Jacob’s Ladder (1990) – Gerçek algısı şaşmayagörsün…

jacobs_ladder Filmin afişi incelendiğinde farklı bir şey ilk sahnesi izlendiğinde farklı bir şey çağrıştırıyor insana.Ama filmin sonunda aslında çağrıştırılanlardan çok farklı olduğu anlaşılıyor.

Film Vietnam’da bir savaş sahnesiyle açılıyor. Savaş molasına çıkmış askerler ot keyfi yaparken bir anda çatışma çıkıyor. Kimi çatışmaya katılırken kimi otun etkisiyle deliriyor, kusuyor ya da ağzından kanlar fışkırıyor.  “Bir ot için fazla bir etki ne oluyor yahu?” derken bir anda kahramanımız Jacob’un (Tim Robbins) metroda uyandığını görüyoruz. Fakat bunun bir rüya değil Jacob’un Vietnam savaşında yaşadıklarını anımsaması olduğunu kısa bir süre içinde anlıyoruz. Vakit geçtikçe bu anımsamalar artıyor. Bir yandan da Jacob’u öldürmeye çalışan tuhaf yaratıklar ve asker arkadaşlarıyla yaptığı sohbetler filmin seyrini tamamen değiştiriyor. Film boyunca geçmişe gidip gelmeler, hayaller ve gerçekler temposunu arttırarak karışıyor ve film sonunda insanı nefes nefese bırakıyor.

Filmin en güzel yanı film boyunca olaylar ve Jacob’un sanrıları üzerine durmadan düşünmeye itmesi insanı. Yaşananlar gerçek olamayacak kadar doğaüstü, kahramanımız ise sanrı göremeyecek kadar bilinçli. Ama insan filmdeki tuhaflıkların çözümünü bulmak için doğüstü olaylar, şizofreni, askeriyenin oynunu gibi yaftalar yapıştırıveriyor .

Film boyunca hikaye akıcı bir şekilde gidiyor ve insanın beynini cidden yoruyor. Film sonuçlandığındaysa “mükemmel kurgu. helal olsun!” cümlesini kurdutturuyor insana.

İnsanın algısının şaşmasını konu alan, neyin gerçek neyin kurgu, neyin hurafe olduğu anlaşılmayan filmleri seven arkadaşlar abu filmi önemle tavsiye ediyorum. Çünkü bu film sırf bunu konu almıyor aynı zamanda izleyiciyi de aynı karmaşaya sokup her an “şöyle mi? yok böyle ” dedittiriyor.

Film hakkında daha birşey yazamıyorum çünkü yazılacak her satır spoiler niteliğinde. O yüzden sadece çok başarılı bir film diyor ve izlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum.

***Spoiler:

Filmin bunalımlı havası içinde, temponun en arttığı parti sahnesinden sonra Jacob’un evinde Sarah’ın yanında uyanması ve Gabe’le konuşması insanın içine su serpiyor. Bir rahatlama, mutluluk yaratıyor içimizde. Sonra Jacob gözlerini ateşinin düşürülmesi için yatırıldıığ küvette açtığında ve o iç ısıtıcı sahnelerin sadece havalenin etkisiyle gördüğü bir rüya olduğunu anladığında sessizce gözünden yaşlar akması Jacob gibi izleyiciye de aynı acıyı yaşatıyor. Kesinlikle favori sahnemdir.

jacobs-ladder-1990-tim-robbins-pic-2

*** Kısmi spoiler

90′ların sonunda 2000′lerin başında moda olan gerçekliğin ne kadar gerçeklik olduğu, algının şaştığı filmler biraz da Jacob’s Ladder’dan etkilenmiş bence. Buna örnek olarak Abre los Ojos ya da son versiyonu ile Vanilla Sky verilebilir. Konu açısından çok farklı olsa da temel mantık olarak ok da farklı yerlere çıkmıyor. Algının şaşması ve seyirciyi de allak bullak etmesi açısından da Brazil (1985)’e de benzettim ben. Belki de bir yandan renklerin ve filmin döneminin de etkisidir.

