Deception (2008) – Gel Yarı Yarıya Kırışalım En İyisi


Kendi halinde sosyallikten uzak yaşayan bir muhasebeci, ona  odası olarak verilen toplantı salonunda çalışmakta iken içeriye “güçlü” bir karakterin girmesi filmimiz başlar. Burada çekingen muhasebecimiz Jonathan McQuarry (Ewan McGregor) ve karizmatik avukatımız Wyatt Bose (Hugh Jackman) arasında geçen, kanımca “on numara” olarak tabir edilecek çok hoş bir diyalog meydana gelir.

Muhasebecinin günlük rutinleri içerisinde hayatı yaşamaya pek vakti olmamıştır. Kısaca ele almak gerekirse sıkıcı bir adamdır. Fakat yeni arkadaş olduğu avukat onun karakterine zıt bir insan olup, muhasebecinin kendini keşfetmesini sağlayacaktır. Film bu şekilde devam ederken, özellikle bahsettiğim giriş sahnesini izledikten sonra, bu filmin kaliteli bir film olacağını düşünmüştüm. Çünkü böyle iyi aktörler filmde bir araya gelmişler ve güzel bir sahne ile hikaye girişi ortaya koymuşlardır. İlerleyen süre ile birlikte filme olan merakım arttı ve bir süre sonra adeta sömürürcesine izler buldum kendimi.

Ama gidişatını kolaylıkla tahmin edebileceğimiz bir senaryonun geldiğini hissetmem ile tüm hevesimi yitirdim. Çok açık söylüyorum bu kadar tahmin edilebilir bir senaryo olamaz. Film güzel, yönetmen iyi, oyuncular iyi peki ya senaryo?. Evet bununla beraber film bir anda ucuz bir havaya büründü gözümde, esere duyduğum saygıdan ötürü tahmin ettiğim sonu izlemeye koyuldum.

Tekrar söylemek istiyorum neden böyle bir emeği, çabayı kötü senaryolar ile telef ediyorlar bunu anlayabilmiş değilim, filmde senaryo dışında her şey güzel.

Karakterler rollere çok iyi oturmuş, özellikle Hugh Jackman’a hayran kaldım. Kendisini hep iyi rollerde izlemiş olduğumu için kötü adamı da iyi çıkardığını keşfettim. Hatta yeri geliyor psikopatlaşıyor ve bunu iyi yapıyor.

Ayrıca bir başka eksi ise zaten kolaylıkla tahmin edilen senaryonun izleyici tarafından deşifre edilmemesi için gösterilen çaba oluyor. Ama bu çaba da havada kalıyor çünkü senaristin bunu yapacağını tahmin edebiliyoruz.

Deception aktörleri ve yönetmenliği açısından izlenilebilecek bir film olmuş. Üzülerek söylüyorum bu şekilde heba olması görmek bana acı verdi ama meraklıları tarafından izlenebilir.

ufak notlar (spoiler içerir!):

-Filmin sonunda Bose’un vurulduktan sonra, banka yığılıp can verdiği sahnede kullanılan kan efekti çok gereksiz ve yapay olmuş.

-Zamanı azalan McQuarry’nin bilgisayara klavyeden girdiği isim ve soyadı bilgilerinin ışık hızında yazılması saçmalığı bu filmde de var. On parmak ile klavyeye girse o kadar hızlı yazamayacağını düşünüyorum ki adamın ismi de uzun, “Jonathan McQuarry”.

-Filmin kapanış sahnesinde McQuarry asıl kızı tesadüfen mi buluyor yoksa anlaşmalı mı buluşuyorlar onu çözememekle birlikte, ille de mutlu son olsun diye bir itme kakma durumu sezdim.

-Jenerik güzel olmuş ama “written by” yazısı geçerken biraz asabım bozuldu.

-Para transferi yapılırken “bitrate” verilmesi ve değerin 141 olarak sabit olması da ilginçmiş doğrusu. :) )

-82’49″ da göz göre göre sadece saçını yana taramış olduğu için alakasız iki kişiyi benzeten banka görevlisine şaştım kaldım başka bir şey söylemiyorum. O bankanın sonunu iyi görmedim.

