. Aslında bir çocuk olduğunu bilmeyen yaşlı adam… Karşı cinsle yaşadığı yakınlaşmalar, çevresindeki insanların gün geçtikçe solması, kendisinin ise tam tersi şekilde olması hikayemizin eşsiz kısımlarından. Bu eşsiz hikaye çok güzel bir aşkı anlatarak devam etmiş ki burda tekrar tekrar hem yönetmeni hem senaristi tebrik etmek gerekiyor. Bence çok orjinal ve ilginç bir fikir.

2

Film de benim gerçekten hoşuma giden ve bahsetmeden edemeyeceğim şey makyaj olmuş. Brad Pitt amcamızı hem 80 yaşında hem de 20 lerinde görüyoruz. Aynı şekilde Cate Blanchett i de 17 yaşından 80 lerine kadar başarıyla yaşlandırmış ve gençleştirmişler… Süre açısından ağır bir film olsa da filmi izlerken zaman duyumu yitirdim. Film genellikle duygusal yoğunlaşmalar yaşamanıza sebep oluyor. Hikayemiz fantastik öğeler taşıdığından film olarak bazılarımızın hoşuna gitmeyebilir. Ama sinema açısından baktığımda, fikir güzel bir şekilde işlenmiş. Karakterin hayatı ve yaşadığı travmaları ortaya açık bir şekilde sermiş.

4

Son olarak şunu diyebilirim ki bence filmin hakkı verilmiş. Kesinlikle izlemenizi tavsiye ederim. Notum 8/10

Filmle ilgili spoiler içerir. İzlememiş olanların okuması tavsiye edilmez…

- Filmi izlerken düşünmeden edemedim. Benjamin filmimizde Fransa, Rusya, Hindistan gibi ülkelere gidiyor. Bu ülkelere nasıl giriş çıkış yaptığı aklıma takıldı. Filmi izlerken bunu güzel bir şekilde yedirdiklerini fark ettim. Sonuçta bu adam 60 yaşında görünürken pasaportunda 20 yazması gerekiyor.

Burn After Reading (2008) – Fargo’yu özleyen var mı?

Coen Biraderler, Oscar’lı No Country For Old Men ardından arayı fazla soğutmadan tekrar karşımızda. Bu sefer geçen sene tatmin edemedikleri hayranlarını tatmin etmeye geldiler ve favori türleri ile yani “şiddete bulanmış saçmalık-salaklık komedyası” ile karşımızdalar. Tabi favori türleri demek ne kadar doğru olur bilemiyorum çünkü bu tarzı ustalaştırıp kendi lisanslı ürünleri haline getirenler zaten bizzat kendileri. Bakalım Coen Biraderler kendi sularında bu sefer neler yapmışlar…

Alkolik olduğu gerekçesiyle işten atılan Osbourne Cox, eşinin de boşanma işlemleri başlattığından habersizdir. CIA’de çalışan kocasının finansal durumunu hukuk firması için çalmaya çalışırken bazı belgeleri de cd’ye kopyalayıverir. Bu belgeler bir şekilde vucüt geliştirme salonunda çalışan iki kafadarın eline geçer. İşte o andan itibaren istihbaratın göreceliliğine doğru bir yolculuk başlar…

Göreceli dedik ya hiçbir şey hiç kimsenin sandığı şekilde değildir. Filmin dayandığı ana nokta da burası. Sadece senaryo değil Coen Biraderlerin oyuncu seçiminde de mükemmel tercihler yaptığını söylemeye gerek yok sanırım. Filmin kadrosuna bir kez bakıldığında yıldızlar listesi gözden kaçmıyor. Francis McDormand ve George Clooney, Coen Biraderlerin filmlerinde tanıdık simalar olsa da. Filmde ilk defa Coen Biraderlerle çalışan Brad Pitt, John Malkovich, Tilda Swinton da rollerine hem cuk oturmuş hem de hiç yabancılık çekmemiş gibi, hepsi tam performanslarını göstermiş. Bu oyuncu kadrosunu Coen Biraderler yönetiminde görmek için bile kaçırılmaması gereken bir film kannımca. Ayrıca söylenmesi gerek ki, bu oyuncu kadrosunun toplanmasında prodüktörlerden çok Coen Biraderlerin emeği olduğu ortada, artık her yaptıkları projenin o kadar farklı ve kendilerine has olacağına inandırdılar ki Hollywood’u, oyuncular ikilinin kucağına kendilerini bırakıveriyorlar. Farklılaşmak, kendi kalıplarına yabancılaşmak için bir araç gibi görüyorlar.

Film aslında ajanlıkla yakından ilgileniyormuş gibi duruyor senaryoya bakıldığında, spoilersız olması için böyle verilmiş olan özet sizi kandırmasın, film ne politik bir bilinçaltı peşinde ne de ajanlarla ilgili. Aslen filmin konusu her biri bir soruna sahip karakterlerin paranoyaklıkları, kendine güven eksiklikleri ile ilgili, tabi istihbarat konusunda da saplantıları da eksik etmemek gerek. Coen Biraderler bulabildikleri tüm alakasız karakterleri önce bir güzel karıştırıp sonra da hepsini birbiri ile koparılamayan bir bağla bağladıkları bir senaryo ortaya çıkarmış. Bu kadar absürd karakter de film tarzının absürdlüğünü pekiştirmiş haliyle.

Filmden özellikle sahne seçmek istemiyorum ama her ne kadar filmin bir durum kontrolü gibi dursalar da CIA’de, gelişen olayların mercek altına alındığı dakikalar gerçekten çok güzel sahnelerdi. İnternette biraz filme getirilen yorumları araştırdım ve en garipsediğim tepki filmin sonunun eksik olduğuydu. Seyirciye bile son anda durum kontrolü veren -ki en güzel sahnelerden biri- bir filmin nasıl sonu havada diye eleştirilir merak ediyorum. Bu eleştiriler No Country For Old Men’e gelse anlamlı olacak belki ama yorumsever kitlelere tembel seyirci alışkanlıklarını bırakmalarını dilemekten başka bir şey gelmiyor elimden.

Neyse yazıyı toparlamak gerekirse film Fargo gibi yavaş yavaş başlıyor fakat sonlarına doğru hızlanıp histeriye kapılıyor. Her saniye bir şok diğerini kovalıyor. Eğlenceli bir vakit geçirmek istiyorsanız, Coen’lerin diğer şiddet soslu komedilerini de izleyip sevdiyseniz(diyelim ki Big Lebowski ya da Fargo vs.) bu filmi kaçırmayın. Eğer diğer filmleri henüz izlemediyseniz de kesinlikle geri dönüp onlara bir göz atın derim. Herkese iyi seyirler…