The Wrestler (2008) – Aronofsky’nin Rourke’a kıyağı…

wrestlermovie

Darren Aronofsky’nin The Fountain (2006)’da bizlere (özellikle bana!) yaşattığı büyük görsel şölenden sonra hangi filmle karşımıza çıkacağını gerçekten merak ediyordum. The Wrestler filmini ilk duyduğumda şaşırmıştım. Aronofsky ve içinde spor olan bir film izlemek gerçekten ilginç olacaktı. Özellikle filmi ilk duyduğumda başrolde (Randy ‘The Ram’ Robinson) Nicolas Cage’in olacağı gibi bir söylenti vardı. Açıkcası ilginç olacaktı. Ama (Belki de bir Cage fanı olmadığımdandır…) Cage’in eskiden HBB, Flash TV gibi kanallarda geceleri izlediğim Amerikan Güreşleri’ndeki güreşciler gibi olup olamayacağından, hatta güreşçi bir karakteri benim zevk alabileceğim bir şekilde canlandıracağından şüpheliydim. Ama daha sonra öğrendik ki rol Sin City’de Marv rolünde taptığım Mickey Rourke’a gitmiş. Bu haber film hakkındaki beklentilerimi katladı. Filmi izledikten sonra buna iyice emin oldum, The Ram rolünde iyiki Cage’i görmemişiz.

Filmimizin başrollerinde yukarıda da belirttiğim gibi Mickey Rourke (Randy ‘the Ram’ Robinson) ve Marisa Tomei (Cassidy / Pam) var. Bunun yanında son yıllarda iyice yıldızı parlayan genç oyuncu Evan Rachel Wood (Stephanie Robinson) filmde The Ram’in kızını oynamakta. The Wrestler yaşlanmış ve 20 yıl önceki günlerini arayan bir güreşçi olan Randy The Ram’i anlatıyor. Artık 80′lerdeki durumu yoktur. Güreşin yanında geçimini sağlamak için süpermarkette part time çalışır. Bir maç sonrasında güreşi bırakmak zorunda kalan “The Ram” kendisine farklı bir yol çizmeye çalışır. Görüşmediği kızını tekrar kazanmak ister, bir kadınla yakınlaşır. Zaten çalıştığı süpermarkette full time çalışmaya başlar. Ve herkese güreşi bıraktığını söyler. Sonuçta yine işler yolunda gitmez. Kızını unutur, hoşlandığı kadından karşılık alamaz. Randy, güreşin yapabileceği tek iş, güreş seyircilerininde tek ailesi olduğunu düşünür…

wrestler1wrestler3

Mickey Rourke The Wrestler’da taktir edilmesi gereken bir oyunculuk çıkartmış. Film için vücut geliştirme çalıştığını ve kilo aldığını okudum. Karakter tahlilleri mükemmele yakın yapılmış. Güreşçilerin ringe çıkmadan ve çıktıktan sonraki duruşları ve konuşmaları, aslında olayın büyük bir şovdan ibaret olduğunu yüzünüze vuruyor. Aranofski filmi bir belgesel havasında çekmiş. Sürekli Randy’nin arkasından dolaşıyorsunuz. İmza gününde bekleyen diğer güreşçiler, nintendo oynadığı çocuk, hatta call of duty muhabbeti filmden hatırladığım güzel sahnelerden. Filmden çok şey anlatmak istemiyorum, güzel bir film yapılmış. İzlemeye değer diye düşünüyorum. Yinede bir Requiem for a dream, bir PI değil. Kısacası filmde Aronofsky’i değil ama bol bol Mickey Rourke’u bulacaksınız. Bilmeden izleseniz bir Aronofsky filmi olup olmadığını anlama şansınız yok. Sanki o deneysel/sanatsal çalışmaları bir anda bir köşeye atmış.

wrestler2

Film Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan’ı kapmış… 2 dalda kesinlikle Oscar adayı olur diye düşünüyorum, birisi The Wrestler isimli parça için diğeride en iyi erkek oyuncu için. Hatta en iyi erkek oyuncu ödülü Brad Pitt’le Mickey Rourke arasında geçecek diye bir tahmin yürütüyorum…

“90′s fukin sucked” diyerek yazımı kapatıyorum…

Sevgiler saygılar.

Once (2006) – Bir kerecik aşık olabilir misin?

Markéta Irglová ve Glen Hansard’dan Falling Slowly’yi dinlemek için tıklayın.