-Son bir detay, birisi McQuarry’ye iç çamaşırı alsın, acıdım adama hep aynı sliple takıldı tüm film süresince. :) )

Doomsday (2008) – Konusunu Unutturan Felaket Filmi


Neil Marshall yönetiminde çekilen “Doomsday” filmi bir virüs sonucunda oluşan felaketi konu alarak başlayan “felaket filmlerinden” biridir. Yine standart olarak bildiğimiz bir tür virüs, insanların biyolojik yapılarını etkilemekte ve onları yok ederek hızla yayılmaktadır. Giriş sahnesinde sınıra dayanan enfeksiyonlu insanlar görülmekte, askerler tarafından yapılmış setleri aşmaya çalışan sivil halk bozuk para gibi harcanmaktadır.

Kilometrelerce uzunluğa sahip yeterli yükseklikteki bir duvar ile temiz bölge karantina bölgesinden ayrılmış olup, bu alanın dışarısında kalanlar tamamen kendi kaderlerine terk edilmiştir. Gel zaman git zaman tıpkı bir kaba konan bakteriler gibi enfeksiyonlu insan nüfusu azalmış ve tükenme noktasına gelmiştir. İşte olayların başladığı nokta tam burası oluyor.

Sonrasında bir ekip oluşturulup unutulmuş bölgeye yollanıyor. Aslında şimdi yazarken fark ettim baya bir olay oluyormuş filmde :) neyse konumuza geri dönecek olursak bu filmi sürekli zıplayan bir canlı gibi düşünebilirsiniz. Nasıl yani? diye bir soru gelirse eğer şöyle açıklamaya çalışayım. Film sürekli değişiyor, konusunu unutturuyor, bir daldan öbür dala sıçrayıp hopluyor. Adeta bir “toplama enfeksiyon” filmi ile karşı karşıyayız.

Ben şöyle bir harita çıkardım kafamda, kronolojik olarak onu vermek istiyorum. Filmin hangi dakikalar içerisinde hangi filme dönüştüğü aşağıda verilmiştir :)

00’00″ War of the Worlds, 28 Days Later…,28 Weeks Later
08’40″ S.W.A.T.
23’10″ Resident Evil: Extinction
41’55″ Black Hawk Down
43’48″ Mad Max
51’43″ Bu kısma anlam veremedim (?)
59’28″ Elektra
60’47″ The Lord of the Rings Trilogy
62’29″ Back to the Future Part III
65’36″ National Treasure
66’48″ Robin Hood: Prince of Thieves
67’50″ Kingdom of Heaven
73’16″ Yine 28 Weeks Later
77’16″ Gladiator
86’03″ Herhangi bir James Bond filmi
91’39″ Yine Mad Max
101’41″ Not Without My Daughter
104’35″ The Lord of the Rings: The Return of the King

çok ilginç bir yapım olmuş, bu kadar ilginç olduğu için beğendim, sanırım yönetmen kararsız kalmış biraz. Her şeyden azar azar koklatmak istemiş bizlere. Değişik bir deneyimdin Doomsday.

Sıradanlıktan uzaklaşmaya çalışan kararsız bir felaket filmi izlemek, aralarda geyikler olsun ama genel anlamda ciddi, görüntü kalitesi güzel, çekimleri hareket dolu olsun istiyorum diyorsanız bu film size uygun olabilir.

ufak notlar (spoiler içerir!):

-kızın gözü çok saçma olmuş, neden bu kadar kasıyorlar anlamıyorum, yani zemin ile tek noktadan temas kuran bir küre nasıl olur da sağa sola dönebilir anlayabilmiş değilim. Ayrıca ya çatışmanın ortasında gözünü düşürse, kaybetse falan o zaman ne yapacak peki merak etmekteyim.

-Arabayı çarpmasına rağmen, aracın pek hasar almaması gözüden kaçmadı değil.

-Zırhlıdan çıkıp karantina bölgesindeki kıza yardım etmek için güvenli aracı terkeden abimin mantığını anlayabilmiş değilim. İkinci aracı kaybetmek için bundan daha mantıksız bir senaryo yazılamazdı.

