Hollywood genel olarak ülke politikalarını ele almaktan geri durmaz, bunları nasıl eleştirel hale getireceğine de emin olamaz genellikle. Bazen çok başarılı örnekler çıksa da bazen doğrudan ya da olayı “o kadarı da gerçek olamaz” boyutuna taşıyanlar oluyor. Wag the Dog da güzel bir şekilde bazı olayların nasıl üretilmiş (produced) olduğunu göstermek ve televizyona inanan ABD halkını hicvetmek gayesi güdüyor. Fakat ipin ucunu kaçırarak gayesini ve mesajını vermekten uzaklaşıyor.
Wag the Dog seçimlerin arifesinde mevcut başkan koltuğunu korumak için çaba sarfederken genç bir kızla Beyaz Saray’da yaşadığı ilişki sonucunda cinsel taciz davasıyla yüzleşmek üzeredir. Seçimleri garantiye almak için de hükümet hakkında olumlu yazılar yazan, en geri çevrilemez durumların hakkından gelen bir uzman tutulur. Uzman bu olayın üstesinden gelmek için Balkanlarda hayali bir savaş başlatmanın seçimlere kadar oyalayıcı olabileceğini düşünür ve bir Hollywood yönetmeni ile savaşı üretmeye geçerler.
Filmin ilginç yanı, gerçeklerle örtüşebilme becerisi, Clinton’ın Monica Lewinsky skandalı patlamadan çekilmiş Wag the Dog. Clinton’ın o sırada Balkanlarda bir savaşı komuta ediyor olması da işi oldukça alengirleştiriyor. Sanki film önsezileriyle olacakları tahmin etmiş gibi duruyor. Tabi ki, filmdeki bir hayali savaş ile kamuyu uyutmak pek mümkün değil, Balkanlarda yaşananlar hala hatıralarda.
Wag the Dog’un kadrosu da oldukça dolu, iki A sınıfı oyuncu Dustin Hoffman ve Robert De Niro filme ruhunu veriyorlar. Özellikle Dustin Hoffman’ın oynadığı karakter, Stanley Motss filmin en ilginç karakteri. İki oyuncu da film için ellerinden geleni yapıyorlar. Fakat senaryo ilk aşamada hızlı başlasa da sonrasında şakanın cılkını çıkarıyor ve gerçeklikten iyice kopuyor. Hayatımızda sürekli yaşanan gündemi değiştirip kimi şeylerin üstünü örtülmesi konusu iyice uçlara taşınarak inandırıcılığını yitiriyor. Bu ironi dozunun abartılması ile de film eleştirel bir yapıt olma özelliğini yitiriyor.
Film sırtını olabilirliğe dayayarak çok daha güvenilir bir politik film olabilecekken, ironinin gittikçe çocuksulaşması ile gerçekçiliğinden kaybederek sıkıcılaşmaya başlıyor ve basit dönüşlere umut bağlıyor. Öyle ki filmin başından beri başkanın seçimi kaybedeceğini asla düşünmüyorsunuz, ne olursa olsun üstesinden gelebileceklerini düşünüyorsunuz. Bu da sonuç olarak ilk baştaki sadece sahte savaş ile anlatılabilecek hikayenin fazladan öğelerle beslenmesiyle ve komikleştirilme çabalarıyla kaybettiğiniz vakti arttırma yolu seçilmesine sebep oluyor.
İzlenmesine gerek olmayan, fikir olarak yeterince güzel bir film. “Keşke daha düzgün bir gerçekleştirimle klasikleşebilseymiş.” düşüncesi izledikten sonra aklınızdan eksik olmayacaktır.