Günlük yaşantının koşuşturmacasında arkafonda sokak akustiğine bulanmış, kulağımızı okşayan güzel tınılar duyarız bazen. Kimi seslerin hikayeleri vardır, kimilerinden duyduğumuz sesin ise sadece 25 kuruş için can çekişen, kulağımıza girmeye çalışan hırsızlar olduğunu biliriz. Lakin ülkemiz koşulları altında gerçek “sokak müzisyenleri” samanlıktaki iğne gibidir. Değil sokakta, müzik sektöründe bile bir şeyler ortaya koymak imkansızdır. “Busker” deniyor onlara.Bazıları göreli olarak yükselip müzik sektörüne dalış yapıyorlar. Bizden çıkan isimler de var, Avrupa’da meteliksiz kalan, Erkin Koray da onlardan biriymiş. Beck, Tracy Chapman, Bob Dylan, David Gilmour, Badly Drawn Boy, The Memphis, River Phoenix, Damien Rice, Violent Femmes, Louis Armstrong, Muddy Waters, Robin Williams gibi isimlerde aynı şekilde sokaklardan başlayarak, yeni cadde başlarını “dünya” olarak değiştirmişlerdir. Peki neden güzel gelir bu sokak müziği kulağımıza? Ekspertler viskiye attığımız buzun bile tadını bozduğunu söyler, sokak müziğinde de müzik en saf, en temiz haliyle kulağımıza çalınır, dijitallikten uzak hayatın stereosuyla kulağımıza gelir… Gelin kendimizi bu filmle birlikte İrlanda sokaklarına atalım. (Filmi izlemeyenlere alttaki kısmı sonra okumalarını tavsiye ederim)

Kazıyorum yeri şimdibscap003tm3
Başarmaya çalışıyorum
Anlaşılmayan kelimeler var aramızda
Ve bu gizem şüpheleri getiriyor
Anlayamadım
Uzanıp elimi tutacağın zaman
İçinde varsa bir şeyler
Şimdi söylemekten çekinme
Çünkü bekliyordun her zaman
Durumu eşitleme şansını
Bu gölgeler düştükçe üzerime
Kazanacağım bir şekilde
Çünkü Tanrı söyledi bana
Hiç olmadığı kadar yakınmışım
İçinde varsa bir şeyler
Şimdi söylemekten çekinme
De hemen bana, bana.

…diye başlıyor film ve ilk anda ne olduğunu anlamadan, sinema büyüsünü sokak kültürüyle sentezliyorsunuz. Mesleği süpürge tamircisi olan Glen Hansard eline gitarını aldıktan sonra notaları da süpürgeleri tamir ettiği gibi, duyguları tamir etmek için kullanıyor ve film ilerledikçe ortak tutkuları müzik olan Çek kızımız Marketa ile tanışıyor. Marketa da sokakların gezgini ama o parasını çiçek satarak kazanıyor. Peki bu film sadece bir aşk filmi mi? Kesinlikle hayır. Zaten yukarda gerçek isimleriyle bahsettiğim Marketa ve Glen’in ismi yok, filmin sonuna geldiğimde “girl:Markéta Irglová,boy:Glen Hansard” yazısına çok şaşırmıştım ve yönetmenin bu isimsiz karakterleriyle izleyiciyi gizliden özdeşleştirme numarası çok hoşuma gitmişti. Filmleri senaryolarına göre değerlendiren bazı izleyiciler elleri boş dönecekler ama ceplerini daha sonra kontrol ettiklerinde o leblebilerin nası girdiğini anlamaları çok uzun sürmeyecek. Hayatın bir kesmini izleyiciyle buluşturmak kolay değil, ne mükemmel bir oyunculukla anlatabilirsiniz ne de set düzeniyle. İşte bu filmde, günlük yaşantımıza sürekli iç içe olduğumuz saz ve söz devreye giriyor ve bize  kendi alışkanlıklarımızla yol gösteriyor.

Aşk filmi dedim, peki sevişme ya da seks var mı? Evet var. Şöyle ki filmin başlarında oğlan ve kız bir müzik dükkanına giriyorlar ve kızdan oğlana göre mekanın koşullarına göre ahlaksız bir teklif geliyor. “Hadi şarkılarından birini çal.” İşte burada daha sonra Oscar’da bile en iyi müzik dalında birinciliği getircek piyano ve gitarın vokallerle seksi geliyor…

-Falling Slowly-
Kurtarsan bu batan gemiyi,
geçsen dümenine
Vaktimiz vardı hâlâ
Ümitli notalarını çal bana

Her bir şarkı, gizliden yaşanan yasak aşkın-isimsiz ilişkinin gladyatörleri gibi öldürücü hamlelerden uzak izleyicilerin içlerini dağlamasına sebep veriyor. Kız ve oğlan seyircilerin beyaz mendillerine karşılık vererek bir sonraki şarkıya geçmeyi bekliyorlar… Taa ki kızın oğlana Çekçe “Miluju Tebe” demesine kadar…

Bir yazıdan alıntıyla devam edeyim; “Öyle aklınıza estiğinde izleyeceğiniz türden değil. Yoğun bir anınızda izlemelisiniz belki de. Öbür türlü nereden nasıl sizi yakalar kestirmek güç. Böyle filmlerde oyunculuk, ses, ışık, kurgu, kıl, tüy aramak çok gereksiz. Sadece kendinizi teslim edeceksiniz. Yakalarsa alır götürür. Yok eğer sarmadıysa sizi romantik komedi odasına alalım.”