-Zırhlılara saldıran saldırganlar ellerinde Molotof kokteylleri ile hep hazır, her daim bekliyorlar mı buna da anlam veremdim. Nasıl olur da bu kadar organize ve tetikte olurlar.

-Zırhlı aracın ön camının olması ve bu camın kolayca kırılabilmesine karşın, biyolojik tehlikelerden tutun da kimyasal saldırılara karşı aracın dayanımlı olması ne kadar büyük bir alakasızlık. Yine senaryo metninde kasmalar görülüyor çünkü bir sonraki sahnede o kırılan camdan içeri ok girmesi lazım.

-Film yapımcılarının fizik bilgisi mi eksik onu anlayamıyorum ben, köpük bombası denilen alet düşmekte olan asansörü durdurabilecek kuvvet yaratabiliyor ise nasıl oluyor da içerisindekilerin pestili çıkmıyor?.

Volver (2006) – Almodóvar’a yakışmayan bir film

Film bir anda bir sürü konuya değinmiş ama açıkçası hiçbirini tam olarak anlatamamış. Ortada cinayet, tecavüz, yalan ve doğüstü olaylar hatta aile bağları bile var. Bu kadar malzemenin içinden toparlayıp bir konu çıkaramamış yönetmen. Sıkıcı bir film değil ama film bittikten sonra eee tepkisini vermekten alıkoyamıyor kendisini insan. Karakterlerin hangi hareketi ne amaçla yaptığı bir türlü anlaşılamıyor. Kopuk kopuk saçma birşeyler ortaya çıkıyor.

Film mezarlıkları temizlerken neşeli neşeli sohbet eden bir grup kadını göstererek başlıyor. Sonra bayanlar yaşlı ve alzheimer olan teyzelerini ziyaret ettiken sonra hippi bir annenin ot kafasıyla gezinen 40′larında olan komşuyu da ziyaret ediyorlar. Sonunda bütün bu ziyaretler bir anlam kazanıyor fakat sahneler o kadar abartılı, o kadar “bağımsız sinema”vari yapılmaya çalışılmış ki insanın gözünü oyuyor. Yel değirmenleri, parlak renkler, iri göğüslere dikizler… Bu film cidden benim tarzım değil. Sözümona doğal ve seyirciyi umursamaksızın geçen diyaloglar filmi film olmaktan uzaklaştırıyor.

Bilmiyorum ben mi çok ağır eleştiriler yapıyorum ama filmde olumlu pek birşey bulamıyorum. İlginç bir şekilde bu film kült filmlerden biri ve oylama yapılan sitelerde en az 7/10 almış, ayrıca Oscar’a aday gösterilmiş ve farklı yerlerden 44 ödül de kapmış.

Benim mi gözden kaçırdığım bir şeyler var bilmiyorum ama bu filmi Almodóvar’a kesinlikle yakıştıramadım.



2 Days in Paris (2007) – Kadına, erkeğe ve ilişkilere dair

Amerika’da yaşayan ve sevgili olan Marion (Julie Delpy) ve Jack (Adam Goldberg) Avrupa tatilleri kapsamında Marion’un Paris’teki ailesini ziyarete gidiyorlar. Fakat Paris’te Marion’un sadece ailesi değil eski sevgilileri ve anıları da bulunuyor. Aynı zamanda aile de öyle bildiğimiz ailelerden değil kendine has uçuk kaçık bir aile. Ne sınırlar, ne nezaket ne de gizlilik sözkonusu. ***Spoiler: Baba tam bir Jim Morrison düşmanı. Filmin ilerleyen sahnelerinde Marion’un annesinin Jim Morrison’la uzun yıllar önce yatmış olduğunu öğreniyoruz ve Jack’in muhteşem tepkisiyle karşılaşıyoruz: Annesi de kaşarmış!!

Marion film boyunca eski erkek arkadaşlarıyla görüşüp eski ilişkilerini hatırlıyor ve Jack de sevgilisinin hiç bilmediği yanlarına tanık oluyor ve sırlarını öğreniyor. Bu da Jack’te kandırılmışlık ve aldatılmışlık hissi yaratıyor ve ilişkiyi sorgulamaya başlıyor. Jack’in son derece huysuz ve aksi bir adam olması da Marion’un aklını karıştırıyor. Paris’teki iki günlük tatil tam bir işkenceye dönüşüyor.

