Testament (1983) – Bildiğimiz felaket filmlerinden değil

Günümüzün felaket filmlerine baktığımızda yıkılan özgürlük anıtları, gökdelenler, patlayan mekanlar, fırlayan insanlardan geçilmiyor ortalık. Bir de nedense gelen hep Amerika’nın başına geliyor ve bir şekilde başkanın yarattığı mucizeler ya da bir kahraman modeli ile basit bir şekilde sorunlar çözülüp beyaz sarayın bahçesinde nuhun gemisi havası yaşanıyor. Filmler efektlerden bağımsız değerlendirildiğinde bir avuç klişeden fazlası kalmıyor elimizde…

Testament’ı ele aldığımızda klasik bir Amerikan 80′ler filmi gibi başlıyor. Sağlıklı bireyler, güzel bir ev, kendi içinde ufak tefek problemler yaşasa da mutlu gözüken ve birarada durmaya çalışan sevimli bir aile… Bu sahneler öfleyip pöflemelere yol açmaya başladığı anda filmin seyri bir anda değişiyor. Lafın gelişi bir anda değil cidden bir iki saniye içinde filmin gidişatı bambaşka oluyor. Bir anda mahvolmuş hayatlar bitmiş, yaralı, çaresiz insanlar görmeyi beklerken sadece tedirgin ve anlam verememiş insanlar görüyoruz.


Filmin en güzel yanı bir felaketi değil, bir felaket esnasındaki insan psikolojisini işliyor olması. Film insanı derinden etkiliyor çünkü konu ve durum olabildiğince doğal, ve gerçek işlenmiş, insana “ben de böyle hissederdim” dedirtecek cinsten. Özellikle anne (Jane Alexander) ve çocukların ölüme karşı duruşları yaşlarına göre ve aile içindeki konumlarına göre süper uymuş.

Oyunculara değinmeden geçemeyeceğim… Filmin büyük bir kısmını aslında çocuk oyuncular götürüyor. Yaşlarına rağmen muhteşem bir performans sergilemişler. Sanki filmi yaşıyormuş gibi oynuyorlar ve izleyiciyi de filmin içinde yaşatıyorlar. Filmden sonra çocukların yaşadığı travmayı ve ruhsal çöküntüyü hayal bile edemiyorum. Filmin yan rollerinden birinde yeni anne baba olmuş genç bir çiftimiz var. Baba gözlere bir yerden tanıdık geliyor. Daha yakından bakıldığında bu gencimizin Kevin Costner olduğu anlaşılıyor. Oyunculukta ilk senesi ve oynadığı 7. film. İnsanın içi burkuluyor. Bir zamanlar ne kadar yetenekli, genç ve yakışıklıymış kendileri. Yeni baba olmuş çaresiz, toy ve endişeli bir adamı ne kadar da iyi anlatmış bizlere. Helal olsun demekten alamıyorum kendimi…



Filmi baştan sona anlatmak tek tek her sahneden ve ayrıntıdan bahsetmek isterdim sizlere. Fakat izlemenizi kesinlikle tavsiye edeceğimden susuyorum şu noktada. Kişisel takıntılarımdan yola çıkarak tek bir öneri: 80′ler filmi diyerek lütfen bu filmi izlememezlik yapmayın. 80′ler filmlerini genelde sevmem ve sıkıcı bulurum fakat kesinlikle bu fim bir istisna…


***Spoiler: Film boyunca felaketin nükleer bir felaket olması dışında konuya ait hiç bir bilgi vermemesi süper. Hala düşünüyorum bu bir savaş mıydı, santral patlaması mıydı, başka bir kaza mıydı diye…

Kramer vs. Kramer – Sizin Bildiğiniz Aile Dramlarından Değil

Kariyerin peşinde koşarken evini ihmal eden bir adam, işini bırakıp çocuğuna bakan mutsuz bir kadın ve sonunda ayrılık. Nasıl bugünkü duruma ulaşmışsak artık, o kadar normal ve alışıldık bir tablo haline gelmiş ki konu. 79 yapımı film günümüzde güncelliğini korumayı geçin artık özel bir konu olma özelliğini bile çok geride bırakmış.

Fakat dikkat edilmesi gereken nokta zaten filmin 79′da da sadece senaryosundaki ağlaklık ile göz önünde olmadığı. Türk seyircisi olarak dramanın hasını isteyen alışkanlıklarımıza biraz zıt ve sabırlı bir film. Çünkü bu filmi klasik bir Türk çevrimi olarak görmek herhalde gözyaşı pınarlarımızı kuruturcasına bir etkiye sebep olabilirdi. Ama senaryonun işlenişi öyle güzel ve sade ki, film sadece yaşanışı üçüncü bir gözle gösteriyor. Hiçbir karakterini karşısına almıyor, herkes kendisi sadece, iyi ya da kötü değil.

Özellikle film baba oğul arasında kalarak mükemmel bir tercih yapıyor. Filmin başındaki ayrılık sahnesi haricinde Joanna ve oğlu arasındaki hiçbir sahneye ve diyaloğa burnumuzu sokamıyoruz. Her sahneyi Ted’in gözünden ve Ted’in önyargılarından bağımsız bir şekilde izliyoruz. Sonuç olarak Ted ile bütünleşmemiz hayat buluyor. Onun ile pişmanlık duyuyor, üzülüyor, seviniyor ve sinirleniyoruz.

Oyunculukta gerçekten herkes kendine düşen rolü öyle bir gerçekleştiriyor ki, inanmaktan başka bir şey düşmüyor bize. Dustin Hoffman’ın filmin başından itibaren karakterini baştan yaratışı, Meryl Streep’in hep bir sorunlu kendinden emin olmayan duruşu, isteklerinin çelişişi ve çocuğuna sevgisi, ilişkinin üçgenini tamamlayan Jane Alexander’ın naif dinleyen ve paylaşan tavrı. Ve elbette Billy’yi oynayan küçük Justin Henry, sanki bilinçsizmişcesine doğal, o sete sıkışıp kalmış film bitiminde puf diye yokolacak, gerçek hayatı olmayan bir hayalet gibi.

Sahnelerine girsek filmin çıkmamız sanırım saatler alır. Ama asla unutulmayacaklar; uzun mahkeme sahneleri, Billy’yi Joanna’ya Ted’in bir günlüğüne emanet ettiği an ve bir de sonbaharda parkta Billy ile Ted arasındaki diyalog.

Dibe batmış ana akım filmlere rağmen, Robert Benton’a hem günümüz hem de 79 yılı için ne kadar imkansız olsa da bu kadar içten ve sade bir şekilde dünyanın en ağlak filmi yerine bir şaheseri sunduğu için teşekkürler borçluyuz. Hem yönetip hem uyarladığı film, zamanın sınamasına da oldukça dirayetli gözüküyor, evlilik kurumu varolmaya devam ettiği sürece de bu özelliğini koruyacak gibi.

Şimdi tek talebim, izlediğiniz tüm o ağlak aile dramlarını unutun ve bu kadar insani bir senaryonun nasıl, olması gerektiği gibi, yani insani bir şekilde sunulduğuna tanık olun. İyi seyirler…