Çiftimiz ilişkilerinin bir bebeği olması için stüdyoya girdiklerinde, yine Dublin sokaklarından toplanmış farklı hikayelerin insanlarıyla bir grup çalışması yapıyorlar. İşte o bebek aslında filmden önce isimsiz oyuncuların gerçek hayatta çıkardıkları “The Swell Season” albümünün ta kendisi(evet filmimizin karakterleri gerçek hayatta birbirleriyle evli ve müzisyenler).

Mutsuz sonla bittiğini söyleyebileceğim film aslında dünyadaki en güzel ilişkilerden birini yaşatıyor ve nurtopu gibi bir soundtrack veriyor. Steven Spielberg’e göre yapılmış en iyi müzikal. Kimbilir daha kimler neler söylemiştir ama bence bu film bir aşk belgeseli. En duygusuz insanın bile cebindeki leblebilerin gerçek sahibinin aşk olduğu aşikar.

Death Race 3000 (2008) – Frankenstein Efsanesi Geri Dönebilecek mi?

1970 lerde çekilmiş b-movie kategorisindeki,araba yarışlarının Fallout’u diyebileceğim Death Race 2000 hayranları için bu 2008 yapımı bol bütçeli remake  Death Race 3000 tamamen hayal kırıklığı.Oysaki yapım aşamasında kadroda, araba ve aksiyonun yeni etiketi olan Jason Statham’ı görünce çok büyük heyecan yapmıştım.Gel gör ki ilk filmin aksine Jason’a rağmen, filmi gerek konusunun zayıflığı, gerek filmde kullanılan arabaların estetikten uzak metal yığını olması,bu büyük bütçeli yapımdan alacağınız zevki,ilk versiyonu bir b-movie olan  yapımın vereceği zevkin yarısına zor bela yaklaşıyor.

Death Race 2000′in gizemli kahramanı Frankenstein,bu filmde bizimle sadece maskesiyle ve namıyla birlikte oluyor ki tahminimce ilk filmin fanlarının eleştirilerinden uzak kalmak için böyle birşey yaptıklarını düşünüyorum.Zaten bu filmin saçma konusuna politik kişilikteki Frankenstein’i sıkıştırmak hiç yakışmazdı.Yarışcıların birbirleriyle olan etkileşimi minimum düzeyde tutulması,daha çok aksiyon sahnesini getirse de filmin ruhunu alıp götürüyor.

Günümüzde “internetten canlı vahşet” filmleri gitgide artıyor ve bu filmin temasıda bunun üstüne kurulu.Film 2012 yılında geçiyor.Ekonominin çökmesiyle, hem bir yarışçı hem de fabrika işçisi olan Jensen rolündeki Jason çalıştığı işten çıkarılıyor.Fakat “internetten canlı vahşet”in sahiplerinin, Jensen’a özel bir planları vardır.Bir komployla hapse düşen Jensen’ın kurtuluşu hapisane müdiresi rolündeki Joan Allen’ın ellerindedir.Müdire, yetenekli sürücü Jensenin yarışlara katılmasını ve Frankenstein’ın ruhunu reyting namına sürdürmesini ister.Fazla seçeneği olmayan Jensen’e geride bıraktığı kızına dönme şansı doğmuştur.

Film ilerledikçe atmosfer yarı Carmeggedon yarı Fast and Furious havasına bürünüyor.Hapishane içindeki yapılan yarışlardaki kıyım,saf aksiyonu daha önce Resident Evili yönetmiş Paul W.S. Anderson’un “soluk renk çekimi” yorumuyla kanımızda hissettirmeye başlıyor.Death Race 2000 in aksine ana rollerdeki yarışcıların dışındaki diğer yarışçıları süpürmek için baştan savma bir ölüm makinası yaratılıyor ve “pacman” vari diğer yarışcılar filmden elemine ediliyor.Final yarışında artık sadece Jensen ve zenci yarışçımız kalıyor.Bu iki yarışcının verdikleri radikal bir kararla yarış sona eriyor.