Filmde kadının özgürlüğe düşkünlüğü ve kendi fesatlığı yüzünden erkeğini çileden çıkartması erkeğin ise büyük anlayış göstermesi ve kadının yaptıklarının zerresini yapmamasına rağmen haksız konuma düşmesi çok tatlı ve komik bir şekilde işleniyor. Anlatılan olaylar o kadar tanıdık o kadar bilindi ki film boyunca gülüp gülüp düşüncelere dalıyor insan. Kadın erkeğe karşı duruşunu korumaya çalışırken farketmeden yaptığı çirkeflikler ve erkeğin yağ sabır çekerken yavaş yavaş aşkını kaybetmesi rengarenk bir atmosferde sunuluyor. Sahneler o kadar güzel mekanlarda, o kadar güzel renkler içinde çekilmiş ki insanın koşup Paris’e gidesi geliyor. O yüzden Julie Delpy’i muhteşem yönetmenliğinden ve şirin oyunculuğundan dolayı ayakta alkışlıyorum.





Karşı cinsi azıcık da olsa anlamaya çalışan, terkedilmiş, aldatılmış, ilişki üzerine kafa patlatan ya da sadece eğlenmek isteyenlere kesinlikle tavsiye ediyorum…

Das Leben Der Anderen (2006) – Doğu Almanya’dan Sevgilerle

Film, Berlin duvarı yıkılmadan kısa bir dönem önceki Almanya’da geçiyor. Dönem hükümetin her alanda baskı kurduğu, sansürlerin, takiplerin, insanların özel hayatlarına müdahalenin havalarda uçuştuğu zamanlar… Her ülkede olduğu gibi sanatçı hükümete muhalif bir tavır sergiliyor ve sanatını özgürce icra edemiyor. Başrol kahramanlarımız Georg ve Christa-Maria da (Sebastian Koch, Martina Gedeck) bu sanatkarlarımızdan. Sevgili Georg solcu tiyatro senaristlerinden, Christa ise kendine güvenini kaybetmiş, sevgili kontenjanından Georg’un oyunlarında oynayan bir tiyatrocu. Diğer başrol oyuncumuz ise bu çiftimizi dinlemekle görevlendirilmiş gizli bir ajan (Ulrich Mühe). Ajan işini hayatı haline getirmiş, mutluluktan yoksun bir vatanseverken, dinlediği çift onun hayatını değiştiriyor. Kendi hayatını değil çiftin hayatını kendi hayatı gibi yaşamaya başlıyor ve işlerin seyri değişiyor.

Film insani duyguları çok güzel inceliyor. Benliğini korumak, işini korumak, ilişkisini korumak ve hayatını kurtarmak arasında çelişen hayatları etkili bir şekilde anlatıyor. Hepimizin yaşadığı çelişkileri o dönemin diliyle, o memleketin görenekleriyle karşımıza getiriyor. İşin güzel yanı bunu sadece bir karakter için değil filmdeki tüm karakterler için işliyor. Ayrıca duvarın yıkılışı öncesi ve sonrası değişen hayatları ve sanat anlayışını da azıcık ucundan da olsa gösteriyor.


Filmin sanatsal boyutundan da bahsetmemek olmaz diyorum. Renkler ve ışık itina ile ayarlanmış filmin verdiği duyguyu kaş göz yararak beynimize kazıyor. Her hayatın, her duygunun, her durumun rengi ve ışık tonu farklı ve itina ile seçilmiş.


Bir de gizli polisimiz Herr Wiesler’den (Ulrich Mühe) ayrıca bahsetmek istiyorum. Film boyunca hırs, acımasızlık gibi duygularla birlikte, aşk, merhamet, çocuksuluk ve yalnızlık gibi duyguların hepsini aynı karakter üzerinde şaşılacak bir tutarlılıkla aktarmış. 22 Temmuz 2007′de kaybettiğimiz son derece başarılı bu aktör film dünyası için ciddi bir kayıp bence…


Şunu da belirtmek isterim. Filmden çıktıktan sonra kendime gelmem büyük bir zamanımı aldı. Her sahneyi bir daha yaşamak hatta filmi hiç izlememiş olup bir daha bir daha izlemek istedim. Bir an önce en az 21 inch ekranda izlenmesi gereken bir film diyor iyi seyirler diliyorum…

***Spoiler: Bir parti sonrası birbiriyle romantik anlar yaşayan ve birbirine sarılan çiftimizi dinleyen ajanımızın aynı anda hemen üst katta yapayalnız kendi kendine sarılması içler parçalayıcıydı. Onların mutluluğunu ve paylaşımını azıcık da olsa yaşayabilmek için fahişeye sohbet edelim mi diye para teklif etmesi ise çok etkileyiciydi. Filmin sonunda kendine ithaf edilmiş kitabı satın alırken kendine hediye aldığını belirtmesi ve konumuna rağmen bu kitabı çocuksu bir mutlulukla eline alıp hiçbir şeyi umursamaması muhteşem bir son noktaydı. Evet bütün sahneleri anlatmak istiyorum…

[REC] (2007) – Kayıtta mıyız?

Rec’i kısaca özetlemek gerekirse bir muhabirin ve bir kameramanın haber içerikli hazırlamaya başladıkları filmi ve ilerleyen süre boyunca neler yaşadıklarını konu alan, tamamen dinamik çekimlere sahip 85 dakikalık İspanyol yapımı korku-gerilim filmidir.

Bu girişten sonra şunu söylemek istiyorum. Bilmiyorum sanırım kültür gelenek meselesi olduğundandır, hollywood yapımı filmler bana korkunç gelmemektedir. Zaten bilindiği gibi bu filmler genelde kasaptan kilolarca sakatat alıp ortalığa saçılmasını ve oraya buraya kan saçılmasını konusu olarak işler. Tamamen lüzumsuz olmakla birlikte vakit kaybı olduğu gibi ne korku verir ne de başka birşey. Avanak avanak izlediğim bu filmlerin sonunda içimden söylediğim şey “ömrümün iki saatini daha boşune geçirdim” tümcesi olur.

Şimdi rec filmine dönecek olursak burada tipik bir hollywood filminden fazlasını bulacağımız kesin. Ne kadar fazla ne kadar az o konuda net birşeyler söyleyemeyeceğim ama elimden geldiği kadar izah etme çabası içerisinde olacağım yazının kalan bölümünde. Özellikle yönetmen açışından dinamik omuz üzeri kamerasının kullanılması görüş alanımızı epey bir kısıtladığı için işgüdüsel anlamda bir gerginlik yansıtır bize. nasıl mı? açıklayayım hemen.. İnsanoğlu bilmediği karşısında korkar, mekanı farklı açılardan izlebilmek bizi gelebilecek tehlikelere karşı daha iyi hazırlar güvende olduğumuz düşüncesini empoze eder. Tüm film sürecince tek kamera tek bakış açısı bu nedenle önem kazanır. Mekanı farklı açılardan göremez gelecek tehlikelere karşı “b” planları yapamayız.

Bunun dışında 85 dakikalık bir film için performansı ve temposu yüksek bir film olduğunu söyleyebilirim. Zaten daha uzun olması anlamsız olurdu. Bu sıradışı sürede filmi boğmadan izleyiciye aktarma başarısı gösteren herkesin eline sağlık. Yani filmimizin bir diğer artısı da beğenmeseniz bile ömrünüzden eksilecek zamanın diğer filmlere göre daha az olmasıdır.

Muhabir rolündeki bayan başta olmak üzere tüm oyuncuların performanslarını ve kriz anında davranış ile hükümlerini gerçekçi bulduğumu söyleyebilir, Ayrıca filmde fizik kanunlarının yerinde yeller estiği saçma salak efektler olmamasını beğeni ile söylerim.