İlk filmin aksine arabalardaki “ruh” yerine “beygir gücü” gelmiş.


Hiphop rüzgarıyla biten film,”hah sıçmışınız bari bir de sıvayın” dedirtiyor.Filmi izleyeceklere tavsiyem,kesinlikle önce Sylvester Stallone’un ilk filmlerinden biri olan Death Race 2000′i izlemeleri.Lakin diğer tarafta insanlar bu filmi sevmiş.(tahminimce ilk filmi izlemeyenler)Eğer sizlerden de varsa yorumlarınızı eksik etmeyin.


The Curious Case of Benjamin Button (2008) – Hayatı tersinden yaşamak…

The Curious Case of Benjamin ButtonFilmimiz hastanede gözlerini açan bir anne ile başlar… Kızı Caroline hemen başındadır. Aralarında geçen diyalogdan da anlayacağımız üzere artık yapacak birşey kalmamıştır. Durum çoktan kabullenilmiştir. Ölüm yakındır… Anne son anlarında kızına bir hikaye anlatmaya başlar. Hikaye ters çalışan bir saatin hikayesidir. Tersine akan bir hayatın, hayata yaşlı doğan bir bebeğin hikayesidir.Garip bir rahatsızlıktan dolayı yaşlı doğan bir bebek, aynı gün içinde annesiz ve babasız kalıyor. Bir huzurevinde siyahi bir çift tarafından büyütülüyor(!) Bu yaşlı görünen ama genç adam hayatı huzurevindeki zamanını doldurmuş insanlardan öğreniyor. Tabii herkes gibi onunda hayatına başlayacağı zaman geliyor. Annenin kızına anlattığı bu hikaye filmimizi oluşturuyor. Ve filmimiz yine başladığı yerde bitiyor yani hastanede…

Filmin kadrosu güçlü diyebiliriz. Benjamin Button rolünde Brad Pitt, “the most beatiful gal” Daisy rolünde Cate Blanchett var. Kesinlikle söylemeliyim rollerinin hakkını vermişler. Filmimiz 1918-2005 (Katrina Kasırgası) arasındaki tarihte Benjamin Button adlı karakterimizin hayatını işliyor. Hiç düşünmeden 2008′in en anlamlı Hollywood yapımı diyebilirim. David Fincher Brad Pitt ikilisi yine güzel bir film çıkarmışlar. 159 dk süren filmimiz uzun ama izlerken insanı sıkmıyor. Filmle ilgili yapabileceğim eleştirilerden biri hikayenın tarihle çok içli dışlı olmaması, sadece 2. Dünya Savaşına biraz sürtünüyor geri kalan kısmında tarihe girmekten kaçınmışlar. Ama bunu anlayabiliyorum film zaten bu haliyle bile oldukça uzun. 70 yaşında görünüp bir huzurevinde yaşamanın travması güzel bir şekilde işlenmiş. Aslında bir çocuk olduğunu bilmeyen yaşlı adam… Karşı cinsle yaşadığı yakınlaşmalar, çevresindeki insanların gün geçtikçe solması, kendisinin ise tam tersi şekilde olması hikayemizin eşsiz kısımlarından. Bu eşsiz hikaye çok güzel bir aşkı anlatarak devam etmiş ki burda tekrar tekrar hem yönetmeni hem senaristi tebrik etmek gerekiyor. Bence çok orjinal ve ilginç bir fikir.

2

Film de benim gerçekten hoşuma giden ve bahsetmeden edemeyeceğim şey makyaj olmuş. Brad Pitt amcamızı hem 80 yaşında hem de 20 lerinde görüyoruz. Aynı şekilde Cate Blanchett i de 17 yaşından 80 lerine kadar başarıyla yaşlandırmış ve gençleştirmişler… Süre açısından ağır bir film olsa da filmi izlerken zaman duyumu yitirdim. Film genellikle duygusal yoğunlaşmalar yaşamanıza sebep oluyor. Hikayemiz fantastik öğeler taşıdığından film olarak bazılarımızın hoşuna gitmeyebilir. Ama sinema açısından baktığımda, fikir güzel bir şekilde işlenmiş. Karakterin hayatı ve yaşadığı travmaları ortaya açık bir şekilde sermiş.

4

Son olarak şunu diyebilirim ki bence filmin hakkı verilmiş. Kesinlikle izlemenizi tavsiye ederim. Notum 8/10

Filmle ilgili spoiler içerir. İzlememiş olanların okuması tavsiye edilmez…

- Filmi izlerken düşünmeden edemedim. Benjamin filmimizde Fransa, Rusya, Hindistan gibi ülkelere gidiyor. Bu ülkelere nasıl giriş çıkış yaptığı aklıma takıldı. Filmi izlerken bunu güzel bir şekilde yedirdiklerini fark ettim. Sonuçta bu adam 60 yaşında görünürken pasaportunda 20 yazması gerekiyor.

Admiral (2008) – Merhaba Eski Rusya!

Filmin afişi, beklentilerinizin ne yönde olması gerektiğini anlatan bir afiş aslında.Titanic’teki girişe benzer bir klişe girişle başlayan filmde, kendinizi birden gerçekçi bir deniz çatışmasının içinde buluyorsunuz ve o anda açıkçası içimden filmin sadece deniz savaşları olarak devam etmesini istemiştim.

Film başroldeki Amiral Kolçak’ın Birinci Dünya Savaşı’nda  savaş gemisi kaptanlığından Beyaz Rusya İmparatorluğuna kadar yükselirken başından geçen olayları irdeliyor.Daha önce Adolf Hitleri Max filminde farklı bir kişiliğle izlemiştik, Admiral filminde ise Türk kanından geldiğini söyleyen Kolçak’ı Rusya’nın iç çatışmalarına karşı bir itaatkar bir asker olarak, fakat elinden geldiğince kan dökmemeye çalışan insancıl kişiliğiyle izliyoruz.Türk demişken afişteki daha önce “Çöküş”te oynamış 23 yaşındaki tatlı kızcağız da filmde Türk kanından geldiğini söylüyor.(Bu aborjinlerde bir gün Türk çıkacak ama hadi hayırlısı)

Siyasi bir film olarak izlenirkenkilermediğinde ağızda güzel bir tat bırakıyor.Lakin şimdiden film hakkında bizim gazetelerimizde bile “İşte Kominist Devrimini Yerden Yere Vuran Film” olarak geçsede konuya hakim olmayışımdan mıdır yoksa 20 milyon dolar harcanmış filmin görselliğine takılmış olmamdan mıdır bilinmez büyük keyifle izledim.

19857

İhtiras ve aşkın dozu filmde yer yer tavan yapıyor ve kimin elinin kimin cebinde olduğunu anlayamıyorsunuz.Evli olan Kolçak bir subay arkadaşının karısına abayı yakınca(Anna), filmdeki büyük aşk doğuyor.Karı-koca arasındaki dostane ilişkiyi gördüğünüzde bu Rusların tatil beldelerinde neden besin zincirinin en altında olduğunu anlıyorsunuz.

Filmin sonlarına doğru karamsarlık katsayısı yükseliyor ve Kolçak rolündeki oyuncunun performansı iyice göz doldurmaya başlıyor.Rusya’nın Sibirya bölgesinde Beyaz Rus hükümetini kuran Kolçak, Bolşeviklere karşı geniş çaplı operasyonlar düzenliyor. Fakat Kızıl Ordu birlikleri bölgeye konuşlanıyor ve karışıklıklar artıyor.Akıbetinde ilginç olaylar yaşanacak uzuun bir tren yolcuğu tamamlanamadan ihanetide yaşayan Kolçak’ın hikayesi son buluyor.

19861

Filmin son 5 dakikasında “ulan durun ne güzel bitiyordu” demeye kalmadan Titanic efsanesi geri dönüyor ve 23 yaşındaki güzelim Anna’nın kırışık suratıyla başbaşa kalıyorsunuz.

Bir kaç not;

-Rus tarihçileri “Amiral” filminin kahramanı Aleksandr Kolçak’ın Türk İlyas Kolçak Paşa’nın soyundan geldiğini iddia ediyor. Söz konusu filmde de Amiral Kolçak, kendisinin Türk kanı taşıdığını ifade ediyor. Rus tarihçiler, Ukrayna’nın Hotin kalesi komutanı İlyas Kolçak Paşa’nın Rus Mareşali Hristofar Minih tarafından esir alındığını, daha sonra ise Kolçak Paşa’nın Polonya’ya yerleştiğini ve 1794 yılında ise paşanın torunlarının Rusya’ya göçtüklerini belirtiyor.

-Filmin afişinde ve filmde geçen yazım 1917 yılında Devrimle yasaklanmış.