Filmde kötü görebileceğim bir nokta bu tip konuların artık çok kullanıldığı ve klişeleşmiş olmasıdır, ayrıca binadakilerin dışarıya bırakılmayıp içeriye de adam gibi inceleme ekibi gönderilmemesi saçma geldi bana. Yine şeytan vatikan falan filan var bunlar da yeter artık dedirdiyse bile yine de izlemeye değer.

Sonuç olarak söyleyebileceğim şey şöyle “geren” bir film istiyorum diyorsanız hollywood yapımı bir film tercih edeceğinize bu filmi tercih etmeniz oldukça yerinde bir davranış olacaktır. Filmin sonunda boyunuzda en azından 1mm artış olacağını garanti ederim. :)

Scener ur ett äktenskap – Scenes from a Marriage (1973)

Şimdi bir tek kelime bile yazmadan önce şunu söylemek isterim. Bu filmi yada herhangi bir Ingmar Bergman filmini anlatmak yada eleştirmek bana düşmez, düşmeyeceği gibi beni bir hayli aşar aynı zamanda. Fakat ben tüm bunlara rağmen hayatıma yakın zamanda kattığım ve iyi ki de sinemasını izlemişim diyeceğim bir yönetmenin bazı filmlerinde dikkat ettiğim noktaları anlatmak istiyorum.

Bir Evlilikten Manzaralar olarak Türkçeye çevrilen bu film bir çiftin ilişkisini uzun yıllara ve karmaşık olaylara dayanarak izleyiciye sergilemektedir. Bu filmin devam filmi de yine aynı oyuncular ( Liv Ullmann, Erland Josephson ) başrolde olmak üzere 2003 yılında Saraband ismi altında çekilmiş olup gerçek zamanlı olarak otuz yıl sonrasında neler olduğunu anlatmaktadır.

Film, oyuncuların üstün performansının doruk noktasında olduğu, iki bireyin ilişkilerini zaman içinde çeşitlenerek değişmesi sürecini çarpıcı bir şekilde sergilemektedir. İsveç’te 299 dakikalık TV sürümüne göre nispeten kısa olarak derlenen sinema filmi 167 dakika süresince izleyiciye ilginç deneyimler tattırmaktadır. Bir erkeğin eşi ile olan ilişkisi, anne ve babalarının çift üzerindeki etkileri, arkadaşlarının etkileri, sevginin zamanla şiddete dönüşmesi, aldatılma, terk edilme, ilgisizlik, bağlılık, sadakatsizlik, yeni olanda eskiye olan özlem ve saf sevgi tanımlamak için seçeceğim bazı kelimeler olabilir. Büyük ustanın her filminde tiyatro oyunu samimiyeti içermesi de ayrıca sevdiğim bir olgu olmakla birlikte, bir çiftin ilişkisi bu kadar güzel irdelenemezdi diye düşünüyorum ve şimdiden iyi seyirler diliyorum.


Jeux d’enfants – Love Me If You Dare (2003)

Bu yazıma başlamadan önce beni açıklayan ve yazımın daha sonraki bölümlerini aydınlatacak olan birkaç bilgiyi sizlerle paylaşmayı uygun görüyorum. Bir sinema sever olarak yönetmenlerin kendilerine özgü olan görüntü yakalama stillerini kafamda istemsiz bir şekilde kategorize etmeye başladığımı oluşan birikim sonucu yakın zamanda fark etmiş bulunmaktayım. Şimdi bu birikim sadece bir izleyici gözünün sahip olduğu yalın birikim olup profesyonel anlamda herhangi bir çağrışım yapmamalıdır.


Öncelikle Fransız filmlerinin üzerimde oluşturduğu çekici etkiyi açıklamak isterim sizlere, lisan olarak duyduğum bu dil, filme olan bağımı ne zaman olursa olsun artırmış dikkatimi daha kolay vermeme neden olmuştur kanaatimce. Dilin ahenkli ve vurgulu tınısı filmin atmosferini, karakterler arası diyalogların inceliklerini, estetik bir şekilde yoğurup zihnime enjekte emiştir. Ayrıca resim olarak kayıt alınan görüntülerde oldukça sevdiğim birşey, film renklerinin abartılması olmuştur. Hani kırmızı kırmızı gibi değildir yada mavi ise mevzuu bahis olan mavi değildir. Renkler öyle güzel tatlandırılmıştır ki onları izleyen gözlerim doymak bilmez olur tayfın çeşitliliğine. Bu tip resim kalitesi yüksek filmere yine bir Fransız yapımı olan 2001 yılına ait Amélie filmini örnek verebilirim. Bu filmi izleyen gözler eğer dikkatli bakacak olurlarsa ekranda akan görüntüye, filmin aktardığı duygularının büyük bir kısmını görme değil bakma algısı ile tadılacaktır, görüntüyü görüp yorumlamaktan ziyade. Hüzünü, çoşkuyu, heyecanı, yalnızlığı, sevgiyi, kızgınlığı doğru tonlarda seçimliş renkler aktaracaktır izleyiciye film süresince. Kısaca bahsetmek istediğim başka nokta ise yönetmenin filmi görmek istediği açının yaratıcılığıdır bana göre. Filmi gözlemleme sürecinde yönetmenin bize bahşettiği gözlerimizi ne kadar etkileyici bir şekilde kullanacağı oldukça önemlidir.

Şimdi bu kadar sözden ve kendimce açıklamaya çalıştığım detayları anlatabilmiş olduğumu ümit edip daha derinlere inmek istiyorum izninizle. “Cesaretin var mı aşka ?” şeklinde dilimize çevrilen bu karmaşık duygulara bulanmış film makarası 90 dakikalık çok hoş bir deneyimdir. Filmin yönetmeni aynı zamanda filmin senaristi olan ve her iki rolün de hakkını fazlasıyla vermiş olan Yann Samuell dir. Filmin ana öğesi, benim algıladığım kadarı ile iddaalaşan farklı cinsiyetten iki çocuğun, yetişkine ermelerinden sonra bile kendi aralarındaki bu lezzetten vazgeçmeyecek olmaları ile gelişen aşk, nefret ve intikamı üzerine kuruludur. Oldukça yaratıcı bulduğum senaryo bir an bile sıkmadan beni sadece çocukların sahip olabilecekleri saflıkta hayallerden, yetişkinlerin tekdüze olmaya mecbur edilen hayatına götürerek eşlik etmiştir film süresince.

Dikkat edilmesi gereken önemli noktalardan bahsedecek olursak eğer, ana karakterlerin hem şaka hem iddaa hemde intikam üzerine kurulu çılgın aşklarıdır. Bu aşk öyle bir aşktır ki hem bir bağımlılık hemde bir erdem olmuştur her ikisi için. Ne yan yana uzun süre kalabilirler ne de tamamen ayrı durabilirler. Denge kanunu gibi ne kadar öfke, şiddet ve birtakım başka davranışlarını biçimlendiren etkiler altında olsalar bile, eninde sonunda aynı çukura yuvarlanmaya mahküm iki bilye gibi kavuşurlar birbirlerine. Aslında bu tezat ilişki filmin ana iskeletidir zaten.

Film süresince yönetmeni takdir ettiğim sahne pek çok olmak ile birlikte, final bölümdeki yağmur altında buluşma sahnesi tabir yerinde ise beni hayretler içerisinde bırakmıştır. Bunlardan ilki yuğmurun yiyen erkek karakterin ağır çekimde düşmesi sırasında aynı kadrajdaki öteki karakterlerin davranış hızının gerçek zamanlı olması, takip eden süre içerisinde ağır çekimdeki karakterin ıslak asfalta düşmesi ve asfaltın bir anda havuza dönüşerek çarpma ile içine batması, daha sonra ise karakter batmakta iken suyun içinde bir atlı karınca makinasının çalışmakta olduğunun görülmesi tek kelime ile büyüleyicidir.

Bütün filmi burada tek tek anlatmak isterim fakat bu mümkün olmayacağından ötürü size tavsiyem en kısa zamanda bu filmi belleğinize kazandırmanız olacaktır. Pişman olmayacağınızı garanti eder, tadacağınız deneyimle günümüzde mutlu olmak bu kadar güçleşmiş iken içinizde hoş bir sıcaklık yaratacağına güvence veririm.